15 Eylül 2011 Perşembe

TAYLAND

TAYLAND
(Mart 2011)
Özelde çalışmaya başladığımdanı beri uzun soluklu tatiller mazide kaldı. Sadece hafta sonları Cuma akşamını da birleştirip iki üç günlüğüne kaçabildiğim geziler yapabildim. Gezilerin sayıları artttı ama süreleri azaldı; üzerine yoğun çalışmanın getirdiği zorluklar ve zamansızlık da hayatıma eklendi. Bu nedenle gezip gördüklerimi paylaşacak aklıselim vakit bulmakta zorlanıyorum. İçim cız etmiyor, kendimi suçlu hissetmiyor değilim. Daha anlatacak çok şeyim olsa da ben sondan başlayayım dedim. Buyurun size Tayland:
Kalan bir haftalık tatilimi kış vakti sıcak memleketlerde yapmaya karar vermiştim. Aralık ayı gibi nereye gitsem diye düşünürken aklımda Hindistan, Tayland ve Filipinler vardı. Nitekim yalnız çıkacağım bu yolculukta biraz da eğlence fena olmaz diye düşünüp Tayland’ı seçtim.
Uçak biletimi iki ay önceden almıştım. Cuma akşamı işten biraz erken çıkıp kalkışa üç saat kala check-in için kontuara gittim. Erken gelmenin verdiği rahatlıkla pasaportumu uzatıp “Cam kenarı olsun lütfen” dedim. İşlem uzadıkça uzadı. Ters gidenin ne olduğunu sorunca görevli uçakta yer olmadığını söyledi. Etrafıma baktım benden başka sırada kimse yok, üç saat önce gelmişim, biletimi iki ay önce almışım ve üç yüz kişilik uçakta yer yok. Pek inandırıcı gelmedi doğrusu. Dediğine göre diğer bütün yolcular check-in işlemlerini yapmış. İlerideki kafede biraz beklememi istedi.
Neden sonra bir görevli gelip altı saat sonraki uçakla sizi Hong Kong’a gönderelim yanınıza da mağduriyet parası 200 Avro veririz dedi. Kabul etmedim çünkü Bangkok’ta beni Phuket’e götürecek uçağa biletim vardı. “O zaman bekleyeceğiz yer açılırsa bakarız” filan dediler. THY gibi bir firmada nasıl olabilir böyle bir şey diye itiraz etsem de bunun normal olduğunu sadece THY’nin değil bütün uçak şirketlerinin %10 fazla bilet satışı yaptıklarını söylediler. Daha sonra Phi Phi adasında tanıştığım hava kontrolörü John’da bunun doğru olduğunu teyit etti.
Yaklaşık bir buçuk saatlik beklemeden sonra görevlilerden biri gelip biletimi verdi. Diğer yolculardan biri tekliflerini kabul etmiş. Bileti alıp hemen İş bankasının Lounge’ına gittim. Kendime Bailey’s çakması likörlerden hazırladım.
Uçakta orta sıranın ortasında daracık bir koltuğa denk geldim. Kolum bacağım yandaki abilerle daimi temas halindeydi. Zaten bir süre sonra yurt arkadaşları gibi kanka olmuştuk. Çantamda rahat uyuyabilmek için kulak tıkacı ve güneş gözlüğü vardı ama gerek kalmadı. Herkese beyaz bir çanta dağıttılar. İçinde çorap (ayakkabıları çıkarınca çoraplar kirlenmesin diye), kulak tıkacı, uyku gözlükleri, pamuk, diş fırçası ve diş macunu vardı. Takdir ettim. Uçaktan ayrılırken görmemişlik edip yandakinin kullanmadığı çantasını da aldım, belki lazım olur.

Yemeğin yanında kırmızı şarap içip “Due Date” isimli komedi filmini ikinci kez izledim. Yine çok güldüm. Bir ara herkes uyurken fazla sesli güldüğümü fark edip utandım. Gece bir türlü uyuyamadım. Bir ara etrafımı horultu sesleri ile birlikte gevşeyen sfinkterlerden yayılan yellenme kokuları sardı, daracık koltukta boğulacağımı sandım.

Sonuçta akşam 20:00’de binip sabah 09:00’da sonlanan konforsuz bir yolculuk bir uçak yolculuğu yaptım. Tabi aslında saat farkından dolayı uçuş 13 değil 8 saat sürdü. Aramızda 5 saat fark var, Tayland 5 saat erken uyanıyor.
İner inmez ilk işim tuvalet aramak oldu. Akşamki menü pek yaramamış olsa gere üzerinize afiyet cır cır olmuşum. Kendimi tuvalete zor attım.
Tayland’da tuvaletlerde klozete monte su borusu yok ama klozetin kenarında tazyikli su püskürten hortumlu küçük duş başlıkları var. Ufak bir ayrıntı olsa da taharetlenirken dübür nahiyesine tazyikli su değmeden huzura eremeyen Türk insanları için hoş bir sürpriz.
On beş yıllık emektar sırt çantamın sürekli gevşeyen bağlarını sıkıp Phuket uçağı için check –in yaptım. Sırt çantasını uçağa gönderip kalan iki saatte havaalanında dolandım.
Bangkok’a altı yıl önce yine gelmiştim. O zamandan bu yana Havaalanı yenilenmiş ve güzelleşmiş. Ülkeye zengin bir hava katmış. Hafta sonu olduğundan mı bilmem her yer çok kalabalıktı.
İkinci kata restaurantların bulunduğu alana gidip, ülke dışında olmanın keyfini çıkardım. Yürüdükçe yanımdan geçen vitrinlerde neler olduğunu anlamaya çalıştım. Çoğu Türk’ün sevmediği o Tayland kokusunu çektim içime. Koku bu katta haliyle daha fazla çünkü aslen yemeklerde kullanılan Hindistan cevizi yağı ve baharattan kaynaklanıyor.
Marketten birkaç kutu soğuk neskafe aldım. Bizde 3-3.5 TL’ye satılan bu mereti çok sevmeme rağmen Türkiye’de pahalı diye almak istemiyorum. Neyse ki burada tanesi 1,25’e geliyor.

İlk Tayland seyahatimden hatırladığım bir şey var: Havaalanından çıkışa ilerlerken “Mont filan getirmedim, acaba üşür müyüm?” diye saçma bir düşünceye kapılmıştım. Ne zaman ki “exit” yazısından açık havaya adım atmıştım ki, insanın üzerine oturan basık ve nemli bir sıcak üzerime çökmüş anında terlemeye başlamıştım. Bunu yine denedim; yine oldu.

Tayland’lıları bu modern havaalanı için kutlamak lazım. Atatürk Havalimanı’ndan iki katı daha büyük neredeyse, hem iç hem dış görünümü etkileyici.
Öğlen vakti Phuket uçağına bindim. Bir saat sonra adaya ulaştım. Denizden yaklaşan uçak kumsalın 10-20 metre üzerine kadar alçalarak piste indi.
Phuket Havaalanı’ nda kapıdan çıkar çıkmaz her yöne giden dolmuşlara bilet satan acenteleri görüyorsunuz. On dakika sonra kalkacağını söyledikleri birinden Patong’a gitmek üzere 150 Baht’a bilet aldım. Yabancı dil bilmeyen şoför yol üzerinde başka bir acentede durarak yolcuların inecekleri otelleri not etti. Bu arada diğer görevliler de yolculara muhtelif tur paketleri satma telaşındaydı. Neyse ki istemiyorum deyince fazla ısrar etmiyorlar.
Türkiye’deyken Booking.com’dan Patong otellerine göz atmış ve PL Guesthouse’u gözüme kestirmiştim. Patong aksiyonunun göbeğinde uygun fiyatlı ve temiz bir oteldi. Minibüsten inip doğru oraya gittim. Burada ücretler kişi değil odabaşına belirleniyor. İkiz yataklı kocaman oda için 1200 den başlayan pazarlık 800’de sonlandı (1 TL=20 Baht).
Duştan sonra uykusuzluğa dayanamayıp yatağın bir kenarında sızmışım.

Akşam kalkıp trafiğe kapalı meşhur barlar sokağına yürüdüm. Adından da anlaşılacağı üzere bilumum bar ve diskonun olduğu gürültü bir caddeydi. Aralarda ayaküstü atıştırmalık ıvır zıvırın ve işporta dandik malların satıldığı dükkânlar vardı.


Girişimci Türk kardeşlerimiz de burada dondurmacı tezgahı açmışlar. Bence tezgahın önüne inek çanları asıp arada bunlara dondurma küreğiyle vurarak “Gieeel!!” diye bağırsalar daha çok ilgi çekerlerdi. Bu düşüncemi onlarla da paylaştım. Belli ki onlar da buraların rehavetine alışmış.
Dolanırken bir yandan da yarın çevre adalarda gezinmek için tur bakındım. Dokuz adaya uğrayan James Bond Adası turunu beğendim. Kaldığım otel yakınındaki tur acentesi pazarlık sonrasında turu 1000 Baht’a bıraktı. Merkeze gittikçe aynı turun fiyatı 3000’e ulaşmıştı. Üstelik pazarlık falan deyince de teklifim ayıpmış gibi tepki gösterdiler. Sanki ben bayılıyorum her şey için pazarlık yapmaya. Ülke böyle ben ne yapayım? Dönüp ilk sorduğum yerden aldım.

Yukarıdaki resimde de görüldüğü gibi envai çeşit tur var. Ada turları, fil safarisi, kano macerası, yılan şovu, timsah bişeyi, tay boksu falan filan; seç beğen. Broşürlerin üzerindeki fiyatlar sattıkları fiyatın iki katından daha fazla.
Baktım çevrede en ucuz satış yapan bu kız Phi Phi Adası biletimi de 300 Baht’a ondan aldım. Adada diğer arkadaşlar aynı tekne için 500-600 Baht ödemişler.

Uykum açılınca karnım da acıkmaya başladı. Cadde üzerinde bir yere oturup karnımı doyurdum. Bira (Singha) ve karidesli noddle’a 200 ödedim.
Bu rakamlar aslında Tayland için çok pahalıydı. Hoş bunda bulunduğum bölgenin turistik bir yer olması da etkili. Altı yıl önce 100 dolara 4000 Baht alınabilirken şimdi bu 3000 Baht’a gerilemiş. Baht hem değer kazanmış hem de fiyatlar artmış. O yüzden daha önceki seyahatten aklımda kalan çok ucuz ülke imajı daha ilk günden silinmiş oldu. Yine de haksızlık etmeyelim, hala Türkiye’den daha ucuz.

Merkezde tek çok katlı alışveriş merkezi olan Jungceylon’a gittim. Güneş gözlüğüm yoktu, işe yarar bir şeyler alırım nasılsa ucuzdur diye düşündüm. Birkaç mağaza ve seyyar gezdim ama fiyatlar bizdekinden farklı değildi.
Alt kattaki Karfur’a girip mağazayı gezdim. Raflardaki “şey”lerin ne olduğunu anlamamak bana büyük keyif verdi. Erkek kozmetik reyonundan duş jeli, parfüm, krem ve deodorant aldım. Adidas marka duş jeli bizim parayla 1-1.5 TL gibi bir şeydi.


Aarka kapısından çıkıp dolanarak otele dönüş yoluna geçtim. Caddeler motosikletle doluydu. Köşe başlarından birinde yukarıdaki benzinliği gördüm. İçine bir kişinin girebileceği barakanın çevresine sıralanmış şişelerde “demo” benzinler vardı.
Yol üzerinde onlarca masaj salonuyla doluyduı. Yürürken daimi olarak bir yerlerden “Masaaaj, masaaaj” diyen kız sesleri geliyor. Yanlarında geçerken de sürekli “ Yok istemem” hareketi yapmak gerekiyor. Daha dolmuştan indiğimden beri otelin yanındaki salonlardan birindeki orta yaşlı kadın önüme atlayıp kolumdan tutuyor beni içeri çekmeye çalışıyordu. Her geçişimde ben ondan kaçıyorum o da beni şakasına kovalıyordu. Elimdeki torbaları odaya bırakıp geri dönerken aynısı yine oldu. “Eh tamam o zaman çok ısrar ettin deyip” içeri girdim. Üst kata çıktık. Birbirinden ince suntayla ayrılmış paravanlardan birine girdik. Sünger yatak kullanmaktan iyice incelmiş, yastık renk değiştirmişti. Neyse ki üstlerine havlu serip öyle kullanıyorlardı. Hoş havlunun da kim bilir nerelerde kullanıldığını bilemiyorsunuz. Neyse ki hijyen delisi değilim.
Benim yarım kadar olan orta yaşlı kadın ayaklardan başlayıp başa kadar tüm vücuda masaj yaptı. Sonlara doğru uyguladığı gerdirme pozisyonu şöyleydi. Ben ayaklarımı düz uzatmış oturuyorum, kadında kollarımı arkamdan kilitlemiş tüm ağırlığı ile sırtıma bastırıp üzerime abanıyor. Bu benzeri değişik gerdirme hareketleri nihayetinde rahatlamam gereken masaj biraz işkenceye dönüştü. Bir saat sonra masaj sona erdi ve kadın finiş dedikten sonra beni yüz üstü çevirip mahrem bölgemi işaret ederek “Do you want massage here darling?” diye sordu (Türkçe meali: Buraya da masaj ister misin kocacım?). “No thanks” dedim (Türkçe meali: Yok almayayım). Yemin ederim. Tahmin edersiniz ki cadde üzerinde sıralanmış bu masaj salonlarında “her türlü masaj” yapılıyor. Yok ben sadece masaj istiyorum derseniz o da mümkün, ucuz ve güzel.

Gece yarısına yaklaşırken trafiğe kapalı sağlı sollu barlar, diskolar, hayat kadınları ve kadın görünümlü hayat adamları ile dolu sokağa daldım. Yalnız yürüyen erkek gören hayat insanları sizi metrelerce uzaktan görüp etki alanına sokmaya çalışıyor. Neyse ki elle taciz etmiyorlar. İstemem deyip geçiyorsunuz.
Sadece sokak değil barlar da yarı çıplak Thai kızlarla dolu. Kimi dans ediyor kimi Amerikan barda oturmuş etrafa işveler atıyor.
Masajda kadının önerdiği en büyük diskoya girdim. Yaşlı yabancı erkeklerle genç eskortlarının yoğunlukta olduğu yürürken bütün yalnız kadınların sizi süzdüğü bir yerdi. Bira alıp etrafı seyrettim. Arap erkek gruplarının çokluğu dikkatimi çekti. Ülkelerinde bulamadıklarını burada doyasıya yaşamaya gelmişlerdi sanırım. İçlerinden bir grup fazla alkolden kendini iyice bozup striptiz yapılan metal borulara sarılıp dans etmeye başladı. Böylece ilk defa striptiz pistinde kıllı göbekli sarhoş Arapları da seyretmiş oldum. Pek ilgimi çekmediğimden caddenin karşısında ender giriş ücreti (100 Baht) alan yerlerden Rock City’ye gittim.

Davulcu hep aynı kalsa da her gece üç ayrı grup çıkıyor. İlk grup karışık bir şeyler söyledi. Güzel çalıyorlardı. Uzun saçlı paspal görünümlü çekik gözlü ağabeylerin hard rock hatta heavy metal söylemesi tuhaf geldi bana.

Kalkacaktım ki bir sonraki grubun tüm gece AC/DC çalacağı anonsu geldi. Daha önce hayatımda AC/DC çalan hiçbir grup dinlemedim. Nedeni basit: Solistlerinin cırtlak sesini adem elmasını ikiye yarmadan çıkarabilecek babayiğit yok da ondan. Meraklanıp bekledim. Grup beş kişi, vokal yabancıydı, Amerikalı olabilir, diğerleri Tay. Gitarcı Tay Abi aynı Angus gibi (AC/DC’nin gitarcısı) ceket altına şort ve spor ayakkabı giymiş, çalarken onun gibi ayak-bacak hareketleri yapıyordu. Vokal de orijinal grupla aynı, iri kıyım, siyah köylü şapkası, siyah atlet. Gösteri grubu olması nedeniyle buraya kadar normal ama vokal söylemeye başlayınca onun da aynı olduğunu duyunca kulaklarıma inanamadım. AC/DC bilenler ne duyduğumu tahmin ederler. Zaten severim AC/DC’yi, çakması da olsa aynısını çaldıklarından sanki konsere gitmişim gibi oldu.

Sabah erkenden tur servisi otelden beni aldı. Okul servisi gibi diğer otellere de uğrayarak minibüsü doldurdu. Yaklaşık bir saat sonra Phuket merkezine yakın derelerden birine bağlı sürat motoruna doluştuk.

İki yüksek beygirli motorun kulak tırmalayan sesi eşliğinde yol aldık. Karşıma üç şımarık Japon oğlan oturdu. Tur boyunca gürültü yapıp sigara içtiler. Yanımda oturan edepli Japon kızlara asıldılar ama onlar yüz vermedi.
Denize açıldıkça Tayland’ın küçük adacıkları da kendini göstermeye başladı. Derler ki bu sularda 800 civarında ada bulunur.

Beyaz kumsallı bol turistli bir kumsalda yarım saatliğine durduk. Sessizliği ve denize uzanan palmiye altında hamağa yayılmayı hayal eden ben bu kalabalık ve kuru gürültü nedeniyle hayal kırıklığına uğradım.

Kumsalda yürüyüş yaparken zıpkınladığı balığı çocuğuna gösteren babayı gördüm, iyice sinir oldum. “Bok var, neden öldürdün güzelim hayvanı, yiyecek misin?”dedim bir şey anlamadı.

Sahilden dolanıp yeni fotoğraf makinesini tanımaya çalıştım. Büyük fotoğraf makinesini yük olmasın diye götürmeyip yerine küçük ama geniş açılı bir makine almıştım. Pek tanıyamamışım demek ki çektiğim fotoğrafların çoğunda yanlış ayar yaptığım için ışık patlamış.

Turistik kumsaldan ayrılıp denize dik inen kayalar kümesine gittik. Motorla yanından yavaşça geçip hep beraber şaşırma efektleri yaptık.


Denizin ortasından yükselen kayaların dipleri gelgit nedeniyle oyulmuş, kocaman yeşil mantarlara benziyorlardı.


Oyuklardan sarkan sarkıtlar arasında küçük timsah büyüklüğünde kertenkele gördük. Objektif seslerinden bıkmış olsa gerek hemen uzaklaştı.


Adalar topluluğunun arasında dolanıp durduk. Tekneler dikkatimi çekiyordu. Hepsinde arkada motordan suya dik uzanan şaft vardı. Neden kıvırıp suya sokmadıklarını merak ediyordum, akşama doğru öğrendim.


Akşam vakti gel-git nedeniyle sular çekilince tekneler kıyıda karaya oturuyorlar. Pervaneleri zarar görmesin diye böyle arkaya boylu boyunca uzatmışlar şaftı.


Öğlene doğru kanoya binmek için bir tepenin önünde durduk. Tepenin altındaki delikten kanolarla arka tarafa geçecekmişiz. Ben güne nihayet biraz hareket geliyor derken her kanonun bir Tay kürekçisi olduğunu öğrendim. Kanoyla özgürce gezme hayallerim suya düştü.

Fazla da uzun değil yarım saatlik kısa bir gezintiymiş. Tam tembel işi. Kanocu arkada kürekleri çeksin, sen yayıl etrafı seyret fotoğraf çek.

İşin en heyecanlı tarafı daracık mağaralardan geçmekti. Bazıları o kadar alçaktı ki geçerken kafayı kayalara sürtmemek içi kanoya boylu boyunca uzanmak gerekiyordu.

Bu sırada da rasta saçlı kürekçiyle olabildiğince sohbet etmeye başladık. Kabaca şöyleydi.
- Where are you from?(Nerelisin?)
- İstanbul, Turkey
- Oh good, are you Muslim?(Ne güzel, Müslüman mısın?)
- Elhamdülillah.
- Selamun aleyküm.
- Aleyküm vesselam.
Meğer Tayland’ın kıyı kesiminde denizle iç içe yaşayanların büyük kısmı Müslüman imiş. Budistler genelde ülkenin kuzeyinde, karada yaşarlarmış.

Bu kürekçi müminin de yakınlarda denizin üzerine kurulu bir köyü varmış. Hatta küçük bir camileri bile varmış. Dönüş yolunda köyü görüp fotoğrafını çektim uzaktan.
Kano sırası beklerken bir küçük şişe bira içmiştim. Onu görmüş olacak ki “Madem Müslümansın neden alkol içiyorsun, seni bira içerken gördüm” dedi. Ben de bizim ülkede bu işlerin biraz daha “soft” olduğunu, susadığımız zaman, tatilde filansak sarhoş olmamak kaidesiyle bira içtiğimizi ama öyle viski votka filan gibi sert içki içmediğimizi söyledim. Hiç sarhoş olmuyor musun deyince de kuralları bazen esnettiğimi söyledim. Sohbetin bundan sonrası insanların yorumlarının ne kadar farklı olabileceğini gösteriyordu.
“Siz hiç içki içmiyor musunuz?” diye sordum.
”Asla, haram” dedi.
”Eh peki hiç mi kafayı bulmuyor musunuz?”
“Her akşam”
“Nasıl?
“Toplanıp esrar içiyoruz”
“O haram değil mi?”
“Kuran da yazmıyor”
Bu açıklamalardan sonra rasta saçlar ve Bob Marley’e duyduğu sevgi daha bir anlam kazandı. Hayatında inancı nedeniyle alkol almamış bu adamın her akşam esrar çekiyor olması kafamı karıştırdı. Galiba insanlar kafayı bulmanın bir yolunu hep keşfediyorlar.
Aklıma Charles Baudelaire’nin şiiri geldi:
Hep sarhoş olmalı. Her şey bunda; tek sorun bu.

Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle? ...

Şarapla,
şiirle
ya da erdemle,
nasıl isterseniz.
Ama sarhoş olun...

Yukarıdaki hayvana yürüyen balık diyorlarmış. Yarı denizde yarı karada yaşan bir amfibiydi. Akşama doğru sular çekilince buraya maymunlar iniyormuş, denize dönemeyen amfibileri daldan düşmüş meyve gibi toplayıp afiyetle yiyorlarmış. Kanonun yüzdüğü sular çekilince dip balçığa döndüğünden gece burada kamp yapmadan göremezmişiz. İçimden hele bir akşam olsun sular çekilsin ben de maymunlar gibi bunların nicesinin pişmişini mideye indireceğim diye geçirdim.

Çift motorlu sürat teknesine yerleşip öğle yemeği için deniz üzerine kurulmuş restoranlara gittik.

İçinde bilumum sebze baharat ve deniz mahsulü olan tom yan çorbası favorimdi. Masadakilerle de “Şunu uzatır mısın? Bundan ister misin?” gibi temel cümleler dışında fazla muhabbet olmadı. Herkes çift gelmiş, göbekten bağlıymış gibi kimseyle iletişim kurmuyorlar, fısır fısır kendi aralarında konuşuyorlardı.

Yemeğimi bitirip etrafta dolanmaya başladım. Karşı tepelerin fonu üzerinde havada uçuşan kartalların sortileri izlemeye değerdi.

Buralarda denizin rengi tahmin ettiğim gibi berrak mavi/yeşil değildi. Daha çok kahverengi, sanki kirliymiş gibi. Bu renk kirlilikten değilmiş, gel-git nedeniyleymiş.


Yemekten sonra tekrar sürat motoruna doluştuk. Başımı dışarı uzatıp rüzgarın tadını çıkardım. Bu rüzgar bende alışkanlık yaptı galiba.
Giderken keş kürekçinin köyünü gördüm. Bahsettiği caminin minaresini seçemedim. Belki onu da Kuran’da yazmıyor diye inşa etmemişlerdir.


Sonraki durak James Bond adasıydı. Asıl adı Ko Tapu olan ada 1974’te çekilen Roger Moore’un başrolünü oynadığı “The Man with the Golden Gun” isimli James Bond serisi filmle ünlenmiş. Adı da James Bond Adası olarak anılır olmuş. Şimdilerde turistlerin uğrak noktası.

Adada ne var? İskeleden inince karşıda duran kayanın neşterle kesilmiş gibi duran görüntüsü ilginç. Sürüyle insan önünde fotoğraf çektirmek için yarışıyordu. Uzaktan göz atıp patikadan devam ettim. Adanın arka tarafına açılan patikadan küçük bir kumsala çıkıyor ve önünüzde meşhur James Bond Adası fotoğrafını görüyorsunuz.

Patikan derken ıssız bir yol algılanmasın, hediyelik eşya satan dükkanlarla dolu kalabalık bir yol burası.

Özendiğim tek görüntü aşağıdakiydi. Her ne kadar onlarca insanın önünde cereyan etse de ben de sevgilimi bu manzaranın önünde öptüğümü belgelemek isterdim.


Fotoğraflar bazen gerçekten çok yalan söylüyorlar. Yukarıdaki fotoğraflara bakarken insan kendini buraya karşı kumlara yalnız oturmuş manzaranın keyfini çıkarırken hayal ediyor. Maalesef işin aslı öyle değil. Başınızı sağa çevirince yalnız olmadığınızı anlıyorsunuz. Üstelik insansız manzara karesi çekmek sabır gerektiriyor.

Denizin ortasına tek başına sanki devrilecekmiş gibi duran kaya parçasıyla fotoğraf oyunları yapmak sanırım buranın en popüler aktivitesi. Ben de yapmadan edemedim.

Bu adamlar, kadınlar ne yapıyor derseniz; hepsi de o kayayı muhtelif şekillerde taşıyormuş gibi yapıyor. Ben de tuttum onların bu hallerini çektim.





Adanın karşısında bir başka ada, orada küçük bir ev, önünde saklı bir kumsal vardı. Kalabalıktan kaçıp oraya yüzmek geçti aklımdan. Büyük denizanalarını ve köpek balıklarını hatırlayıp vazgeçtim.

İskelede teknelerden birinin açık motorunu yakından görme şansım oldu. Bir de boyayıp parlatmışlar çok güzel görünüyordu. Çıkardığı güçlü seslerle sanki bir spor araba kükrüyor gibiydi. İlk başta ilginç ve eğlenceli gelen bu ayrıntı bir süre sonra çekilmez oluyor.

Çünkü bunlardan onlarcası yolcu indirip bindiriyor ve hareketin sonu hiç sonu gelmiyor. Adada tüm güzelliği kirleten sinir bozucu bir motor gürültüsü haline dönüşüyor..


Dönüş yolunda bir mağaraya girdik. Bizim memleketten alışmışız tabi, içeride duvarlarda bir fresk, eskiden kalma bir tapınma alanı filan bakındım. Hiç olmadı “I love you …” filan yazsın beyaz tebeşirle. Çok da ilginç olmayan sarkıtlar ve dikitler dışında fazla bir şey göremedim.



Akşamüstü dönüş yolunda ananas ikramı yaptılar. Çenebaz Japon oğlanlar da yorulmuş olacaklar ki biraz sustular, tekne gezisinin keyfini çıkardım.

Demir aldığımız derenin etrafındaki evler gel-git nedeniyle karaya oturmuşlar. Yola çıkarken evlerin yanında tekneler bile vardı. Altlarına bağlanmış mavi galonların üzerinde yüzüyorlardı.

Haliyle dere haline dönüşmüş nehrin derinlerine ilerleyemeyip bizi bekleyen servis minibüsüne ulaşmak için açık havada akşam gezintisi yapmak zorunda kaldık.
Minibüsün ritmiyle yarı ayık yarı uyanık Patong’a otele gittim. Karnım çok acıkmıştı. Geçen gün görüp zihin haritamda yerini bellediğim yerel yemekler yapan iki üç lokantanın olduğu sokağa gittim. Gözüm deniz böceği yiyeceğim diye dönmüş olduğundan fotoğraf makinemi maalesef yanıma almayı unutmuşum. Önce bira istedim, bir de sigara yakıp menüyü ağzım sulanarak incelemeye, menüdeki resimleri hayalimde dişlemeye başladım. Başlangıç olarak deniz mahsullü tom yang çorbası aldım. Yanında yine denizden çıkan bilumum yaratığın konduğu salata ve ana yemek olarak ayağım (43) büyüklüğünde bir yengeç sipariş ettim. Aslında böyle açlıktan gözü dönmüşken kanaatkâr olmayı unutuyor insan. Ne yazık ki bilgi ve davranışlar her zaman örtüşmediğinden, ki bu durumu ben de sık sık yaşarım, yemekler fazla geldi. Zaten tek başına tom yang çorbası bile doymaya yeter. Adı çorba olmakla beraber aslında ana yemek, büyüklüğü bizim çorba kaplarının üç dört katı var, içinde çorba suyu ile bol miktarda tanenin de bulunduğu baharatlı süper bir çorba. Aşağıda internetten içtiğim çorbalara benzer birkaç resim bulup koydum.



Karnımı şişirdikten sonra üzerime şahane bir rehavet çöktü. En güzeli ayak masajı yaptırmak deyip merkezdekilerden birine girdim.

Kısa boylu, sürekli gülen, İngilizce çok az bilse de iletişim kurmaya çalışan, küçük ama güçlü elleri olan sevimli Tay ablaların olduğu bir salondu. Kendi aralarında konuşup gülüşüyorlardı. Sağ yanımda Lübnanlı iki ağabey vardı. İrice olanının ayak tırnakları mantardan kalınlaşmış ve yamulmuş, dinozor tırnağına dönüşmüştü. Adamın ayaklarını ovalayan ve tırnak mantarını hiç umursamayan genç kızı takdir ettim.
Ayakları ılık suda güzelce yıkadıktan sonra hoş kokulu yağla ovalıyorlar. O kısmı çok rahatlatıcı. Baldırlara kadar çıkıp diz altını gerek ovalayıp sıkıştırarak gerekse pata küte vurarak mest ediyorlar. Ne zaman ki ellerine şu tahta çubuğu alıyorlar o zaman işkence başlıyor. Hani masaj atlaslarında görmüşsünüzdür, ayakaltında vücudun değişik organlarını temsil eden noktalar vardır; işte oralara çubukları bastırdıkça insanın canı yanıyor, çok rahatsız edici bir his. Her zıplamamda da orası hangi organı temsil ediyorsa bak oranda sorun var diyor. Mesela mideni temsil eden yeri çubukla deşiyor sonra da miden bozuk filan diyor. Hâlbuki benim midem maşallah manda işkembesi gibidir, hiç sorunum yok. Bence olay ayakaltının yoğun sinir ucu içermesi ile ilgili, yoksa atalarımız falaka diye bir işkence icat etmezlerdi. Sonuçta ayak masajı yaptırmadan dönmemek lazım, eline çubuğu alınca fazla bastırma demek yeterli olur (200-300 Baht).

Masajdan çıktıktan sonra biraz eğlence âlemlerinde dolandım. Yarın çok erken kalkacağımdan ve zaten rehavetime eklediğim masaj nedeniyle yoğrulmuş hamura döndüğümden fazla oyalanmadan otele döndüm. Yolda fazla ilginç bir şey olmadı. Artık gözünüzün içine bakan, yer yer laf atan hayat kadınları ve adamlarını burada ilginç kategorisinden çıkarmak mümkün.

Otele dönerken sokakta mangalde muhtelif et ve deniz ürünleri satan seyyar satıcılar vardı. Sokak lezzetlerine olan düşkünlüğüm baskın geldi, tok olmama rağmen ızgara sosisi götürdüm.

Sabah servis için söylendiği üzere yedide otelin kapısında beklemeye başladım. Yarım saat geç geldi. Phuket merkeze limana gitmek bir saati buldu. Bugün Phi Phi adasına gideceğim. Hani şu Leonardo Di Caprio’nun oynadığı Beach filminin çekildiği meşhur adalar topluluğu. Aslında filmin çekildiği yer Phi Phi’nin kendisi değil, ona bağlı başka bir ada. Ben de gitmeden önce o cennette denize girmeyi ve gece sahilinde meşk etmeyi hayal etmiştim ama mümkün değil. Filmin çekildiği yer milli park konumunda olduğundan kalmak yasak.

Limanda Phi Phi dahil farklı bölgelere giden büyük tekneler vardı. Aldığın bileti verince kıyafetine yapıştırman için bineceğin tekne ve sınıfı belirten bir etiket veriyorlar.

Bizim tekneye binmek için başka bir tekne üzerinden geçmek gerekiyordu. Tekneye bindim diye hemen yer kapma telaşına girmemek lazım, yoksa yanlış tekneye binme ihtimali var.
Üst kata, teknenin terasına çıktım. Tamamına yakını yabancı ve sırt çantalılardan oluşmuş bir güruh terasa yayılmıştır. Kimi gruplar halinde muhabbete dalmış, kimi çantasını yastık yapıp yere uzanmıştı. Kendimi seyyahların arasında hissetmek hoşuma gitti.

Denizi, adaları, dalgaları ve insanları seyrederek keyfettim. Bir ara alt kata kahve almaya gittim. Yanında bir de sigara içmek istedim ama çakmağım üst katta kalmıştı. Küllüğün yanında duran gözlüklü temiz yüzlü bir adamdan ateş istedim. Ateş tanışmamızın vesilesi oldu, yolculuk sonuna kadar sohbet ettik.
John İrlanda’lıymış, Phi Phi’ye gidiyormuş. Benim adada herhangi bir otel rezervasyonum yok, gidince bulacağım. John’a sordum onun bildiği güzel bir yer var mı diye, yokmuş. Adayla ilgili bilgilerimizi paylaşırken buranın oldukça turistik olduğu ve fiyatların normalin üç dört kat fazla olduğu konusunda hem fikir olduk. Fikrimiz cüzdanımızı rahatsız etmiş ve birbirimizi güvenilir bulmuş olacağız ki tekneden birlikte oda tutmak üzere indik.

Daha Phi Phi’ye yaklaşırken adayı çevreleyen palmiyeler ve plajlar insana adanın sunacakları konusunda fikir veriyor, heyecanlandırıyordu.

Tekneden inip karaya yürümeye başlayınca ilk karşımıza çıkan şey otellerin acenteleri oldu. Bir panoya adadaki otellerin büyük çoğunluğunun resmini, cismini fotoğrafı eşliğinde asmışlar. Bilgi kartında otelin genel özelliklerinden başka kaç odası kaldığı ve oda fiyatları da yazıyor. Bir önceki gece booking.com’dan yüksek yıldız alan bungalowlara bakmıştım ama hepsi doluydu. Zaten her tekneyle bu kadar insan inerse buraya küçücük ada dolar taşar diye düşünmekteydim. Zaten öyleymiş.
Açık hava acentesinden sonunda klimalı denize yakın yarım pansiyon bir oda bulduk. 2100 Baht!! Bu rakam Tayland için hala çok fazla. Otelin resepsiyon fiyatı da böyle ama daha sonradan anladığımız üzere arkalarda, çarşıya yakın yerleşimli 600-800 Baht arasında güzel odalar mevcut. Zaten her yer denize fevkalade yakın olduğu için deniz kenarı diye kasmanın hiçbir manası yokmuş. Demek neymiş, balıklama atlamayacaksın.

Adayı kabaca uzun kalın bir çizgi, çizginin iki tarafında kumsallar ve çizginin üzerinde yerleşim alanları ve çarşı şeklinde tanılayabilirim. Sadece beş dakikalık bir yürüyüşle çizginin iki yanında kalan bir kumsaldan ötekine yürüyerek gidilebiliyor.
Biz de çarşının içinden geçen yoldan teknenin yanaşmadığı diğer kumsala yürüdük ve odaya yerleştik. Küçük ama en azından klimalı, yoksa gece uyumak mümkün değil.

Eşyaları odanın muhtelif köşelerine fırlatıp kumsala indik ve böylece Tayland’da asıl görmek istediğim yerde resmen tatilim başlamış oldu…..
Önce John’la sahil boyunca yürüyüp çevreyi keşif gezisi yaptık. Güzel kumsal, şahane deniz, palmiyeler ve hamaklar vardı ama biraz kalabalıktı. Sahilin çoğunluğu yaş ortalaması 20-30 olan Avrupa ve Amerikalı gençten oluşuyordu. Bu da ününü işittiğim meşhur kumsal partilerini görebileceğim anlamına geliyordu sanırım.

Susayıp kumsala yayıldık. Ben esmer adamım, güneş altında uzun süre kalmaktan fazla etkilenmem. Hatta bir hafta güneş altında kalırsam yanma sürecini kısa sürede atlatırım, bronzlaşmam, direk ırk değiştirip zenci olurum. Buna rağmen birayı bitiremeden ayaklarım ve kollarım güneşten yanmaya başladı. Burada güneş bizdekiyle aynı görünse de daha kuvvetli. Bunu daha acı bir yolla anlayan benden çok John oldu. Akşama doğru kızaran adamcağız iki gün boyunca insanlara dokunmaktan kaçındı ve kıyafet değiştirirken acı çekti.

John kısa süre önce eşinden ayrılmış ve iki aylık kendini bulma kafayı dağıtma tatiline çıkmış. Ayrılma hikâyeleri de pek hazin.

Bütün hikaye benim John’un kalbinin üzerindeki bebek yüzü dövmesinin anlamını sormamla başladı. Eşiyle birlikteliklerinden bir erkek bebekleri olmuş. Bir yaşına bastığında gece aniden fenalaşmış. Hemen hastaneye kaldırmışlar. Bekleme salonunda kendi aralarında herhalde zatüre oldu filan diye tartışırlarken doktor gelip bebeklerinin öldüğünü söylemiş. Nedenini açıklayamamışlar, bebecik ani bebek ölümü sendromu (sudden infant death syndrome) olarak kabul edilmiş. Bebeklerini kaybettikten sonra ilişkileri rayına oturamamış ve sonunda ayrılmışlar. Unutmamak için kalbinin üzerine bebeğinin dövmesini yaptırmış.

Biralardan sonra mayışınca akşama da enerjimiz kalsın diye biraz dinlendik. Akşamüstü yürüyüşe çıktık. Burada da Sivas Kangal’daki balıklı kaplıca da olduğu gibi doktor balıklar vardı. Havuzun içine koydukları balıklar ölü deriyi yiyorlar. Cilt hastalıklarına iyi geliyormuş. Buradaki turistler ise daha çok keyif için ayaklarını dişletiyorlardı galiba.

Akşam yemeği vakti gelmiş, balıklar, ahtapotlar, kalamarlar ve bilumum deniz böceği ızgaralardaki yerini almıştı. Malum turistik yer, fiyatlar pahalı olduğundan oturmadık. Ayaküstü noddle atıştırıp adayı gezmeye koyulduk. Zaman amaçsız dolanma zamanı.

Kumsala kıyısı olan bir bardan güzel müzik gelince oturduk, bira içip sohbet ettik. Şansımıza biraz sonra da ateş gösterisi başladı. İşte burada Tayland’ta olmanın keyfi çıkmaya başladı. Bizde güney kıyılarında böyle bir mekana otursan 15-20 TL’den aşağı içki içemezsin. Burada ise fiyatlar neredeyse bakkalla aynıydı.

Bu adada en sevdiğim şeylerden biri şu oldu: Bakkalların önünde küçük plastik kovalar vardı. İçleri bir kaliteli sert içki; mesela votka, rom ya da viski; yanında da redbull, kola, sprite dolu şişelerle doluydu. Kovalar boy boydu, temizlikçi kovası kadar büyük olanları bile vardı. İstediğin kokteyli seçiyor kovaya boşaltıyorsun. Bakkal da içine istediğin kadar buz ve pipet koyuyor. Kovanı, yani kokteylini koluna takıp sokaklarda dolanıyorsun. Hem ucuz, hem kaliteli, hem de lezzetliydi. Vakit ilerledikçe ellerinde küçük plastik kovalarla gezen insan sayısında patlama oldu.

Biz de kovalarımızı kolumuza takıp kumsala, müzik sesinin geldiği yere gittik. İlk gördüğümde çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Neredeyse koca kumsalın yarısı dans eden yüzlerce insanla doluydu. Kumsal boyunca uzanan disko-barlardan taşan insanlar kumsalda dans ediyordu. Kumsal sanki hareket eden kocaman bir hayvan gibi görünüyordu.

Biz de kalabalığa karışıp yarı dans yarı muhabbet keyfimize baktık.

Vakit gece yarısını geçtikten sonra kova kokteyller ve üzerine atılan bira cilalarının etkisiyle herkesle arkadaş olup tanımadığımız insanlarla fotoğraf çektirdik. Zaten ortada flaş patladığı zaman insanlar koşup kareye girmeye çalışıyorlardı. Keşke biraz daha gençken gelseymişim buraya.

Kumsaldan ve dans pistinden yer bulamayanlar masalara ve bar tezgâhına çıkıp dans ediyorlardı. Müzik gece ikide bitiyor ama kumsal boşalmıyor, muhabbetler sabaha kadar sürüyordu. Biz de geç vakitlere kadar sohbet ettik, eski yöntemlerle dövme yapanları izledik, gitar çalanların yanına kaynadık, bir sürü insanla tanışıp sohbet ettik falan derken sızmaya az kala kendimi yatağa attım. En son John’u gördüğümde sokakta gitar çalanların yanında şarkı söylüyordu.

Ertesi gün Phi Phi adaları turuna katılacağız, yine erkenden uyandık. Akşamdan kalma kazan olmuş kafayla yola düşmek işkence gibiydi.

Kıyıdan ilerleyerek adaların arasından çok güzel manzaralar eşliğinde yol aldık. Bakir kumsallara açılan ağaçların arasında kaybolmuş ağaç evleri balayı çiftlerine önermeden edemeyeceğim.
İlk durak olarak kıyıya uzak bir kayalıkta durduk. Şnorkeli ve paletleri geçirip suya atladım. Suyun altı bir sürü mercan balığıyla doluydu. Yüzerken insanı kayalıklardan uzağa açığa sürükleyen akıntı dikkatimi çekti ama biraz açılmayı göze alarak uzaklaştım.
Bir ara başımı su yüzeyine çıkarınca “Help!” diye bir ses işittim. Baktım ileride bir teyze akıntıya kapılmış açığa sürükleniyor. Ayağında palet de yok enerjisi bitmiş, su yüzeyinde durup bağırmaya çalışıyor. Baktım arkamda başka gençlerde var ama onlarda akıntıyı fark etmişler kayalıklara tutunmuşlar kıpırdamıyorlar. Başkalarının da çevrede olmasından güç alıp teyzeye doğru yüzdüm. Dokunma mesafesine gelmeden önce panikle bana sarılıp ikimizi de batırmasın diye bana arkasını dönmesini istedim. Ensesinden yakalayıp suya yatırdım. Bu süre içinde biraz daha açığa sürüklenmiş olduk. Arka üzeri yattım, kadının elini tutup var gücümle palet vurmaya başladım. Gideceğim mesafe 30 metre var yoktu. Birkaç dakika palet vurdum ama baktım akıntıya karşı ancak yerimizde duruyoruz. Geri dönemeyeceğimizi düşünüp kayalıklarda duranlardan ve teknedekilerden yardım istedim. Millet trene bakan öküzler gibi baktı ama hiçbir şey yapmadı. İnsan tekneye filan haber verir, o da yok. Bizde olsa birkaç kişi yardıma gelmişti bile. Baktım başkasından hayır yok var gücümle yüklendim bacaklara. On-on beş dakika sonra kısacık mesafeyi santim santim aşıp kayalardan birine tutunmayı başardım. Kadını batmayacağı bir yere yerleştirip teknesine yüzdüm, gidip kadını almalarını söyledim. Kadının teknedeki çocukları dahil kimsenin içinde bulunduğumuz durumdan haberi yoktu, “Ananızı köpekbalıkları yiyecek, sahip çıkın!” diye çıkışıp ayrıldım. Kendi tekneme yönelmeden kadına el salladım, çok teşekkür etti. Bu sırada da çocuklarına bilmediği bir dile küfür ediyordu sanırım. Kendi tekneme çıkıp uygun bir yere yığıldım. Enerjim kalmamıştı.

Bir süre yolculuk edip şu meşhur mantar şekilli adacıkları izleyerek yol aldık. Bu sırada teknede insanlar kaynaşmaya başlamıştı. İlginçtir milletin biraz önce boğulmak üzere olan teyzeyle yaşadığımız maceradan haberi bile yoktu, anlatınca onlar da şaşırdı. İnsan nedense göz önünde olduğunu düşünüyor ama aslında o sırada kimse seni görmüyor. Bu her yerde böyle galiba.
Önümüzde iki İrlandalı kız oturuyordu. Bizim İrlandalı John onlarla muhabbete dalınca benim için o grupla iletişim bitmiş oldu. Çünkü John benimle ilk konuşmaya başladığında aksanından hiçbir şey anlamayıp yavaş ve temiz konuşmasını istemiştim. O vakte kadar da bunu başarmıştı ama kızlarla tanışınca kendine döndü. Aksanları o kadar zordu ki pür dikkat dinlememe rağmen konuşulanın yüzde 20’sini anlayabiliyordum. Ayrıca dikkat için sarf ettiğin gayret karşısında bir şey anlamayıp sohbete dahil olamamak da cabası olunca sıkılıp teknenin önüne geçtim. Burada dişime göre (Lisan olarak) bir İsveç’li kızla tanışıp sohbet ettim. O da birkaç ay önce kocasından ayrılmış ve 3 aylık kendini bulma, rahatlama turuna çıkmış.

John’la birlikte boşanıp kendini yola vuranların sayısı iki oldu. Bakalım İrlandalı kızlardan ne çıkacak diye düşünmekteydim.
Hemşireyle doktorlardan, hastaneden, sağlıktan ve yalnız gezmekten bahsettik. Gezisinin son ayındaymış, o ana kadar onlarca birbirinden güzel ve değerli insan tanımış. Yalnız olmasaymış böyle bir şansı olmazmış. “Bazen çok insan hiç insan” dedim ama anladığım kadarıyla kocasından bunalıp kendini uzaklara atmıştı.

Sonunda bir adaya ayak bastık. Bembeyaz kumlar, palmiyeler, tertemiz, masmavi durgun bir deniz, kalabalık olmayan sahil; tam aradığım şeydi. Ne yazık ki sadece bir saat kalacakmışız. Biz de pineklemeyi sonraya bırakıp sahil boyunca gezmeye başladık.

Yol üzerinde tsunamiden kaçış yollarını gösteren işaretler vardı. Dağın tepesine giden dar patikayı işaret eden yol acil bir durumda o kadar insanın kaçışına yeter miydi bilemiyorum. Bu kadar huzurlu bir cennet parçasında insana her an her şeyin olabileceğini hatırlatması bakımından tsunamiden kaçış işaretlere sinir oldum. Bir rahat yok!

Neyse ki etkisi fazla sürmüyor. Kafayı kumsala çevirip salınan tekneleri, sakin denizi ve güneşlenen insanları görünce insan rahatlıyor.


Bu kumsalda palmiyelerin gölgesinde öğlen yemeklerimizi yedik. Pilav (tuzsuz), tavuk kızartma ve salata vardı.


Arkamızda bizim toprak tipinde bir adam var. Nerelisin dedim, Türk çıktı. Almancıymış, Türkçesi çok kötüydü, muhabbete İngilizce devam ettik. Birkaç sap toplanıp Tayland’a eğlenmeye gelmişler. Türkçe yok ama kafa aynı! Böyle kapalı dururlarsa fazla eğlenme şansınız olmaz dedim ama onlar sap grup takılmayı tercih ettiler.

Yemekten sonra toparlanıp tekneye doluştuk. Gittiğimiz rota Tayland’da gördüğüm en güzel deniz ve zengin deniz altı yaşamının olduğu bir koydu. Aslında genel olarak Tayland denizi med cezir nedeniyle olsa gerek bizim Akdeniz kıyılarından daha güzel değil, rengi yeşili andırıyor ve birkaç metre derinliğin bile görülemediği kadar bulanık. Gittiğimiz koyda ise 7-8 metre dip bile çıplak gözle görülebiliyordu.


Nihayet temiz deniz diyerek tekne çapayı bırakır bırakmaz denize atladım. Biraz erken davranmışım, yanımda kamera yoktu, o yüzden gördüklerimi bırakıp tekneye kamera almak için çıkmadım.

Denize atladıktan sonra kaptanın teknenin yanına birkaç parça ekmek atmasıyla ortalık balık pazarına döndü. Çevreme binlerce rengarenk balık doldu. Sanki denizde balık değil de balıkta deniz var. Resmen balık içinde yüzüyorum. Çok güzeldi.

Bu balık kalabalığından ürküp ekmekli ortamdan uzaklaşanlar oldu. Malum balıkların sana değmeme kaygısı yok, bazılarına ürpertici gelebilir. Koluna bacağına korkmadan dokunup didikliyorlardı.
Yarım saatlik deniz ziyafetinden sonra tekrar tekneye doluştuk. Maymun adasına kadar yarım saatlik yolumuz var. Gel de sen bunu dün geceden kalma kolonuma anlat. Karnıma giren spazmlar beni iki büklüm ediyor. O kadar ki son çare olarak açıkdenizde tekneden aşağı atlayıp ya da düşmüş gibi yapıp derdime derman aramayı düşünerek aklımı telkin etmekteyim. Neyse ki Maymun Adasına vardığımda hala paçalarım sağlamdı, koşarak tuvalete gittim.

Kapıdaki herifçioğlu da parayı peşin istiyor, içeri almıyor, ben içeriyi orada dışarıya koyacağım haberi yok, vicdansızlığı var. Koşarak para almaya tekneye döndüm, bir yandan da dua ediyorum ne olur kimsenin tuvaleti gelmesin diye.

Neyse ki millet önüne gelen herşeyi ısıran arsız maymunlara dalmış da sonunda muradıma erdim. Tayland’la ilgili bilgi edinmek isteyenlere nacizane tavsiyem tuvalet paralarını yanında bulundurmaları olur.

Bu adanın kumsalı hakikaten beyaz kum dediklerinden. Aslında kum gibi de değil, kil gibi, basması pek hoş.


Dalgaların kıyıya vurduğu yerde durunca normalde de biraz kuma gömülürsünüz ya, işte burada o süreç hiç bitmiyor. Sanki bekledikçe dize kadar gömülecekmiş gibi. Sonunda dengeyi kaybedip bileklere kadar gömülmüş ayakları kilden çıkarmak gerekiyor.

Su sıcaklığı hiç üşütmeyen cinsten, bizim Olimposa benziyor, anlık serinletiyor ama yine hararet yapıyorsunuz.

Burada da biraz takılıp hep beraber sigara içtik. Tiryaki olmayanlar dahi tatil ve sosyalleşme adına birer tane yakıyorlar. Sigaraya başlarken arkadaşlara özenmek böyle birşey demek ki, koca adamlar olduk hala aynı muhabbet aynı mazeret.

Bir sonraki durak Dünya’nın en iyi plajı olarak reklamı yapılan Beach filminin çekildiği Maya Bay. Benim de görmeyi merakla beklediğim bir yer. Filmi izledikten sonra kendi kendime bir gün burayı göreceğime söz vermiştim, işte o an geldi. Aslında burada konaklamak istemiştim ama milli park olduğundan böyle bir ihtimal yoktu.

İki ulaşım yolu var: Biri açık denizden diğeri ise koyun arkasından karadan yürüyerek. Biz ikinci yoldan gittik. Oraya da denizden giriliyor.

Koya yaklaşırken izlediğimiz harika manzaralar teknede sessizliğe neden oldu. Galiba herkes aslen bu koyu merak ediyordu.

Kısa bir yürüyüşten sonra koya ulaştık. Gerçekten bir doğa harikası, keşke bu kadar kalabalık olmasa, kıyıda bu kadar çok tekne olmasaydı.

Koy açık denizle kısa bir boğazla bağlatısı bulunan bir göl gibi, boyu geçen yerlerde yüzme yasak. Filmde Leonardo DiCaprio koşarak denize giriyor ama bu pek mümkün değil. Sığlıklar küçük sivri taşlarla dolu, değil koşmak yürümek bile kolay değil. Üstelik açıklarda köpekbalıkları olduğundan açılmak tehlikeli; serinlemek için çimmek ve fotoğraf çekmek dışında doğayla bütünleşmek pek mümkün değil.



Herşeye rağmen burada olmak güzeldi. Hayatımda görmek istediğim yerlerden birinin üzerine çizik attım. Yaşamadıktan sonra sadece görmek o kadar tatminkar değil malesef.


Koy boyunca yürüyüş yapıp madem yüzemiyoruz deyip enerjimizi kayalara tırmanarak attık.

Ayrılmaya yakın tur tekneleri bir telaş ayrılmaya başladı. Ben kendimi denizde eğlerken gidiyoruz diyerek geri çağırdılar. Etrafta koşuşturan insanlar, tekneleri hazırlayan kaptanlar; sanki yemek zili çalmış gibi kumsal boşalıverdi. Sonradan çıktı kokusu elbet, önce hafiften yağmur çiselemeye başladı sonra bir gürültü patırtı, gök yere indi. Aman o ne yağmur!


Yağmur sesinden birbirimizi duymuyoruz. Soğuyan havada ısınmak için denizden çıkınca kullandığımız ıslak havlulara sarınıyoruz. Tropik yağmur bu herhalde?

Kıyafetler değiştiriliyor, kalınlar giyiliyor, ayakkabılar meydana çıkıyor derken bıçakla kesilmiş gibi gitti, ne yağmur kaldı ne bulut. Geriye kalan denizden bile duyulan mis gibi toprak kokusuydu.

Balıklarla yüzülmüş, fotoğraflardaki kumsallar görülmüş, Maya Bay’de denize girilmiş, piller tükenmiş, dönüş yolu başlamıştı.
John’la odaya dönüp biraz dinlendik. Teknede tanıştığımız insanlarla akşam randevulaştık, Irish Pub’ta! Lan zaten İrlanda’dan geliyorsunuz neden Irish Pub’ta buluşuyoruz, zaten memleketiniz gibi orası!
Güya tatile çıktım ama uyumak mümkün değil. Uykumun derin yerinde daha iki saat geçmeden uyandım. Randevumuz var. Toparlanıp gittik bara. Bünyem yeni uyandığım için kahvaltı etmek, birşeyler yemek istiyor ama barın menüsünde kovada yüksek alkollü kokteyller var. Karnım da aç, içtikçe içiyorum şekerli kokteylleri. Hop, yine hareketli olacak bu gece.

Kafalar yükselince istikamet kumsal, yine yüzlerce dans eden insan, bir sürü yüz, tanışılıp unutulan kızlar/erkekler, pogo dans, break dans, pop dans, bira, votka, kimin olduğu karışan kovalar kovalar kovalar...


Bir gün çocuğum olursa buraya göndereceğim onu. Dünya’nın milletlerini eğlenirken görsün, o da karşısın, Dünya’yla eğlensin.

O gece de başta karaciğer olmak üzere bünyemin sınırlarında dolanınca haliyle biriken yorgunluğum ertesi gün bir günümü yememe neden oldu. Sabah uyanıp, john’la vedalaştım, hala uyuyordu, feribota bindim, Phuket’e gidip önceden kaldığım otele yerleşip akşam üstü 3 gibi yattım. Akşam alarmla uyanıp karnımı doyurma gittim. Tayland’ta en sevdiğim yiyecek Tom Yan çorbası. İçinde çatala gelen bütün sebzeler ve isteğe göre et, tavuk ya da karidesle yapılıyor. Ben en çok karideslisini seviyorum.
Çorbamı içtikten sonra etrafı dolandım ama üzerimde Phi Phi’nin yorgunluğu geçecek gibi değil. Odaya gittim, beyaz yorganıma dolanıp keyifle uyudum. Yarın Bangkok’a gideceğim, biraz da oraya enerji kalsın.

Sabah yedide uyanıp servisi beklemeye başladım. Bir saat sonra geldi. Ben de bu süre içinde internetten Bangkok için göndermiş olduğumuz CS isteklerini inceledim. Aslında istekleri ben göndermedim. Gezip tozmaktan vaktim olmadığı için Ağabeyim Bora’dan rica etmiştim. O da sağolsun 30-40 kişiye aynı istek mesajını kopyalayıp yollamış. Kabul eden var var olmasına da burası Tayland, kız gibi görünüp aslında lady boy (transeksüel, homoseksüel) olan bir sürü profil var. Memelerini masaya dayayıp seksi pozlar vermiş bir kız mesajında “Gelmene çok sevinirim ancak sadece bir yatağım var, o da benimki, birlikte yatarız, eğlenceli ve harika bir gece olur” falan diye mesajlar göndermiş. Profilleri dikkatli inceleyince aslında benzer mesajları gönderenlerin lady boy olduklarını anlamak mümkün. Malesef benim ayrtıntılı profilim inceleyecek vaktim olmadığı için uygun birini seçmek zorundayım. Sonunda, lady boy defterini kapatarak Filipinli ingilizce öğretmeni benimle yaşıt Allen’a geleceğim mesajını atarak havaalanına doğru yola çıktım.

Son iki gecedir kafam bir Dünya yattığımdan sinek ilacı sıkmayı unutmuşum. Ayak bileklerim onlarca ısırıkla dolu, kaşı kaşı bitmiyor. Bir de şişti ki kaşıdıkça artıyor.

Bangkok’a indikten sonra ön ödemeli taksilerden biriyle Khao San Road’a gitmek üzere bindim. Normalde 400 Baht vermem gerek ama adam ısrar ediyor 500 diye. Bu taksi kabusu daha yeni başlıyor. Eline 450 tutuşturup indim.

John bir otel önermişti, ucuz ve temiz, Khao San Road’un merkezinde, 600 Baht’mış geceliği. Aklıma yazdım. Karşı sokağında yarı fiyatına daha sefil bir yer var. Çantamı rica ederek oraya emanet ettim.

Çevreyi dolanmaya çıktım. Arka caddede bir pazar vardı, tezgahlar aynı boy kağıtlarla dolu. Bizim hafta sonu pazarları kadar büyük bir yer, ne meyva var ne sebze, hepsi bir boy ve renkte kağıtlar. Meğer piyango pazarıymış. Binlerce piyango bileti pazarda satılıyormuş. İnsanlarda karpuz seçer gibi alıyor inceliyor kağıtları. Bir değişik umut kapısı işte.

Her büyük metropolde olduğu gibi burada da sokakta yaşayan insanlar vardı.

Khao San Road sırtçantalı bitli turist tayfasının merkezi, dolayısıyla gerek çevredeki insanlar gerek lokantalar gerekse fiyatlar biraz batılı. Tayland’ı gerçekten görmek için doğru bir yer değil ama takılmak için iyi.
Akşam Allen ile buluşacağım, bir yandan saati kontrol edip avare gezindim.

Tuk Tuk’a binip gezeyim dedim taksiden pahalı fiyat çektiler. Demek burası gerçekten turistik. Zaten tuk tuk lar da biraz süslü, biraz afilli.

Etrafta herşeye ilgiyle yaklaşan ve haliyle fiyatı yükselten batılı turist dolu. Kıçı kırık nudılı bile iki katı fiyatına satıyorlar burada.

Baktım buradan bir şey alınmaz vurdum kendimi arka sokaklara. Türkiye’de uygulamaya utandığım çirkef pazarlıkları ile iki tane gömlek aldım. Sokak lokantasından bebek karidesli nudıl yedim. Akşam üstüne doğru çantamı bıraktığım otleden alıp Allen’la buluşmak üzere tuk tuk’un birine yanaştım. Bana Allen’ın söylediği adresi aynen söyledim. Herkes bilirmiş, çok kolay bulurmuşum falan, hikaye! Muhabbet şöyle:
-I want to go to Fashion Mall, do you know where it is? (Fashion (Moda, kıyafet anlamına geliyor) Alışveriş Merkezine gideceğim, nerede biliyor musun?)
-You want faşın?(Fashion mı istiyorsun?)
-No, Fashion Mall; big shopping center.(Hayır, o büyük bir alışveriş merkezi)
-Haaa, faşin, i know faşin.(Haaa, moda, modayı ben bilirim)
-So, you know ha? Let’s go.(Biliyosan hadi gidek)
-faşin mall, clothes?(Moda, yani kıyafet falan?)
-Clothes? It is a shopping mall, the name is Fashion.(Kıyafet mi? Hayır oğlum, adı moda olan bir alışveriş merkezi orası)
-Feşin mall my business, i know where, jump.(Moda benim işim, biliyorum atla gidelim)
-How much?(Kaç para?)
-20 Baht
-Aha, That close?(Oha çok yakınmış)
-very close.(hee)
Ben herhalde göremedim dolanırken, demek ki çok yakınmış diye atladım tuk tuka. Bir de güzel yerleştim. Aradan beş dakika geçti araç durdu. Herif "Aha sana fashion" diyor. Biraz önce gömlek aldığım yerdeyiz. Bir de çekiştiriyor kolumdan terziye sokacak takım diktirecek bana. Lan yanlış anladın falan dil döküyorum anlamıyor. Neden sonra haritadan gösterince yanlış anladığını fark etti, orası çok uzak dedi beni yolda terk edip gitti. İlgisiz bir yerde kaldım elimde çantalarla. Bir yanda da leş bulmuş akbaba gibi kolumdan çekiştiren terziler. Taksi durdurup haritada gösteriyorum kimse gitmek istemiyor. Herifçioğlu(?) Allen meğer Bangkok merkezinden 30 km uzakta oturuyormuş. Sırtlandım çantaları başaldım yürümeye. Taksiler yanımda duruyor ama gideceğim yeri gösterince vazgeçiyorlar. Yarım saat sonra kalabalık bir kavşak buldum, arabalar kilitlenmiş, bekleşiyorlar. Taksinin birini gözüme kestirdim. Şöförün o trafikten çıkayım da nereye olursa olsun hali vardı, yarım ağızla kabul etti Fashion Mall’u. Yolculuk bir buçuk saat sürdü, 400 Baht ödedim. Geldiğim yer Bangkok merkezinden çok uzakta çevresinde gecekonduların olduğu izbe bir yer. Girdim içeri benden başka yabancı yok. İnsanların bakışlarını üzerimde hissediyorum. En üsta kata çıktım. Birşeyler tadayım diyorum ama seçemiyorum, gel de anla neyin ne olduğunu. Kimse İngilizce de bilmiyor.

Belki Allen birşeyler hazırlamıştır boşuna karnımı doyurmayayım diye sadece fotoğraf çekmekle yetindim, dolandım durdum.

İçim de gitmiyor değil rengarenk yiyeceklere ama dayanıyorum.

Bu arada ayağım da iyice şişmiş, fil ayağı olmuş. O kadar güneş ışığının üzerine sürekli kaşınan sinek ısırıkları da binince kendini salmış iyice ödem olmuş. Ayak bileğimi bu kadar berbat durumda hiç görmemiştim.

Alana hakim bir yerde oturup Allen’ı beklemeye başladım. Bir süre sonra beyaz kemik çerçeveli gözlükleri, dar kot pantolonu, kıvırtan kalçaları ve bir nazik kıvrılmış el bileği ile beni selamlayan yarım cüssem kadar Allen ile buluştum. Onunla ilk karşılaşmamda hissettiğim şey sanki utangaç bir kız çocuğuyla buluşmuş olduğumdu. Allen’ın sevimli bir gay olduğu kesindi. Buraya kadar gelmişim, yorulmuşum,“Hadi eve gidelim” dedim.

Taksiye atladık, 10 dakika sonra Tayland’ın arka mahallelerinden birine girdik. Molozların yanında dinlenen yaşlılar, bahçelerinde çamaşır asan teyzeler, meraklı gözlerle bizi süzen delikanlılar, pireli sokak köpekleri ve anlamadığım bir dile hoşgeldin dediğini anladığım mahalleli ile turistik geziden uzaklaşmanın mutluluğu içindeydim.

Allen’ın kaldığı odanın kapısı sunta, kilit olarak bizim yurtlarda ya da spor salonlarında kullandığımız basit dolap kilidi kullanıyor. Aslında ona da çok gerek yok. Çünkü zaten içeride çalınacak değerli birşey yok, üstelik ince suntadan yapılmış kapıyı bir omuz darbesiyle kırmak mümkün. Odada bir tane tek kişilik yatak ve bilimum eski eşya vardı. Profilinde yazmamıştı ama ben en azından bir couch’u(kanepesi) olduğunu düşünmüştüm. Yanılmışım. Evde mutfak yoktu, tabak çanağın konduğu birkaç raf mutfak olmuş, çeşmesi yok, böcek bol.

Alaturka tuvaletin yanındaki musluğa bağlı hortumla soğuk duş almak mümkündü. Allen sürekli kendisini seçtiğim için çok mutlu olduğu söyleyip durdu.
Çantaları bıraktıktan sonra yemek için ana caddenin köşesindeki mekana gittik. Balık köfteli çorba içtik. Allen ısmarladı. Eve dönerken çamaşır yıkamam gerektiğini söyledim. Makinesi olmadığını anlamak zor değil ama belki bir çamaşır yıkama salonu vardır diye sormuştum. Köşedeki bakkalın kiralık çamaşır makinesi varmış ama çok pahalıymış. Kirlilerimi yıkamak için ısrar etti ama kabul etmedim. Laf arasında bakkalın bir makine çamaşıra ne kadar istediğini sordum. Türk Lira’sıyla iki TL ediyordu. Param var deyip kirlileri bakkala verdim, beş tane de bira aldım. Bu arada apartmanda diğer Filipinli İngilizce öğretmenleri ile tanışıp uzun süre sohbet ettik. Bakkaldan gelen çamaşırları Allen elleriyle astı, “Sen misafirsin” deyip bana dokundurmadı. Muhabbet derinleşince Suriye’li gay sevgilisinden bahsetti. Belki de ben de benzer coğrafyadan geldiğimden benzer beklentilere girmiş olabilir. Ne zaman ki diğer Filipinli’lerle biraları içip erkekleşmeye başlayınca rahatsız olmuş sevgili gibi uykum geldi ben eve gidiyorum deyip ayrıldı. Bütün bu muhabbet içinde diğer “erkek”lerin ona karşı herhangi bir yerici uslubu hiç olmadı. Zaten Allen da gay’liğini rahatça yaşamak için için Tayland’a yerleştiğinden bahsetmişti. Filipinli’lerle biraz daha bira içip harala gürele yaptıktan sonra eve döndüm. Bizimki yatmış TV seyrediyor. Yarın akşam ne yapacağımı sordu. “Bilmiyorum” dedim. Akşam parti varmış, gay partisi, belli ki ben gay değilim ama çok eğlenceli olurmuş, birlikte gidelim istedi. “Bakalım” dedim “Yarın olsun bir hele”. Nerede uyuyacağımı sordum, biraz yana kaykılıp “Yanımda uyuyabilirsin.” dedi. “Allen” dedim, “Senin yanında uyumayacağım!”. “O zaman sen yatakta uyu ben yerde yatayım” dedi. “E yerde yatak yok?” “Dur yapayım” deyip dolaptan iki tane yüz havlusu çıkardı, yere serdi, başucuna da sağolsun bir yastık koydu. “Sen yarın çalışıyorsun ben yatarım yerde” deyip çantamdaki havluları çıkarıp diğer havluların üzerine serdim. Al sana yatak: Beton üzerine iki kat havlu. Beklentileri sıfırlayınca insan çok farklı birine dönüşebiliyor. O gece öyle bir uyumuşum ki sabah Allen horultundan uyuyamadım diye şikayet etti.
Allen işe gittikten sonra CS’i kontrol ettim. Yodying akşam buluşmayı kabul etmiş. Bakkal teyze hoş ama konuşamıyoruz. Akşam gay partisine katılmasam da olur. Eşyalarımı toplayıp oradan ayrıldım.

Khao San Road’a dönüp John’un tavsiye ettiği otele yerleştim. Geceliği 600 Baht’tı. Otelin üst katında dandik bir havuz yapmışlar ki batılılar havuza girip kendini bir bok zannetsin.

Ben de havuza girip kendimi bir bok zannetmeyince serinlemenin yeterli olduğunu düşünüp kendimi Bangkok sokaklarına vurdum. Yoldan bir tuk tuk çevirip, nehir kenarında bitecek yarım saatlik bir yolculuk için pazarlık ettim.

Bakkaldan bira alıp Bangkok’u hissetmeye çalıştım.
Bir önceki gelişimde kanal turu çok hoşuma gitmişti. Kanala yakın bir yerde inip kanal turunu fiyatını sordum. Görevli kadın çok kabaydı, sinir oldum, vaz geçtim. Yapmayanlar mutlaka yapsın.

Tuk tuk tutup Çin Mahallesi’ne gittim. Etrafı seyredip bol bol fotoğraf çektim. Sanırım burada olmanın en güzel yanı satılan ürünlerin ne olduklarını bilmemek.

Bir önceki gelişimde köpek balığı yüzgeci çorbası içmiştim. Şimdi kendimden utanıyorum. Hiç uğramadım bile. Kocaman yüzgeçleri asmışlar, yazık kocaman hayvana, yüzgeçlerini koparıp gerisini denize atıyorlar.

Pazar kurutulmuş deniz canlıları ile dolu. Balıklar, kalamarlar, karidesler...Pek çok yerde bunları ızgaraya atıp direk servis ediyorlar ama çok ağır koktukları için ben yiyemedim.


Çin Mahallesi aslında farkında olmasak da bizde de var. Mahalle değil de sokak diyelim ona. Eminönü’nün alt geçitlerinden geçmişseniz eğer, burada satılan ıvır zıvırlar hakkında bir fikriniz olur. Fiyatlar da benzer olduğunda pek de ilginç değil.


Bana burada ilginç ve çekici gelen yegane şey yiyecekleri aslında. Kim bilir ne lezzetler vardır ama seyretmekle yetiniyoruz.

Elbette uç noktalar da var ama; neden olmasın?

Avrupalılar da bize nasıl barsak yiyorsunuz demiyorlar mı? Şimdi burada kokoreç olsa ben onu dişlemem mi?



Otele geri döndüm. Duş aldım dışarı çıktım. Yodying'le buluşma yerim sadece birkaç km uzakta. Yola nazır bir yerde oturdum, bira içip keyfettim.
Düşünüyorum da sürekli turistik yerlerde gezip durdum. Ülkenin içine girince şaşırıp yine kendi güvenli alanıma gittim. Gerçek bir Thai gecesi geçirmedim. Bugün Yodying’le buluşursam talebim bu olacak, herşey Thai olsun!

Saat 19:30 da buluşacağız. Madem yakın diye yarım saat önceden taksi çevirdim.
“Yarım saatte orada olman imkansız, bugün Cuma” diyorlar.
“Ne kadara sürer?”
“En az bir buçuk saat!”
Çare: motosiklet taksi.

Bir tanesi uzaktan avını fark etmiş gel gel diye işaret ediyor.
-Kaça götürürsün?
- 200 Baht.
-Ulan taksi zaten 100 yazıyor.
-Ama zamanında gidemezsin.
-50 vereyim.
-150 olur.
-80 veririm.
-130.
-100 son, taksiyle aynı.
-Tamam.

Kafaya kaskı geçirince Bangkok trafiğinin İstanbul’dan farkı yok. Emniyet şeridi, kaldırım, araçların arası falan derken her trafik ışığında en ön sırada olmanın avantajını yaşıyorsunuz. Her yeşil ışıktan sonra onlarca motosiklet gürültüsüyle birlikte yarışta start almış gibi fırlıyor, kendi kuralını kendin yaratıyorsun, kaosun içinde görünmez bir düzen işliyor sanki. Büyük lunaparkı!

Yarım saate kalmadan olmam gereken yerdeydim, yerdeydim ama kocaman bir bina hangi yöne gideceğimi bilmiyorum ki. Girdim binanın birine Camel Active dükkanını gördüm. Fiyatlar bizimkinin yarısıydı. Ayak üstü iki gömlek aldım. Aynısının iki renginden. Yandaki telefondan Yodying’i aradım. Şurada bekle geliyorum diyor ama gel de anla İngilizce’sini. Aslında İngilizce’sinin kötü olması önemli değil, söylediği yer zaten Thai dilinde olduğu için ne okuyabiliyorum ne aklımda tutup sorabiliyorum. Bir türlü anlaşamıyoruz. Baktım olacak gibi değil tekrar aradım, o bana birşeyler anlatmaya çalışırken yanımdan geçen ilk Thai delikanlının kolundan tutup İngilizce bilip bilmediğini sordum. Şaşıran delikanlı yes mes falan demeye kalmadan eline ahizeyi tutuşturdum. Sonunda beklemem gereken yere beni bıraktılar sağolsunlar. Bir süre sonra Yodying de geldi. Kendisine böyle lüks alışveriş merkezlerini hiç sevmediğimi, Thai’lerin takıldığı turistik olmayan, onun da hoşuna giden bir yere gitmek istediğimi söyledim. Bu talebim onun da hoşuna gitti.
Alışveriş merkezinden çıkıp metroya bindik. Büyükçe bir meydanda inip otobüs durakları arasından dolambaçlı sokaklara girdik. Kaldırımlar insan, yollar da araç kaynıyordı. Sanki Bangkok’un Eminönü’ne gelmiştim. Otobüs duraklarının arkasında işportacılar ve seyyar sokak satıcıları vardı. Bunlardan bir tanesi kızarmış böcek satıyordu.


Çekirge, akrep, hamam böceği, bilimum kurtlar, tanımadığım kanatlı böcekler; her türlü haşarat yağda kızartılmış afiyetle yemeye hazır müşterilerini bekliyordu.

Ben böcekleri pilavla ya da noodle’a falan karıştırıp veriyorlar sanıyordum. Böylece yerken sadece tadını almış olacaktım, dilimin üzerinde bacağını hissedip dişimin arasından kürdanla böcek gözü ayıklamayacaktım. Malesef iş öyle değilmiş. Ezmek yok, yanına katık yok, şeffaf bir poşetin içinde hayvanı veriyorlar, tutup bacağından ağzına atıyorsun. Yemek öncesi midemi bulandırmamak adına sadece fotoğraf çektim.

Girdiğimiz restaurant tam aradığım türdendi. Masalarda sadece Taylar vardı. Etrafta ne bir turist, menüde ne turistik bir yemek ne de İngilizce menü vardı. Siparişi Yodying’e bırakıp Singha biramı istedim. Mantalı karidesli Tom Yang çorbası, karidesli bol acılı değişik bir noodle ve adını bilmediğim ve Yodying’in İngilizce’sini bulamadığı için anlamadığım birşeyler daha yedik, sohbet ettik.
Çevredeki masaları izledim. Yüksek sesle konuşup masaya konan tabaktan birlikte yemek yiyorlardı.

Yodying ertesi günkü planımı sordu, istersem bana rehberlik edebileceğini söyledi. Hiçbir planım olmadığını söyledim. Daha önce Bangkok’un önemli turistik yerlerini gördüğümden öyle bir hevesim de yoktu. Canım ne ister diye düşünüp “Denize girmek isterim, ama Bangkok’lular nerede girerse orada” dedim. Hemen kafasında bir plan yaptı bir iki yeri aradı. İstediğim olacaktı. Ertesi sabah sekizde buluşmak üzere sözleştik.

Gece otele dönerken kocaman kavşağı çevreleyen üst geçitten yürüdüm. Üzerimde buruk bir mutluluk vardı. Yarın son günümdü, tam Bangkok’a dokunmaya başlamışken gidiyordum, keşke biraz daha vaktim olsaydı.

Taksiye atlayıp Khao San Road’a gittim. Gece yarısı olmasına rağmen ortalık ana baba günüydü. Cadde’nin girişinde bir böcekçi ile daha karşılaştım. İçtiğim biraların da etkisiyle bu sefer yesem mi acaba diyerek tezgaha sokuldum.

Bu tezgahtaki akrepler el ayası kadar büyüktü. Belki iştahım açılır da birini lüpletirim diye umarak böcekleri seyrettim ama nafile. Bırak yemeyi elime almak bile istemiyordum. Sanırım yanımda gaz verecek bir arkadaş ve birkaç kadeh daha içkiye ihtiyacım vardı.

Biraz da çekirgelere baktım. Onlar da bana baktılar. Sanki canlı gibiler, kızarmış da olsa onlarca küçük siyah gözden biri mutlaka sana bakıyor. Ben yemeğin bana bakanını yiyemem ki!

Biraz da hamam böceklerine baktım. Bunların hiç şansı yok. Öğrenciyken mutfak çöpünün çevresinde gezen onlarcasını terlikle ezerdik. Parasızlıktan ekmeğe salça sürüp yediğim zamanlar olurdu. Yesem o hamam böceklerini yerdim.

Bir de bu kurtçuklar var. Şişman, dolgun kurtçuklar. Pilava karışsa belki ama...
Yan tarafta kafayı bulmuş yabancı bir genç yanındaki kızlara da hava atmak için olsa gerek ağzına akrebi atıverdi. Söylediğine göre tadı tavuğa benziyormuş.

Sokakta değişik atraksiyonlar vardı. Sokağı boydan boya yürüken insanı oldukça meşgul edecek bir sürü obje ve hareket arasında amaçsızca dolanmak pek eğlenceli. Sokak başında gitar çalıp çevredeki turistlerin ısmarladığı biralarla idare eden genç bir grup vardı. Çok kötü çalıyorlardı.

Biraz ileride asfaltta break dans yapan bir grup hayli ilgi toplamıştı.

Caddenin ortasında da Turkish Best Kebab dönercisi. Abla yerine şişman bıyıklı abi koysak tam olacak. Aslında tam da olmaz, çünkü bizde seyyar dönerci neredeyse yok.
Canlı müzik yapan ve giren çıkanı çok olan popüler bir bara girdim. Gitar / vokal canlı müzik var ama içerisi tıklım tıklım terli turist kaynıyor. Sabaha karşı 2-3 gibi buraya ayık gelip sarhoş hatun ayıklamak mümkün. Sanırım soteye çekilmiş gazoz içip enerjisini saklayan bazı gençlerin amaçaları da buydu. Sabah erken kalkmam gerektiğinden fazla oyalanmadan odama dönüp uyudum. Sokağın gürültüsüden kurtulmak için kulak tıkaçlarını takmam gerekti.
Sabah erkenden toparlanıp otelden ayrldım. Sırtçantamla beni fark eden taksiciler havaalanına gideceğimi sanıp akbaba sürüsü gibi üzerime üşüştü. Yüksek sesle havaalanına gitmediğimi taksi istemediğimi söyleyip sokağın başına yürüdüm. Buradan taksi çevirmek daha hesaplı çünkü sokak içine giren taksiler polise rüşvet verdiği için biraz daha pahalı oluyormuş.
Fazla beklemeden bir taksiye binip kağıtta yazan adresi gösterdim. Adam İngilizce bilmiyor ama bana birşeyler söyleyip duruyor. Önemli olacağını düşünerek telefonunu istedim, Yodying’i arayıp telefonunu çaldırdım. Birkaç saniye sonra Yodying geri aradı ve taksiciye gideceği yeri tarif etti.
Taksiden inerken taksimetre 80 Baht gösteriyor. Şoför arkasına dönüp 200 Baht istedi. Neymiş efendim telefonunu kullanmışım onun kirasıymış. Şerefsize bak! Sanki onun telefonundan aradık da kontörü gitti. Ağzıma gelen Türkçe küfürleri bir çırpıda kendisine iletirken o da bana kendi dilinde yüksek sesle birşeyler söylüyordu. Arabanın arkasına 100 Baht fırlatıp kapıyı çarptım, o da bastı gitti. Tayland’ta taksilerin yabancı kazıklama libidoları tavan yapmış durumda. Yabancı olduğunuzu anladıkları an emin olun kazıklamaya çalışacaklar. Taksimetreyi mutlaka açtırmak lazım ama bazen işte bu bile yetmiyor. Neyse ki bu son günüm, en azından artık taksiye binmeden önce sıkıntıya girmeme gerek kalmayacak. İnsanı bıktırıyorlar gerçekten, alışamadım gitti.
Deniz kenarına gideceğimiz konforlu minibüse yerleştikten sonra Yodying kahvaltılık almaya gitti. Ben kahve ve çörek hayaliyle beklerken elinde şeffaf poşete konmuş tavuklu pilavla geldi. O an dank etti Tayland’ta bizim anladığımız anlamda bir kahvaltı anlayışı olmadığı.

Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra adını hatırlamadığım bir sahil beldesine geldik. Eşyaları bir otele emanete bırakıp sahile indik.

Gerçekten de daha çok yerli turistlerin hafta sonu denize girmek için geldikleri bir yere benziyordu. Yabancı turist oldukça azdı.
Kumsalda şezlonglardan birine yerleşip yedik içtik. Gel git’in git zamanı uzaklaşan denize nispet büyüyen kumsalda yuvarlandım durdum.


Kumsal öğleden sonra biraz hareketlendi. İleride onlarca “kite surf” yapan vardı. Şile’de de var ama uğraşmaya zaman yok.


Yayılmak yetince kumsalda uzun bir yürüyüş yaptık.

Başkalarının yaptıkları kumdan kalelerde biz yapmışız gibi poz verdik.
Sokak aralarında motosiklet kiralayan yerler vardı. Artık tersten akan trafiğe alıştığımı varsayarak bir commuter kiraladık.

Taktım kaskı bindim motora ve sadece sürmeye başladım. Hangi yöne gidiyorum, haritada şu anda nerelerdeyim, Bangkok ne tarafta kaldı, o anda nereye gitmekteyim hiçbir fikrim yok. Kendimi artçım olan Yodying’in yönlendirmelerine bırakmış akıyorum. Genelde motosiklet gezilerinde plan, program, yön ve yol sorumluluğu bana ait olur; başkasının beni gezdirmesi de pek güzelmiş.

Az gittik uz gittik, dereler tepeler aştık, bir süre sonra yerel bir pazara ulaştık. İşte eğlencenin başladığı an. Zaten Pazar gezmeyi çok severim, son günümde hediye gibi oldu bu.

Motosikleti dışarı kilitleyip heyecanla daldım içeri. Tezgahlarda adını sanını tadını tuzunu bilmediğim onlarca meyva ve sebzenin arasında kayboldum. İşin güzel tarafı merak ettiklerimi rehberime soruyorum, bununla ne yapılır diye. Bildiğince cevaplıyor ama bizim şehirli kızlar gibi o da pek çoğuyla nasıl yemek yapıldığını bilmiyor.

Pazarda meyva sebzenin yanısıra et ve balık da vardı.

Tezgah aralarından birinde yeşil yaprakların mangalda pişirildiğini gördüm. Yodying de ne olduğunu bilemedi. Satıcıya sordu, yapraklara sarılmış vatoz yumurtasıymış. Hemen aldık.
Biraz ileride yükselen dumanlar eşliğinde bizi kendine çeken kokuyu izledik. Tay teyze mangalda mis kokulu sosisler pişiriyordu. Denemek için bir tane aldım, ağzıma attım ve damağımdan vuruldum. Mükkemmeldi. Hallice sosis aldık.

Motora atlayıp en yakın sahile gittik birer bira söyleyip pazardan aldıklarımızı lüpletmeye hazırlandık. Yaprak mangalın içinden turuncu renkli harca katılmış minik vatoz yumurtalarıyla başladım. Hiç şüphe yok ki Tayland’ta yediğim en leziz şeydi.

Sosisler bildiğimiz sosislerden daha yağlı ve taneliydi. Birayla çok iyi oldular. Aklımda pazara dönüp yaprağa sarılı vatoz yumurtalarından biraz daha almak vardı ama karnım doydu.

Tatlı niyetine serinletici soğuk ananasları yeyip iyice doyduk. Kumsalda şezlonga oturup yediğim bu basit yemekten aldığım haz hafızama kazındı.

Bulunduğumuz kumsal ilk geldiğimiz kumsaldan daha kötü ve kalabalıktı, insanların hemen hemen hepsi Tayland’lıydı. İleride ağaçlar arasında tatil köyüne benzer bir mekanın önünde Yunanistan bayrağı vardı. İçten içe kıskandım.

Motosiklete atlayıp şuursuzca dolanmaya başladık. Şehir merkezine dönerken gördüğümüz reklamları takip ederek yörenin geleneksel el sanatları ve yemeklerinin sunulduğu iki katlı ahşap bir sergi alanına gittik.

Kendimi Akçay ya da Dikili’de sahil yürüyüşü yapıyorum sandım. Kalabalık gruplar halinde gezen Tay’lar aile saadeti yaşıyordu. Ayak üstü ne olduğunu bilmediğim yiyecekleri atıştırarak akşama kadar zaman geçirdik. Ardından yakındaki bir pazara uğrayıp alışveriş yaptık. Ayrılma vakti yaklaşıyordu. Tam Taylandlılar gibi yaşamaya başlamışken 24 saatten az zaman sonra bu güzel ülkeyi terk etme fikrini aklımdan atmaya çalışıyordum.