16 Haziran 2007 Cumartesi

ELAZIĞ

ImageChef.com - Custom comment codes



2-3 Haziran Elazığ-Battalgazi


SORU: Aşağıdakilerden hangisi Cumartesi öğlen saat birde odasında ne yapacağını düşünen Gökhan’a uyan aktivitelerden birisidir?
1) TV karşısında salak sulak programlar izleyerek uyuklamak.
2) Yorgun hissetmeme ve istemememe rağmen kapalı spor salonuna gitmek.
3) Güneş parlarken odamda diz üstü bilgisayarda ödüllü filmler izlemek ya da sinemaya gitmek.
4) Malatya’nın çevresindeki güzellikleri bir kez daha gezmek.
5) Ciddi kitaplar okuyarak bilinçlenmek.
6) Okey ya da tavla oynayan arkadaşlarıma katılıp haşlanmış mısır yemek.
7) Arabama atlayıp 98 km ötede Elazığ’a 9 Eylül Acilden Murat’ın yanına gitmek.
8) Motosikletime atlayıp 98 km ötede Elazığ’a 9 Eylül Acilden Murat’ın yanına gitmek.

Hımmmmm…..Ben şöyle bir bakıyorum doğru cevap sanki 8. şık gibi. Yahu ben hala söylemedim aileme motor aldığımı değil mi? Alışkanlık oldu galiba. Ne yapayım ama motor alırsam uyuyamayacaklarını söylüyorlar. Eh ben de insanları uykusuz bırakmak istemem hani.
İlk Özra’ya söyledim motor alma fikrimi. Karşılaştığım tepki anne babamınkinden daha sertti. Motorumla arkama atıp tavladığım kadını şimdi güvende olduğum, güvenli sürdüğüm ve her türlü güvenlik donanımını kullandığıma ikna ederek sakinleştirmeye çalışıyordum. Bir şekilde oluyor ama zor oluyor yahu. Hayır, sözüm sözdür yemin ederim çok güvenli kullanıyorum, hele ki koca racing aletlerde kask bile takmayanların memleketinde garip olsa da hala her türlü korumamı giyiyorum. Neyse ki o da inanıyor geri döneceğime.
Geçen sene de benzer şey olmuştu, 250 cc’lik çapır aldıktan bir ay sonra artık “Eh yeter artık Karşıyaka’da da gezmek istiyorum ulan!” deyince haberi olmuştu annemle babamın motor aldığımdan. Kardeşim ise bir ay öncesinde benimle birlikte gelmişti motorumu almaya. Yağmurlu bir cumartesi ben ilk kez vitesli bir motor kullanırken o da ilk kez bir motorun arka koltuğuna oturuyordu. Yağmurun altında ikimizin de keyfi tıkırındaydı. Hiç söylemedim ama o ufacık yolculukta bana ölümüne güvenen kardeşimin güvenini kırmaktan endişelendim. Hadi ben kırayım kafayı ama o kırmasın. Aramızdaki sırdı o zamanlar aldığım motor. Bir süre gizli âşıklar gibi motor hakkında haberleştik. Şimdi de Özra dışında kimsenin haberi olmadan önce kardeşimin haberi oldu motorumdan. Eski alışkanlıklar devam ediyor demek ki. Biz, yani kardeşim ve ben, her ne kadar uzak görünsek de ana babamızın gözünde, onların bizi bildiğinden daha yakın olduğumuzu bilerek bıyık altından gülmeyi sürdüreceğiz gibi geliyor bana. Umarım öyle olur. Kasksız koşarız birbirimize doğru kafa üstü, tam toslayacakken kafa kafaya, yanaktan öpüşüveririz.
Yaşımız artık otuz küsurları gösterse de içimizde kalanları yapamadığımız sürece zaten sandığımız gibi olgunlaşamayacağımız için bırakalım artık içten gelen duygularımız söz sahibi olsun.
Yeni motorumla ilk uzun yoluma çıkıyorum. Elazığ buradan klimalı son model otomobillerle çok rahat ve güzel bir yol. Peki ya motorla? Ne demeliyim öyle değil böyle mi? Hayır, aynı dört şeritli rahat yolda zevkle ilerliyorum. Hızım en fazla 90 km/saat, daha fazla basmıyor ki benimki. Çevrede bahçeler, baraj kenarında sanki Urla’ya gidiyor gibiyim. Yol alırken titreme çok fazla, ses de öyle çok ki, “Yol boyunca hiç bir sohbet edemeyecek miyiz?” diyenler bu geziden dostlarına bahsetmesin.

Yukarıda görmüş olduğunuz yol arkadaşım 200 cc’lik yaklaşık 15 beygir gücünde, torku yükselsin diye arka dişlileri büyük yapılmış Ramzey’in cross makinesi. Motoru önceki hikâyelerde bana eşlik eden Pioneer’in kalitesini ve sağlamlığını bence kanıtlamış motorun aynısı. İki motosiklet arasında önemli farklar var: Öncelikle biri “naked” yani çıplak motor sınıfında iken bu cross motor. Yani biri daha çok asfalt için iken cross olan asfalt dahil dağ dere tepe(hakikaten öyle, dere dahil yani, bizzat denedim) hemen her türlü yolda gidebilen bir makine. Torku gayet yeterli. Eğer bir eğim çıkılamayacak kadar dikse tepe taklak dönecek kadar güçlü ve hiç durmadan dönen tekerleklere sahip. Tırtırlı tekerlekleri sayesinde daha önce naked ile ikinci viteste gidebildiğim toprak yollarda bununla fazla denge kaybı olmadan 3 veya 4. vitesle gitmek mümkün. Üstelik yumuşak ve yüksek amortisörleri sayesinde yoldaki çukur veya yükseltilerde hafif bir sallantı dışında bir şey hissedilmiyor. Tabi bu artılar aynı zamanda eksi hanesine uzun yolda fazla titreşim ve az hız olarak yansıyor. Ama bu motorun en önemli özelliği tabi ki benim olması


Bin bir türlü motokros haşarılığı ile geçen kısa süreli eğlencelik yolculuklarım olmuştu. Hatta bunlardan birinde durduğum yerde motoru düşürüp vites pedalını yamulmuştum. Bir süre sonra kilometre olarak olmasa da isim olarak başka bir şehre gitme güdüm içimi gıdıklamaya başlamıştı. Bir cumartesi öğlen vakti güneş tepedeydi, havada bunaltıcı bir sıcak vardı. Balkona çıkıp aşağı baktım. Sonra içeri odama göz attım. Ya şıklarda belirttiğim gibi spora gidecektim, ya arabayla ya da motorla gezecektim. Fazla düşünmeden dışarı çıktım. ÇÜNKÜ BİR MOTORCİE İÇİN FAZLA DÜŞÜNMEK İYİE DEYİLDİER!!!. Yola çıkmak için aşağı inerken yanımda ne eksik ne fazla malzeme vardı. Yedek tişört, sivitşört, su, çakı, fotoğraf makinesi, yedek piller vs… Elazığ’da askerliğini yapmakta olan acil hekimi dostum Murat’ı aradım. O gün bir işi yokmuş, beni karşılayacakmış. Hemen rotamı Elazığ’a ayarladım. Planım 1-1.30 saat sürecek yolculuk sonrası fazla oyalanmadan Malatya’ya geri dönmek. Her hikaye’de bunu tekrarlamak artık abesle iştigal olmaya başladı ama artık hep beraber bunu kabul edelim madem ki: Yollar şahane. En dar yerinde üç şeritli ve yolda şakacı çukurlar yok. Keyifle yol alırken ilk 20. km civarında bahçeler arasındaki çevresi yemyeşil ve dolayısıyla bol böcüklü yoldan 90 km hızla geçerken sağ baldırımın iç yanında feci bir acı hissettim. Daha ne olduğunu anlamadan bir tane daha geldi. Hemen hız kesip yolun kenarına yanaşıp neler olduğunu anlamaya çalışırken aklıma geçen sene yaşadığım benzer hikâye geldi. O zaman da eldiven takmadığım için eşşoleşşek arısının biri montumun sağ kolumdan girip, bir acaba eşşoleşşek arısı insan kolunu kaç kez sokabilir denemesi yapmıştı. En son kıçını sallaya sallaya başparmağıma iğnesini batıran eşşoleşşeği acılı gözlerle izleyip bir yandan olanca gücümle üzerine üflerken, kafamda kask olduğundan hayvanın üfürüğümden etkilenmediğini, rekorundan memnun vaziyette kendiliğinden uçup gittiğini neden sonra anlamıştım. Şimdi de acı içinde kıvranırken o kısacık saniyeler içinde eldivenlerimi ve botumu kontrol ettim. İki ihtimal vardı, ya bir şekilde paçamdan girip yukarı kadar çıkıp –ki bunu hissetmemem çok zor- yolunun daralıp sıkıştığı yerlerde soktu ya da apış aram fazla rüzgar almadığından oraya tesadüfen kondu ve ben ileri geri hareket edince altımda sıkıştı ve pantolonumun üzerinden soktu. O sıkışık durumda her ne kadar sebebe yönelik mantıklı açıklamalar yapılabilse de asıl önemli olan elbette soruna çözüm üretmek. O ya da bu şekilde olay şu ki sağ baldırım iç yukarısını mütemadiyen şişleyen içeride ya da dışarıda bir böcük var. Çözüm saniyeler içinde geliyor. Sol elime bakıyorum, sağlam ve kalın deri motor eldiveni var hala. Daldırıyorum elimi malum bölgeye sıkıyorum da sıkıyorum, çitile yavrum çitile! Muhtemelen yanımdan geçen arabalardakiler “Kim bu kendi kendine İstiklal Marşı söyletmeye çalışana salak?” demişlerdir. Neyse elimi açıp baktığımda bir sürü böcük parçası görsem de beni neyin soktuğunu anlayamadım. Büyük ihtimalle eşşşşek arısıydı. Zaten atopik bir bünyem var, bir ara “Lan burada yol kenarında geberip gitsem kimsenin ruhu duymaz” diye korktum. Her zamanki gibi acım geçince kısa süre içinde endişelerim de geçip gitti. Sadece birkaç gün boyunca üçüncü testisimmiş gibi görünen yumuşak doku şişliği ile dalga geçip datlu datlu kaşındım.

Malatya’dan Kömürhan Köprüsü yaklaşık 50 km. Bu köprü Karahan baraj gölü üzerinde ve Elazığ- Malatya sınırını belirliyor. İki şehir arasında arabayla yol yaklaşık fazla basmadan bir saat on beş dakika sürüyor. Kısaca 98 km. Arada çalışan minibüsler üç YTL ücret alıyorlar. Bu uzun yol için bana ucuz geldi.
Kömürhan Köprüsü’ne gelmeden önce yolun solunda uzanan Karahan Barajı’nın sahil şeridi özellikle Ege’yi özleyen ben’de denizi hatırlatıyor. Hız keserek yolun sağından manzarayı seyrederek yavaşça ilerliyorum. Burası bana nedense Burhaniye ve Ören’i hatırlattı.


Köprünün başında şunlar yazıyor: “Köprüden izinsiz yaya geçmek, araçla durmak, fotoğraf veya video çekimi yasaktır” Bu çekimleri yapmadan önce ben de tereddüt ettim ama baktım gelen geçen fotoğraf çekiyor etrafta da bir Allah’ın kulu yok çektim gitti işte.


Köprüyü geçtikten sonra yol yukarı eğimleşiyor, artık Elazığ sınırları içindeyim. Sonradan yukarıdaki fotoğrafa bakınca aklıma hoş bir anı geldi: Bundan yaklaşık 8-9 ay önce bu zamanlarda doğuda bir yerde mecburi hizmet yapıyor olurum herhalde diye hesaplamıştım. O zamanlar aklımda askere gitmek yoktu. Ben de boş vakitlerimde tutup internetten motor bakmaya başlamıştım. Bir BMW F 650 beğenmiştim. Sahibini koyduğu tanıtım fotoğrafı beni cezp etmişti. Aşağıda göl manzarası toprak yolda parıldayan motor çok güzeldi. Asıl güzel olan motor değil de o motorla hiç bulunmadığım coğrafyalarda turlama şansımın olmasıydı, göl kenarında stabilize yollarda keşfederek dolaşma ihtimali beni heyecanlandırmıştı. Hemen yazılı telefonu aramıştım. Sahibi Elazığ’da pratisyen hekimmiş. Fotoğrafın neresi olduğunu sorunca “Keban’ın kıyıları” demişti, “Oralarda gezmek çok güzel oluyor”. Şimdi yukarıdaki fotoğrafa bakıyorum da, yerine BMW F 650’yi koysak aylar önce baktığım fotoğrafın aynısı olur. Motorum belki BMW değil ama sürdüğüm yollar ve soluduğum hava aynı. Kaderin cilvesi işte.


Burada ve buralarda çektiğim pek çok fotoğrafta suların yüksek olduğu zamanlardan kalma izleri görmek mümkün.
Elazığ’a kadar yolda ilginç fazla bir şey yok. Belki de vardır ama ben yolun keyfine kapılıp sürmeyi tercih etmişimdir. Girişte Murat’ı aradım beni arabasıyla aldı. Evine doğru onu takip ederken vitesi düşürmem gerekti. Sol ayağım boşlukta, olmayan pedalı aşağı bastırmaya çalışıyor. Göz ucuyla bakıyorum aşağıya hakikaten yok vites pedalı. Hani birkaç gün önce pedalın üzerine düşürmüştüm ya motoru, sonra düzeltmiş ama sıkmamıştım. Sanırım onun dersini veriyor bana. Neden ders? Çünkü 5. viteste durmadan geldiğim 50 km boyunca onca arabanın geçtiği otobanda bulmam imkansız iken düşmek yerine, yüz metre arkadaki yola düşüyor. Geri yürüyüp buluyorum yolda pedalı. Alışık olmayan ellerimle takmak tamircilere nazaran uzun sürse de beceriyorum işte. O taktığım pedal hala çıkmadı yerinden yahu! Hoş artık istese de çıkıp yola düşemez ya neyse…




İlk izlenimlerim şöyle: Elazığ’ın yolları Malatya ile karşılaştırıldığında kesinlikle daha düzgün ve düzenli. Merkeze ilerlerken bana Ankara Kızılay’a 5 km kaldı galiba izlenimi verdi. Yollar oradaki kadar düzenli ve tek yönlü. Malatya’nın karışık ve hareketli sokak yapısı, çukur dolu yolları Elazığ’da yok. Bu düzeni ve tek yönlü yolları beğenmeyenler de var ama ben karışık trafiğe tercih ederim doğrusu. Küçük olsun ama düzenli muntazam olsun demekte ısrar eden olursa önerilebilecek bir yer. Tek yönlü trafiğin ilerlediği çarşısında sanki piyasa yapınca bir şey oluyormuş gibi gereksiz gürültü yapan arabaların sayısı büyük şehirlerdekini aratmayacak kadar çok. Zaten bence özellikle yolda gümbür gümbür hani yüz metre önce kendisi daha görünmeden duyulan kemikleri titreten bası açıp saçma sapan parçalarla gürültü yapan herkese bir yaptırım getirilmeli. Bu hırboluk Elazığ’da da var İzmir Alsancak’ta da, Ankara 7. cadde’de de. İstanbul’u kategori dışı tutuyorum, oradakilerin toplamı Anadolu’dakileri aşar çünkü.


Şehri kabaca dolandıktan sonra hava kararmadan Harput’a çıktık.

Girişindeki evler her ne kadar insana daha içeride eskiden kalan korunmuş yapılar göreceği izlenimini verse de içerilere girince fazla tarihi mekan kalmıyor. İkimiz de aç olduğundan Harput girişindeki lokantaya oturduk. Manzara yukarıdan görülen beton yığını binalar her şehirde ne kadar güzelse bu şehirde de o kadar güzeldi. Dolayısıyla manzara amaçlı oturduğumuz yerde fazla manzaraya takılmadan nişanlılarımızla keyfimizi paylaştık.

Murat önce “sırın” istedi. Daha önce hiç duymamış ve denememiştim bunu. Belki de açlığımın etkisindendir ama aşırı beğendim bu yemeği. Yapması da çok kolay üstelik. Bildiğimiz hazır yufkayı uzunlamasına kesip resimde görüldüğü gibi doluyorsun, üzerine baharatlı tereyağ ve az sarımsaklı yoğurt dökünce bu yöresel yemek ortaya çıkıyor. Ben ilk başta hazır yufkanın da bir pişirme işleminden geçtiğini düşünmüştüm ama yanılmışım. Zaten çiğ yufkanın da tadı fena değildir aslında. İyi oldu, ne öğrendin diyen olursa hazır yufkayla iki dakikada yapacağım bir yemek öğrenmiş oldum.

Ardından gelen kavurma pek özellikli olmasa da oburluk yapıp hepsini mideye indirdim.
Keban Barajı nedeniyle Elazığ’ın iklimi değişmiş. Gerçekten de haritaya bakılacak olunursa şehrin çevresi artık sularla çevrili. Dolayısıyla 98 km ilerideki Malatya’da günlük gülistanlık olan hava buraya gelindiğinde yerini yağmura bırakıyor. Velâkin daha yemeğimizi yerken Malatya yönünde beliren koyu renkli bulutlar akşamüzeri geri dönmeyi planladığım için beni rahatsız etmişti.


Tepede mesire yerleri ve çay bahçeleri var. Buradaki hediyelik eşya dükkanından bizimkilere hediye almak istedim ama beğenecekleri bir şey bulamadım.


Fazla oyalanmadan Harput kalesine gittik.


Tabeladakileri aynen aktarıyorum: “Harput Kalesi: 8.yy başlarında Urartular tarafından kurulmuştur. Roma ve Bizans İmparatorlukları çağında Ziata Castellum, Araplarca Hısn Ziad adlarıyla anılmıştır. 1087’de Türkmen beylerinden Çubuk Bey tarafından fethedilmiş, 1112’de Artukoğlu Belek Gazi’nin, 1234’te Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat’ın eline geçmiş, 1515’de de Yavuz Sultan Selim tarafından alınmıştır.
Kale ve surlara ait mimari kalıntıların tümü ortaçağ’a aittir. Kale’nin en üst kısmında Artuklu Sarayı’nın kalıntıları yer alır. Osmanlı döneminde iç kale adıyla bir mahalle kurulmuştur. Bu mahallede Elazığ Müze Müdürlüğü’nce arkeolojik kazılar başlatılmıştır.”


Girişten hemen sonra Elazığ manzarası başlıyor.


Yüksekten ilerlerken aşağıda taşlarla yazılmış yazılar dikkati çekiyor. Sevgililer isimlerini bu şekilde ölümsüzleştirmek istemişler.


Gerçekten de burası tarihi gezi yapmaktan çok sevgililer için sotede baş başa kalma yeri olarak kullanılıyor gibi. Kimse karışmıyor tabi burada. Zaten karışmak isteyen kişi onlara ulaşmak için kayalar üzerinden tehlikeli bir yolculuk yapmak zorunda. Bu arada aşıklar da diğer taraftan sıvışıverir.

Yukarıda kazıların yapıldığı yerlerde ise üzeri kapalı ne olduğu yanında yazan tabeladan anlaşılan birkaç kazı alanı var. Kenarından köşesinden içeri baktık ama boştu.


Harput Kalesi’nin tam karşısındaki tepede de sanki Harput Kalesi’ne kafa tutarmışçasına yapılmış granitten kocaman lüks bir yapı var.


Belediyenin misafirhanesiymiş. İlk daha halka açık sosyal bir yapı olduğunu sanarak sevinmiştim ama değilmiş.


Zaten kimse de yoktu çevresinde. O kadar para harcanmış, lüks ama o kadar da boş. Yapının halka yukardan bakan zihniyetin eseri olduğu belli de, Harput Kalesini yücelteceğine aşağısına alan bakış açısıyla benim gözümde çıtayı çoktan aştı. Notum sıfırın altında. Bence halka ayıp etmişler. Çünkü burası herhangi bir yer değil, hafta sonları daha çok olmak üzere insanların boş vakitlerinde gezinti yaptıkları en önemli mekân. Burada dolaşan herkesin Harput’tan bile daha yüksek olan bu lüks ama boş yapının kendilerinin giremediği belediyenin misafirhanesi olduğunu öğrenmesi kalpleri kırıyor olmalı. Onlara yukardan bakan zihniyetin, geleceği Harput Kale’sinden daha virane olacağını umduğum betonarme utancı. Üstelik çevresinde bu yapının ne olduğunu yazan hiçbir yazı yok. Yani oranın pekala Elazığ’ın zenginlerinden birine ait olduğunu düşünüp zaten haddini aşmış gelir uçurumu nedeniyle bıçağını bileyenler de az değildir.
Gezimizden pek de tatmin olmadan Murat’ın odasına döndük. Yol üzerindeki eski Harput Evi’ni bile görmezden geldik. Harput’tan aşağı inerken Murat’ın ralli gösterisinin içinde olmayı ama arabanın içinde olmamayı diledim. Akşam dışarı çıkıp bir şeyler içelim dedik. Murat buralarda üç aydır yaşıyor, bildiği bir yer varmış. Adını hatırlamıyorum ama işte canlı müzik yapılan yerlerden biriymiş. Gittik, içeri girmek için kapıyı aralarken adamın biri bizi durdurdu. Neymiş efendim burası pop barmış buraya damsız girilmiyormuş, yukarı da türkü bar varmış istersek oraya damsız da girebilirmişiz.

Türküleri aşağılarcasına isterseniz türkü kısmına geçin önerisine sinirlenip ortamı terk ettik. Bir on dakika kadar -ki bu arada Murat başka arkadaşlarından nerede iki erkek arkadaş olarak birkaç bira içebileceğimizi soruyordu- galiba eve dönüp süt içeceğiz diye düşünmeye başlamıştım.



Sonunda Marathon Otel’in barında birer bira içip geri döndük. Buralarda olay ben içine girmesem de aynı sanırım. Özellikle Üniversite’nin aydın insanları biraz da haklı olarak pek az sosyal ortama takılıyor. Velakin Malatya ve Elazığ’da çalışan ilaç mümessili tanıdıklarımız insanların evlerinde eğlendiklerini dışarı pek çıkmadıklarını söylediler. Bu anlattıklarım tabi sadece benim kısıtlı zamanda gördüklerimin bir özeti. Ama üç aydır gidebilecek bir yer bulamayan ya da buldukları yere damsız oldukları için oturamayan insanlar sadece biz değiliz ve bunun bir anlamı olsa gerek. Tabi otelin pahalı ve saçma havasından kaçıp yola çıktığımızda gidecek başka alternatifimizin olmadığını düşünürken bir anda mesire yerine gitme fikri aklımıza gelince seviniyoruz. Adını unuttuğum çam ormanı gündüzleri mangal yapılıp çay içilen bir mesire yeri iken geceleri kadını olmayan genç erkeklerin buluşma yeri gibi. Ne de garantili bir yöntem? Genç erkeler bir arada, ortamda dişi yok, dolayısıyla kavga da yok.

Çam ormanın içinde arabanın farlarını söndürünce ortam kapkaranlık oldu. Uzun çam ağaçlarının bu ürpertici silueti altında aklıma hemen favori korku hikâyeleri geldi. Mesela blair cadısı. Tabi hikayenin ortasında biraz ötedeki arabadan arabesk sesleri gelmeye başlayınca bütün ambiyans bozuldu. Birkaç bira ve çerez alıp sohbete orada devam etmek üzere eve döndük.
Sabah uyandığımızda plan Hazar gölünün kenarında kahvaltı yapmaktı. Ne var ki saat 10 gibi hastaneden çağrıldım. Planımızın yarıda kalmasına çok sinirlendim. Hızlı bir kahvaltı yaptık. Murat’ın kaldığı misafirhanenin önünden motorumu alıp Malatya’ya doğru yol almak üzere hazırlandık. Bir güzel giyindin kuşandım, gözlük camlarımı da sildim, gözüme taktım ki aşağıda ki hadise vuku buldu. Sonradan izleyip izleyip güldük.

İlkokul 4. sınıftan beri gözlüğe olan bağımlılığımı acı bir şekilde hatırladım. Uğraşıp camı eğreti de olsa yerine taktım. Bu hadise 4 derece miyop olan gözlerimi lazer ile çizdirme fikrini aklıma düşüren olay olarak tarihe geçsin. Şu anda gözlük takmıyorum. Olaydan 2 hafta sonra gözlere lazer yapıldı.
Yol pek keyifliydi, bu sefer bir önceki gün gibi yağmur riski yoktu. Üstelik bu sefer vites pedalını da motora ileri teknoloji malzemeleri ile bağlayıp güvenceye aldım. Bakın videoda var nasıl yaptığım.



Yolda durmadan edemediğim süper manzaralı yerler vardı.








Bu fotoğraflar daha önce etkilendiğim BMW’ninkilerden daha da güzel oldu. Olur da bir gün motoru satmak istersem belki benim gibi hayaller kuran adamları oltaya takabilirim.



Sanki Akdeniz’de ya da Ege’de kıvrımlı koylarda yol alıyormuş hissi uyanıyor buralarda.




Hastanede işleri hallettikten sonra akşama kadar salak sulak vakit geçirdim. Yerinde oturma özürlü bir şahsiyet olduğumdan akşam üstü saat beş buçuk gibi göl kenarında toprak yollarda dolanmak üzere yola çıktım.
Bu engebeli toprak yollarda arabalarla dalga geçercesine hız kesmeden ilerlemek acayip keyifli bir iş. Motor cross ya hiç de acımıyorum çukura engebeye direk dalıyorum. Hafif ayağa kalkıyorum motor altımda öne arkaya salınıyor. Sanki ata biner gibi. Çok zevkli. Birkaç km sonra yol kenarında bir otomobilin yanında yatan iki kişi gördüm. Üstteki kız alttaki erkek. Biraz uygunsuz bir yer ama herhalde öpüşürlerken aşka gelip yere devrildiler diye düşünüyorum. Yanlarına yaklaşınca kız aniden kalkıp yaşlı gözlerle durmam için yalvarıyor. Belli ki yerdeki adama bir şeyler olmuş. Geri dönüp motordan inmeden yanlarında durduğumda yerde baygın yatan adamın yanındaki tabancayı ve adamın karnındaki fazla büyük olmayan kan izini görüyorum. Saliseler içinde aklımdan geçen fikirler şu şekilde. Adam vurulmuş, o halde:
1)Onu vuran yardımımı engellemek için beni de vurabilir.
2)Tüm bunlar kumpas birazdan adam ayağa kalkıp silahı bana doğrultacak ve soyacak.
3)Ulan dangalak şu andan garnizon terksin ve başına her hangi bir iş gelirse izin almadığın için ceza alacaksın.
4)Adama yardım etmeliyim ama önce aklımdan geçen bu komplo teorilerini dışlamalıyım.
Bu düşüncelerle yardım getireceğimi söyleyerek çaresizce ağlayan kızcağızı korkakça bırakarak gazlıyorum. Biraz ilerde durup hemen jandarmayı ve ambulansı arıyorum. Aklımdan geri dönüp yara kanıyorsa kompres yapmam gerektiği yankılanıyor. Kısa bir süre vicdanım ve kişisel çıkarlarımın çatışması nedeniyle kararsızca olduğum yerde duruyorum. İlerleyip yol kenarındaki arabalardan birini de yanıma alarak geri dönmeye karar veriyorum. Sürmeye devam ettikten birkaç dakika sonra karşıdan tozu dumana katarak gelen taksiyi durduruyorum. Arka koltukta iki köylü kadın var. İlerde yolda yatan bir yaralı olduğunu söylediğimde feryadı basıyorlar. Belli ki zaten ona ulaşmak için yola çıkmışlar. Onlara öncülük ettikten sonra hep beraber yaralının yanına ulaşıyoruz. Karnının kenarından vurulmuş, yine sırtta da kenarda çıkış deliği var. Yarada fazla kan yok, nabzı da benim ki kadar iyi atıyor. Yaşamını tehtid edecek yaralanması olmadığını görünce rahatlıyorum. Adamı incelerken bir yandan da feryat edip baygınlık geçiren teyzelerle uğraşıyorum. Apar topar yaralıyı taksiye atıp hastaneye yolluyorum. Yanındaki kız ve ben olay terinde kalıyoruz. Aklı başında kendine hakim sakin bir kız. Meğer adamın ailesi kızı istemiş, bunlar da vermemişler. Adam kızı işten alıp buraya kadar getirmiş, tartışmışlar falan. Adam önce kızı arabadan atmış sonra da kendini vurmuş. Jandarmayı bekle, ifade ver filan falan derken birkaç saatim bu şekilde gidiyor. Neyse ki adam hala yaşıyor, yoksa anında müdahale etmediğim için çok vicdan azabı çekerdim.



Böylelikle meoceralı bir hafta sonunu daha sağ salim, yorgun ve tatmin bir şekilde noktalıyorum.