22 Nisan 2007 Pazar

MİNİK MALATYA İZLENİMLERİ

Gündüzbey’in birkaç km ilerisinde yaklaşık 100 m yukarıdaki kanaldan büyük bir hız ve volümle yere ulaşan suların oluşturduğu görüntü etkileyici. Deli olsaydım o kanala tepeden girip su kaydırağı yapardım. Süper eğlenceli bir sakatlanma olurdu.




Yeşilyurt’u geçip yaklaşık 5 km ilerleyince İnekpınarı’na ulaşılıyor. Burası hafta sonları insanların piknik yapıp etrafta bilumum torba, pet şişe, cam şişe, mangal közü, karpuz kabuğu vb gibi çöpü arkada bırakıp çevrenin ……..’ları yer. Buraya ilkbaharda geldiğimde de böyleydi, şimdi daha da fena.



Pınarın önündeki havuzdan aşağı akan suların üzerinde yurdum insanı yaratıcı zekasını ve karşı konulmaz gücünü gösterirken güzel birkaç poz yakalıyorum. Her şey iyi ama şınav pozisyonundan geri kalkarken ayaklar akan suya giriyor ister istemez, bunu hesaba katmıyor arkadaşlar.




Yeşilyurt’un birkaç km ilerisinde Gündüzbey var. Kasabanın tam ortasından su kanalı geçiyor. Kanalın çevresinde Arnavut kaldırımları ile kaplı keyifli bir yol var. İnsanlar akşam serinliğinde ellerinde çekirdeklerle burada yürüyüş yapıyorlar. Kanalın çevresinde lokantalar ve mesire yerleri var. Bunlardan en büyük olanı ve en meşhuru Patika Restaurant isimli mekan. Ben de mekanı-maalesef- denedim. Böylece hayatımda ilk defa bir lokantada sinir krizi geçirmiş oldum. Siparişim 1 saat 15 dk’da geldi. Üstelik gelen şey benim istediğim yemek değildi. Garson “Kusura bakma aceleye geldi” filan diye fütursuzca saçmaladı. Ardından bir şkayet mektubunu patronlarına gönderdim ama kimse oralı olmadı. Bence insan sinirlerini bozmamak için buraya hiç uğramamalı. Zaten bu olaydan sonra konuştuğum dostlarım hep benzer kötü hizmetten bahsettiler.



Bence Malatya’da gidilebilecek en güzel yer hiç tartışmasız Beyazsaray. Burası Karakaya baraj gölünün kenarında bir lokanta. Merkezdeki pek çok lokantanın aksine burada içki de var. Özellikle deniz özlemi çektiğim zamanlarda burası çok iyi geliyor. Gölün üzerinden batan güneş manzarası çok güzel.

Sadece manzarası değil yemeklerin kalitesi ve lezzeti de çok başarılı. Ama bence en başarılı oldukları konu hizmet. Hani hizmette sınır yoktur denir aynen öyle. Tabağa şöyle ters bir bakış yanınıza bir garsonun gelip bir aksilik olup olmadığını sormasına yetiyor. Biri daima masayla ilgileniyor ve eksikleri gideriyor. Hizmeti öyle abartmışlar ki içki içtiğimiz bir gece nasıl geri döneceğimizi ya da arabayı kimin kullanacağını tartışırken şef garson “Biz bırakırız sizi” dedi. Fiyatlar normal. Malatya’daki bir et restoranıyla aynı. Tek fark burada her kuruşunu hak ettiklerinden hesabı gönül rahatlığı ile ödüyor olmak.
Yazın lokantanın önünden kalkan küçük gezi tekneleri gölde tur atıyorlar.





Belki de Türkiye’de yayılan bir kampanyadır bu ama burada Malatya’da bir çok yerde halı mağazasında bu tür ilanları görmek mümkün. Sanki halı fabrikaları kapanıyor da zararına satış yapıyorlar. 1’e karşı 8. Çok ciddi bir rakam. Biraz kafası çalışan insan böyle bir promosyonun göz boyamak olduğunu anlayabilir. Girdim ben de içeri sordum. Yardımcı çocuk ezberlediği bilgileri bir çırpıda sıralayıverdi. Ödeme koşullarından başlayıp hangi tip halılarda kampanya olduğunu jet hızıyla anlattı. Anlattıklarını aklımda tutamayacağımı bir yere yazıp yazamayacağımızı rica edince de “Şimdi abey yazmak yasahta ben bir daha anlatayım” dedi. Neden “yasah” oluyorsa anlamadım. Galiba kafa karıştırma yönteminin devamlılığı için insanların not alıp düşünmesini istemiyorlar. 9 halı da şöyle 9: Bir büyük salon halısı, 2 küçük halı, bir kısa koridor halısı, 2 banyo halısı, 3 tane de paspas. Yani 8 “halı” böyle “halı”. Hepsi 450 YTL. Bir uyanıklık yapmayan halıcılar kalmıştı, onlarda başlamış şimdi hepimize hayırlı uğurlu olsun.

Buranın meşhur ayaküstü lokantası DONAS diye bir yer. Sadece tavuk döner satıyorlar. İlk geldiğim günlerde diğer doktor arkadaşlar neredeyse her akşam buraya geliyorlardı. Dürüm döner+ayran= 3ytl. İlk geldiğim günden beri gerçekten ben de çok beğeniyorum lezzetini. Zaten sadece döner, basit bir salata ve turşu yok dürümde. İçine ayrıca kızarmış patates ve değişik bir sos koyuyorlar. Nefis baharatlı ama hafif bir tadı var. Lavaş ekmekleri dürümü yapmadan önce ve dürümü sardıktan sonra iki kez ısıtıyorlar. Elinize gelen şey kesinlikle sıcak, içi bir sürü şeylerle dolu kocaman bir dürüm ki yerken içini alttan taşırmamak neredeyse imkânsız.


Gidip sordum kasadaki adama “Her yer tavuk döner satıyor ama burası her zaman tıklım tıklım dolu nedir, ne koyuyorsunuz içine, sosta ne var?” diye patron yamağı “Sır abey söyleyemem” dedi. Gerçi ben adamın dediği “sır” kelimesini nasıl olduysa “fıstık” olarak algılayıp “Neresinde fıstık var bunun ama hiç öyle bir tadı yok” diye boşu boşuna itiraz ettim ama neyse.







İçerisi iki katlı ve hep dolu. Her masada anket kâğıtları var, ilgiden lezzete, sunumdan çalan müziğe kadar puanlama yapmanızı istiyorlar. Kesinlikle başarılı. Çektiğim fotoğraftaki koca döner iki saat önce iki katıymış. Bu lezzetli ve ucuz ayaküstü soslu dürüm yakında büyük şehirlere sıçrarsa şaşırmam.
















Burada çocuk ürünleri satan her yerde değişik mesleklerin üniformaları satılıyor. Yüzbaşıdan başlıyor albaya kadar uzanıyor askeri kıyafetler, isterse çocuklar pilot ya da poliste olabiliyor. Gördüğüm kadarıyla bu ürünlere talepte az değil. İzmir’de de görmüştüm tek tük ama bu kadar yaygın değildi. Hepsine tamam ama çocuk mankenlere bir de bıyık takmak psikologlara ne çağrıştırır merak ediyorum. Mesela resmin sağındaki manken bana çok garip geliyor. Pala bıyıklar, boyunda muska, bir yandan yüzü daha çok kız gibi, kasketi falan var, kıyafet şimdilerin raconu, küçükken daha yalancıktan delikanlı gibi. Çocuklarını nelere özendirdikleri ortada.










Birçok şehrin meydanında heykel vardır, o da genelde Atatürk heykelidir. Benim gördüklerimin en güzeli Samsun’da at üzerindeki o nefis heykeldi. Atın karnındaki toplardamarların ayrıntısına kadar ince çalışılmış çok güzel bir heykel. 1932'de Avusturyalı Heinrich Krippel tarafından yapılmış. Malatya bu yönden de farklı. Burada meydanda Atatürk’ün değil İsmet İnönü’nün heykeli var. Olduğundan şişman görünüyor, üzerinde dizine kadar uzanan pardösü var. Bence vasat bir heykel. Bu günlerde herkes 3 kişini katliamından ötürü Malatya’yı konuşuyor. Kısa bir süre sonra balık hafızalarımızın bunu da unutacağından eminim. Heykelin yanında naklen yayın arabaları yerleşmiş. Malatya’nın başka ünlü simaları da var tabi. Bunlar arasında şunlar sayılabilir: Eşref Bitlis, Turgut Özal, Kemal Sunal, İlyas Salman, Zerrin Özer, …. Bu naklen arabaları park edecekleri yerleri ezberlemiş olmalılar.










Meydanın karşısında Yeni Halit Ziya Camii var. Eskisi 1900’lerin başında yapılmış. 1995’te yenileme sona erince tekrar işler hale getirmişler.










Bu gün ciddi bir kalabalık ve kuyruk vardı caminin önünde.










“Ne oluyor acep?” diye yanaştım kurulan çadırın önünde “Burada Sakal-ı Şerif ziyaretleri yapılmaktadır” yazıyor. Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri kapsamında yapılan dinsel bir aktivite. Sakal-ı Şerif'i görüp dilek dilemek ve dua etmek için bekleyenler ve sırada ayakta duramayıp kenarlarda oturan teyzeler var her yerde, kadınlar ve erkeklerin beklediği sıra ayrı.










Camnin arkasında ayakkabıcılar çarşısı var. Çeşit çeşit ayakkabı var ancak satıcıların tavrı doğru değil, birisi bunu onlara söylemeli.10 ytl’lik ayakkabıya 40–50 ytl’den fiyat açıyorlar. Bana hiçbiri dürüst gelmedi açıkçası. İlk geldiğim günlerde buralarda beyaz ayakkabı ararken birkaç dükkan esnafı telefonumu alıp güya iki gün sonra istediğim ayakkabılar geldiğinde beni aramak üzere sözler verdi. Hiçbiri aramadı tabi. Zaten ben de çoktan almıştım ayakkabıyı güvendiğim bir yerden ama neyse.
Bu çarşıdan ilerleyince o temiz çarşı görünümü tamamen kaybolup yerini demircilere bırakıyor. Gerek çalışanlar gerekse çevre kirli bu bölgede. Adamlar demirci, kirli olmaları çok doğal. İzmir’de olmadığı kadar çoklar. Orak, pala, keser, elektrikli fırın, odunlu termosifon vs… çeşit çeşit demirden alet var burada. Özellikle termosifonlar ve fırınlar ilgimi ekti benim, yıllarca onlarla yıkandım ve hala onlarda yapılan böreğin daha iyi olduğunu savunanlar var. Bu sokaklarda yürüyorum hemen her yerde demirci “Bir şey” yazıyor.









Arada bir yerde demir levhadan değil ama köpükten yapılma tabela dikkatimi çekiyor: “Kelleci”. Mekanın önünde yerde ne olduğunu anlayamadığım kanlı hayvan parçaları var. İçerisi hakikaten ismine yakışır bir görüntüye sahip.











Yerde kesilmiş koyun kafaları ve bacakları var. Pis kokuyor. İki adam var, içerdeki ocakta biri kafaları diğeri ayakları pişiriyor. Ocak bildiğimiz sanayi tipi tüplerle yanıyormuşçasına gaz sesi çıkarıyor. Koyunun ağzından geçirip enseden çıkardığı demiri ateşe tutarak kılları yakıyor önce, sonra elindeki kör bıçakla kemikten deriyi sıyırıyor. Bu işlem sırasında hayvanın kafatası içinde bulunan yumuşak dokuları da pişmiş oluyor. Satın alınan şey dıştan bakıldığında koyun kafatasına benzese de içi “et” ile dolu. Onlar çok lezzetli olduğunu söylese de bunu deneyebilecek kadar sağlam ve boş bir midem yok. Kellenin tanesi 5 ytl. Ama içimden bir his bana aslında daha ucuz olduğunu söylüyor, öğrenci değilim dedim ya, ondan fiyat yükseldi sanırım.







Her şey tamam ama aklıma bir şey takılıyor: Neden hazır diye satılan koyun kafalarında çene (mandibula) kafayla bütün bir kemikmiş gibi görünüyor? Yoksa yüksek ısıda gerçekte hiçbir şey birbirinden ayrılmıyor sadece birleşiyor mu? Zavallı hayvan yaşarken ağzını açıp mee’liyordu değil mi?

Malatya’nın çevresinde dolaşınca köylülerin iki tekerlekli tuhaf makineler kullandığını görüyordum. Bugün bunlardan satan bir dükkân buldum. Özel bir adı olduğunu ummuştum ama sadece “çapa makinesi” diyorlar. En pahalısı yedi bin ytl. Hem kayısı tarlaları için çapa yapıyor hem de römork bağlanarak eşya taşıması yapılabiliniyor. Motorun dıştan görünüşü su pompası yerine kullanılan bir motosikleti çağrıştırsa da burada pek çok köylünün traktör yerine kullandığı bir alet bu ve ne sevindiricidir ki Türk malı. Yine de yurdum insanı bunlardan birine Ferrari ismi vermekte sakınca görmemiş.







“Bir satış politikası mı yoksa gerçek mi?” diyerek yaklaştığım bu dükkânın camekânına yaklaştığımda cam ardında duran tablaların içindeki gümüşten yapılma ürünlerin birbirinin aynısı olduğunu görüyorum. O değil de, kim bırak Malatya’yı ya da Doğu Anadolu’yu Türkiye’nin en büyüğü diye yazar. Bu özgüveni tam olan insanlarla da yakında tanışacağımı umuyorum.







Yanındaki kuyumcuda gördüğüm bu altın bileziklerin yapanına çok zahmet verdiğini görmek zor değil.




Cumartesi akşamları Melita’ya gidiyorum geç vakitte, çünkü 11.30’dan sonra ender açık yerlerden biri. Hiç perdesi bozulmadan nefis türkü söyleyen bir çift var. Adam Corç Kulunıy’e benziyor, kız da kız kurusu denen tipte ama sesi şahane. Genelde Doğu’ya ait türküler söylense de zeybek oynayan insanların İzmir’de gittiğim mekânlardan daha fazla sayıda olması beni utandırdı. Aksi gibi ben de bilmiyorum zeybeği. Çok zor görünmüyor ama bunca zaman Ege’de yaşayıp ta öğrenmemiş olmak beni rahatsız etti. Sözlere gelince sorun yok! Mesela bu gece “İzmir’in kavakları”nı söylerken takıldı bir yerde orkestra ve dinleyiciler, unuttular sözleri, hemen girdim sözleri olabildiğince gür sesimle, toparladım türküyü. Bana bakıyor millet, kalktı kalkacak bu zeybeğe diye ama yok, tık yok. Zıplasam pogo yapsam olmuyor işte be kardeşim.
Yahu hayatı öyle bir yerden tutamamışım ki ben, hani derler ya “”Burnunun dibindeki” diye aynen öyle, onu yarım yamalak yakalamışım. Burnunun dibindekini görmeyip uzaktakileri net görmeye çalışmak, olmuyor. Bundan 6 ay önce Karadeniz’in türküleriyle duygulanırken, şimdi Doğu’nun dağlarının eteğinde ayrılık türküleri ile kaynıyor bedenim. Hep, zaten olduğunu varsaydığımız hayallerimizde olduğu gibi, tek bir şey değil, hep bir şey olmak mümkün olacak mı acaba bir gün?






















































21 Nisan 2007 Cumartesi

MALATYA VE ÇEVRESİ-MOTOR GÜNLERİ 1


Bu arkadaş 200 cc’lik bir Pioneer. Kendisi her ne kadar büyük çaplı bir bisiklet gibi görünse de“naked bike” kategorisinde olup performansı oldukça iyidir.


Sahibinin motosiklet-bisiklet tamiri yaptığı bir dükkanı var. Daha iyi yola tutunması için motorunun önünü 10 cm kadar indirmiş. Onlar bu basit işleme “modifiye ettik” demeyi daha çok seviyorlar.

Şimdi merak edilebilir nerden buldun bunu diye. Önce “arayan bulur” deyip sonra açıklayayım: Arabayla orduevindeki odama dönerken motor tamiri yapan bir dükkan gördüm. Sahibini buldum,
“Malatya’da motor kiralayacak yer yok di mi usta?” İle lafa girdim. Oradan buradan konuşurken laf aralarına İzmir’de A2 ehliyetim motoru olduğunu, askerlik yaptığımı, doktor olduğumu sokuşturdum. Belli ki binecek motor arıyorum, adamcağız da dayanamayıp “Al benim motora bin istersen hocam” deyiverdi. Ücret konusunda da “Annaşırız, önemli değil” dedi. Takip eden 2 pazar da yukarda görülen arkadaşla bayağı bir gezdik. Kira bedeli olarak tam günü 20 ytl, yarım gün 10 ytl verdim, sudan ucuz. Bu yazının amacı da beni yolda bırakmadan ve hiç üzmeden gezime eşlik eden hakikatli arkadaşımla çektiğimiz fotoğrafları sizinle paylaşmak, buraları biraz anlatmak.


İlk pazar Malatya’ya 8 km uzaklıkta olan Battalgazi ilçesini gezdim. İlçe ayrıca Eski Malatya ya da Eski Şehir olarak da biliniyor. Aslında 1800’lerden önce Malatya denince akla burası geliyormuş. Tarihte değişik isimler söylene gelmiş. İlk olarak Hititler “meyve bahçesi” anlamına gelen “Maldiye” adını vermiş. Tabi uygarlıklar değiştikçe isimde değişiklik göstermiş:”Maldiya”, ”Melitea”,”Melid”,”Melide”, ”Meliddu”, ”Melita”, “Melitene” ve en son olarak müslüman araplar tarafından “Malatiye” denmiş.
Şu anda Malatya’nın yerleştiği yerin ismi ise Aspuzu imiş. 1824’te doğu ordusu komutanı Hafız Paşa karargahını Harput’tan buraya taşıyınca, insanlar ordunun yaptığı tahribattan dolayı Aspuzu’na (şimdiki Malatya) ve Yeşilyurt’a taşınmış, Battalgazi’yi terk etmişler. Yıllarca bu kent hayalet şehir olarak kalmış. Aradığım kaynaklarda ordu gelince neden halkın buradan kaçtığına ya da ordunun neden tahribat yaptığına dair herhangi bir ipucu bulamadım. Ancak fikir yürütmelerimiz sırasında bazı asteğmen arkadaşlar “Abazan askerler karıya kıza sarkmıştır, halk da kaçmıştır” deyip güldüler.

Takip eden resimleri daha önce çekmiştim ama hazır anlatmaya başlamışken koyuverdim.

Aşağıda görülen Ulu Cami. 1224 yılında Alaaddin Keykubat tarafından yaptırılmış. Bundan 5-10 öncesine kadar zemini toprak doluymuş ve ağıl olarak kullanılıyormuş. Sonradan belediyenin turizmin potansiyelini görmesiyle birlikte tüm kasabada başlattığı seferberlikle birlikte burası da restore edilmiş.


Caminin çevresi de kırık dökük harabelerle dolu, çoğunun ne olduğunu anlamak bile çok zor.



İlk gördüğümde restorasyonun başarısızlığına pek sinirlendim, çünkü neredeyse her yer yeni gibi. Hele bir de tarihi esere yapılan şu alüminyum doğrama aynalı camlar yok mu? “Ne yapalım her şey bütçeye göre oluyor” diyorlar. Başı boş bırakılmasından iyi tabi ki ama gören hiç kimse bu bina 800 yıllık demez, bütün ruhunu almışlar bence. Üzerinde o dönemden kalma çiniler varmış ama yıllar önce pek çoğu çalınmış. Şimdi sadece kırık dökük birkaç tane var duvarlarda.



Özra buraya geldiğinde onunla da gitmiştik. Bu sefer bize ilk gittiğimde kapalı olan arka tarafı da açtılar. Sütunların arkasından şebeklik yapmayı da ihmal etmedik.



Bunun dışında kasaba da rehber kitaplarda yazdığı gibi pek çok tarihi eser (camiler, kümbetler kuleler vs) görmek mümkün. Belediyenin çabalarını da takdir etmeden geçmemek lazım. Her eserin başında gerektiği kadar açıklamalı sarı tabela ve diğer eserleri gösteren bir harita var.





Diyelim ki elde rehber broşür yok, belediyenin haritalarını da bulamadınız. Olsun hiç sorun değil. Çocuklar var. Urfa, Harran, Hasankeyf ve diğer doğu illerindeki turistik mekanlardakinin aynısı çocuklar. Bir mekanı uzaktan şöyle bir süzmek çevrenize 5-6 çocuğun doluşması ve mekan hakkında hep bir ağızdan ezberlenmiş bilgileri sıralaması için yeterli. İlk önce sevimli gibi gelse de bu durum bir süre sonra çok can sıkıcı olabiliyor. Pek çok velete “tamam çocuklar susun artık aaa, kafam şişti” dediğimi hatırlıyorum. İlla ki dolaştıracaklar seni. Olmaz diyosun ama peşinden de ayrılmıyorlar. Üstelik biraz da arsızlaşmışlar, hemen para istiyorlar. Hele iki kardeş var ki, onların iki tane olduğunu anlayana kadar çıldırdığımı düşünmeye başlamıştım. Nereye gitsem (ki arabayla gidiyorum, yani yayalar bana yetişemez) aynı ağzından tükürükler saçarak ezbere konuşan kafa şişiren ve susmasını istemenize rağmen susmayan velet karşıma çıkıyor. Kabus gibi. Meğer birbirine çok benzeyen iki kardeşmiş bunlar, bir yeri biri tutuyor başka bir yeri diğeri. Kasabaya yeni gelenleri kaçırmamak için farklı yerlerde duruyorlar ki kimse eziyet çekmeden gitmesin.

Bence Battalgazi’nin en güzel yeri Kervansaray. Aslında bu özel bir isim değil, mekanın eski adı işte. Otel gibi, dükkan gibi. Kervanların durduğu konakladığı yer.




Yine Selçuklu döneminde 1200’lü yıllarda yapılmış. Bütün eski eserler gibi o da uzun yıllar yarıya kadar toprak dolu bir ağıl olarak kullanılmış olsa da şehrin en iyi korunmuş ve en görkemli yapısı. Dışından “fena değilmiş” dedirten yapı içine girince insanı gerçekten etkiliyor.



Giriş kapısı kilitli ancak 100 m uzaktaki belediye binasının girişinden hafta sonları dahil anahtarı almak mümkün. Görevli size eşlik edip mekan hakkında bilgi de verirken bir yandan para koparmaya çalışan çocukları kovalıyor. Üstelik tüm bunlar ücretsiz olduğu gibi görevli ziyaretimiz için bize teşekkür ediyor.


Restorasyon hakkında bir şey bildiğim yok ama Kervansarayın hem içinin hem de dış tarafında yer alan odaların tavanlarının silme betonla kaplanmış olması görüntüyü feci bozuyor. Bu durumu görevliyle paylaşınca, betonun 20-30 yıl önce yapıldığını eğer yapılmasaydı şimdiye kadar pek çok yerde tavanın yıkılmış olacağını öğreniyoruz. Ayrıca beton çevrede yaşayanların buradan taş çalmasını da engelliyormuş.


Buranın içi gerçekten görülmeye değer, İstanbul’daki Yerebatan Sarnıcının Malatya versiyonu. Biraz daha alçak, daha küçük ve tabi su yok. Yukarıda görülen tavan delikleri dumanın dışarı çıkmasını sağlıyor. Eskiden kenarlarda bulunan yükseltilerde yemek yiyip içiliyor gece de yatılıyormuş. Hayvanlar da ortada bırakılıyormuş.


İçerinin akustiği çok güzel. Aklımdan burada bir konser vermek ne güzel olur diye geçerken görevli sonbaharda burada festival düzenlendiğini ve sahne kurulup konserler verildiğini söylüyor. Zamanı geldiğinde bu büyülü ortamda türkü dinlemek çok keyifli bir tecrübe olacak. Aslında şimdi de ufak bir sahne kurulup Yerebatan Sarnıcındaki gibi yöresel müzik yapılsa çok hoş olur ama muhtemelen müzisyenleri Alaaddin Keykubat’ın ruhundan ve çocuklardan başka dinleyen olmaz. (resimde yanan ışıklar gezenlere özel açılıyor, yoksa içersi kapkaranlık) Bir de farklı zamanlarda burada resim sergisi de yapılıyormuş, ışıklandırılan sütunlara tuval resimler asıyorlarmış, o da pek şık duruyor olmalı.



Buraya ilk girdiğimde yanımdaki arkadaş “Off!” dedi, “Burası mükemmel bir disko ya da klüp olur, burası Bodrumda olacak var ya Halikarnas’ı geçer”. Şimdilik disko olması imkansız olsa da hali hazırda küçük çaplı sempozyum ve seminerler düzenleniyormuş burada. Bence bu tür aktiviteler için nefis bir ortam.


Bu nedir? Ortadaki hava deliği. Sigaranın dumanı yakın çevrede hemen buraya yöneliyor. Eskiden kebap ve odun dumanı çekiyordu herhalde.


Bu da Kanlı Kümbet. Eskiden insanları asarlarmış bunun içinde. Ama yapının neresi eski derseniz, ben bulamadım. Neden buradaki insanlar da Kanlı Kümbet’i gördünüz mü diye sorar onu da bilmiyorum. Bana bir şey ifade etmedi.


Bu fotoğrafı bir gazeteciye versek, mesela Tayfun Talipoğlu, herhalde 5 dk filan konuşur yorum yapardı: “Minik Ömer 7 yaşında, o da arkadaşları gibi okula gitmek istiyor, yeni kıyafetler giymek istiyor, 2 yaşındayken giydiği hırkayı hala giymek istemiyor. Çaresizliğinin kabullenmişliğini bakışlarıyla, umudunu ise parmaklıklara sarılan elleri ile haykırıyor. O da bizden biri, bize sesleniyor bakışlarında” gibi bir şeyler derdi mesela.
Aslında alakası yok tabi. Bu çocukta peşime takılmış geziyordu “Gir bakayım şuraya, kapa kapıyı, tut parmaklıkları, biraz da üzgün bak” deyince aynısını yaptı kerata. Ama çok iyi yapmış değil mi? Benim bile içim burkuldu yahu. Şapşal kepçe kulak seni!


En son yemek arayışlarımdan birinde Kışla Restoran’ın camekanından içerde ıspanak olduğunu görüp düşünmeden içeri daldım. Hemen ıspanak ısmarladım. Gelen kayık tabağın yarısında yoğurt yarısında ıspanak vardı. Ispanağın üstüne de bol miktarda tereyağı ve İskender için kullanılan şu ev yapımı domates soslarından dökülmüştü. Yanında da tereyağlı pide. Resmen İskender kebap görünümlü ıspanak. Ne anladım ben ottan! Hepsini mideye indirdim ama ot yediğimi hiç düşünemedim.

Malatya içinde de kebap yenebilecek pek çok yer var. Benim favorilerim ocakbaşı olanlar. İstersen onlar pişiriyor istersen kendi işini kendin yapıyorsun. İsimleri de pek hoş: Mangal, Mangal 1, Mangal 2, Mangal3, Mangal Vadisi, Mangal Vadisi1, Mangal Vadisi2, Mangal Vadisi3……diye gidiyor. Aslında ete dayalı bir beslenme hakim olduğu için bunların çok olması doğal. Fakat insanın ara sıra ot da yiyesi geliyor be! İşte o zaman benim gibi yemek yapma şansı olmayanlar için iş zor.


Buraya kadar olanları doğunun pek çok yerinde bulmak mümkün ama bu Tavacı Şükrü’deki menü Malatya’ya özgü. Bu resimdeki tabak ve yanındakiler 8 ytl. Gözün doymaması gibi bir sorun yok üstelik değil mi? Adına kaburga diyorlar ama tabağımda omurga vardı. Yine de olay çıkarmadım.
Unutmadan buralarda hemen hemen bütün salataların ve sebze içeren yiyeceklere nar ekşisi katılıyor ve bence çok da iyi yapılıyor. İzmir’dekilerden farklı biraz, daha yoğun ,daha yumuşak ve daha aromalı bir tadı var.


Bu yemeklerin üzerine tatlı iyi gider değil mi? Burada hemen hemen her köşede tatlıcı bulmak mümkün. Gördüğüm kadarıyla insanlar da iyi tatlı tüketiyorlar. Genelde hepimizin bildiği baklava ve çeşitlemeleri her yerde var. Ama Malatya’ya özgü şeyler de yok değil. Mesela kayısı döneri ve çeşit çeşit kayısı. En meşhuru ve doğal olanı daha koyu renkli olan “gün kurusu”. Güneşte kurutuluyor. Sarı olanları kükürt ile kapalı yerlerde sarartıyorlarmış.
Yanda sol üst köşede de dönerler görülüyor. Benim favorim baştan üçüncü. Antep fıstıklı üzüm pekmezi. Kilosu 15 ytl. Kayısı dönerlerinin ise kilosu 8 ytl. Bence aradaki fiyat farkı tat farkını açıklıyor olsa da aynı şekilde düşünmeyen arkadaşlar tanıyorum. Zaten kayısıyla aram yok. Keşke tüyleri olmasaydı! O tüylerden uzak kalmak için tüm yıl kabız kalabilirim. Neyse ki bu eciş bücüş kayısıların kılları yok.



Bu fotoğrafta da kitaplarda yazan “Kayısı ağaçlarının çiçekleriyle birlikte ilkbaharda bütün toprak bembeyaz olur” diye anlatmaya çalıştığı görüntüyü izliyoruz. Ben bu iddialı betimlemeleri karış karış ararken Özra “uçaktan öyle görünüyor ama hakikaten” deyince arayışıma son verdim. O kadar yüksek bir yer yoktu yakında.


Yine de bir yıl boyunca ancak 2 hafta ya da daha azında görülebilecek
bu manzarayı izlemek güzeldi. Fotoğrafa iyi yansımasa da, ileride sağda
görülen alanların hepsi kayısı bahçesi. Havadan beyaz göründüğüne eminim.


Bu resimdeki de meşhur kayısının meşhur beyaz çiçeği.


Burası Hasan Basri türbesi’nin bulunduğu tepe, yine Battalgazi’de. Karşısında Beydağı pek hoş görünüyor. Hafta sonları türbe kalabalık oluyor, içi dua eden dilek tutan insanlarla doluyor. Buranın hemen ilerisinde Kırk Kardeşler Şehitliği var. Aslında pek bir numarası yok, yerlerde üstünde arapça yazılar bulunan kırık tabletler var. Buranın ilginç yanı yanaklarını havayla şişirip mezarların çevresindeki dairede zıplayan koca memelerini tutarak koşan teyzeler. Bence çok matrak bir yer, görüntü komik oluyor. Meğer batıl inanca göre mezarlar çevresindeki dairede 3 kez nefes almadan dönebilir bu sırada dua edersen dileğin oluyormuş. Teyzelerden yapamayanlar çıkıyor ama Özra kolayca yaptı. Ne dilediğini bana söylemedi, ben de sormadım.


Battalgazi’den çıkıp kuzeye yaklaşık 5 km gidince Karakaya baraj gölünün kıyısına varılıyor. Karşı kıyı Elazığ. Malatya’ya geldiğimden beri her hafta sonu bu kıyıya bir kez geldim. Şimdi düşünüyorum da belki de denize olan özlemimi burada tatmin ediyorum. Kıyıda ağla aynalı sazan yakalamaya çalışan insanlar var. Burası Malatya’nın popüler mesire yerlerinden bir tanesi. Suyun kenarında insanlar piknik yapıyor.


Bir de feribot var kıyıda. Karşı kıyıya ,Elazığ’a, günde 3 sefer yapıyor. İnsana pek güven veren bir araç değil. Birkaç hafta önce kıyıya oturdu, traktörlerle kurtardılar.
Gezmek için tekne yok ama istersem beni gezdirecek bir balıkçı ile tanıştım. Yine de insanlar turist gezdirmeye sıcak bakmıyorlar. Geçen sene bir gezi teknesi batmış ve 9 kişi ölmüş, ondan beri gezi amaçlı açılmak yasakmış.


Şu her kiminse çok şanslı. Tam manzaranın ortasında meyve bahçesi içinde bir ev.


İzmirde de güzel deniz manzarası vardır ama arkasında karlı dağlar görmek imkansızdır.


Kıyı boyunca toprak yollar var. Köyleri birbirine bağlıyorlar. Bu yollarda motor kullanmak çok keyifli, üstelik trafik derdi yok ara sıra traktör geçiyor o kadar. Geçtiğim köylerde durup kahveye oturuyorum. Hemen çevremde meraklı amcalar bitiyor. Yabancı olduğumu anlıyorlar tabi, mesleğimi ve niyetimi öğrendiklerinde hemen çay ya da ayran ısmarlıyorlar. Bu şekilde bir çok kişi ile tanıştım. Hatta bugün bir tanesi beni hastanede ziyarete geldi. Yanaklarımdan öpmesini beklerken kafamın iki yanına koyun gibi tos atınca tanımadığım insanlarla bu kadar samimi olmama kararı aldım.


Battalgazi’den sonraki durak Malatya’dan 10 km kadar uzakta olan Yeşilyurt. Yolu demiryolu kesiyor. Eski bir demiryolu, muhtemelen yurdu demir ağlarla döşediğimiz dönemden kalma.



Yukarıda Yeşilyurt'un tepeden çekilmiş fotoğrafları var. Rehber kitaplarda burası şuna benzer tanımlamalarla anlatılıyor. “Bahar aylarında tabiatın her tondan en güzel yeşiline ev sahipliği yapan şirin beldemizde, başta kayısı ve kiraz olmak üzere birçok meyve bahçesi görmek mümkündür. Yemyeşil doğası ve sulak arazisi ile Yeşilyurt, özellikle yaz aylarının sıcak günlerinde serin rüzgarları ile Malatya halkını kendine çeker” Tabi doğa düşkünü bir adam olarak ben de bu tanımlamaların etkisinde kalıp yeşili ve suyu aradım. Tamam rüzgarı var ona bir şey demiyorum ama buyurun yeşil doğayı sonraki resimlerle birlikte değerlendirelim. Umarım havalar ısınınca daha iyi olur.


Aşağıdaki resimlerde görülen hemen hemen her yola girdim ama bu görüntüler bulabildiklerimin en yeşil olanları. Yaşlı amcalar derler ki ”Eskiden buralar ardıç ormanıydı ama hepsi sorumsuzca kesildi, tepeler çorak kaldı.” Gerçekten de ağaçlar sadece vadinin ortasından akan cılız derenin kenarında var.




Arkadaşla birlikte ne yol görürsek girdik. Bir yere varmak için değil, yolda olmak için, motor tepesinde olmak için.

Issız yollardan birinde giderken yol kenarında mahzun gözlerle bana bakan yaşlı bir amca vardı. Durdum yanında utanmış otostop yapmaya, bir de araba değilim tabi. Aldım arkama birlikte 5-10 dakika gittik. İlk başta dengesini bulamadı ellerini bir yere koyamadı ama sağ salim ulaştırdım onu bahçesine.



Malatya’ya gelmeden önce çevre hakkında biraz araştırma yapmıştım. Şu ana kadar gördüklerime bakarsak hayal kırıklığına uğradığım söylenebilir. Bir de diğer doğu illerinden çok daha yeşil olduğu söyleniyor. Varın gerisini siz düşünün.
Örneğin yukarıdaki resim buranın bilinen yerlerinden İnek pınarı. Kayaların arasından bir derenin doğuşunu görmek mümkün. İlk bakışta çekici bir yer gibi görünse de resimde görülen çevredeki küçük beyaz şeylerin hepsi naylon poşet, pet şişesi, kırık rakı şişeleri ve bilumum çöp, pislik. İnsanın canı sıkılıyor. Ben de buraya uğramadan geçip daha önce gitmediğim yola devam ediyorum.

Yol rakım kazanarak ilerliyor. Git babam git bir yere vardığı yok. Dolambaçlı ve ıssız bir de. Aklıma kötü şeyler geliyor: Teröristler çevirse şimdi beni, yabancı olduğum belli, cebimde de askeri kimlik var diye korkuyorum. Ne yalan söyleyeyim, adrenalin hoşuma gidiyor ben de devam ediyorum ve bir süre sonra karşıma bunlar çıkıyor:




Köyün ilk evinde oturuyorlar. Onları görünce rahatlıyorum biraz. Selamün aleyküm² selam’laştıktan sonra hemen davet ediyorlar eve. Soğuk ayran ikram ediyorlar. Sanki daha önce tanışmışız gibi sıcak insanlar. “Nasılsın iyi misin? İşler nasıl gidiyor” filan diye direk muhabbete giriyorlar. Yemeğe almak istiyorlar ama gitmem gerek. Burada telefon çekmiyor, hastaneden ararlarsa bulamazlar. Yola devam etmek istiyorum. 30-40 km sonra çevre yoluna bağlanıyormuş ama yol çok izbe diyorlar. Üstelik benzinim de yetmeyebilir. Geri dönüyorum.



Dönüş yolu endişelerim sona erdiği için dağlar tepeleri izleyerek keyifle sürüyorum.




Bazı yerlerde toprak kıpkırmız renk alıyor.


Hava kapanıyor, yağış olursa motorda olmak istemem. Hem kıyafetim uygun değil hem de yollara güvenmiyorum. Dağlardaki bulutlar çarpışıp yağmur olabilirler, manzara güzel ama dönmek gerek.


Dağlardan gelen kar sularının ne kadar azaldığına somut bir kanıt bu fotoğraf. Anlaşıldığı kadarıyla eskiden kocaman bir ırmak olan bu yerde şimdi incecik bir dere akıyor.


Sabah 9’da hastaneye gitmiştim motorla. Apandisiti olan bir hastaya baktım. 9.30 gibi yola çıkmıştım akşam saat 6 oldu. Kısa kısa molalar verdim ama genelde motor üzerindeydim. Motor arkadaşım da beni hiç üzmedi, zor parkurları rahatlıkla aştık beraber. Korumalı kıyafetlerime bir kavuşayım da…Artık Nemruta çıkmanın vakti geldi çünkü.