17 Kasım 2010 Çarşamba

SAVAŞAN KÖYÜ

SAVAŞAN KÖYÜ:
Benden Güneydoğu'nun saklı güzelliklerinden bir tanesini yazmamı isteyen Paramedikal Dergisi için geçen sene aşağıdaki yazıyı yazmıştım. Buraya da koyayım dedim. Buyrun..

Kış bitmek bilmedi. Yeryüzüne tozun çöktüğü bir başka karanlık gün eve vardığımda sümkürüp burnumdan çamur çıktığını görmek epey şaşkınlık vericiydi. Açığa çıkmaya ve yol almaya ihtiyacım olduğuna karar verip bir cumartesi sabahı Mardin’den yola koyuldum.

İki saatlik bir sürüşten sonra Urfa’daydım. İki dostumu da aldıktan sonra demir atlarımızı Halfeti’ye sürdük. Bu arada arkadaşım benim eski Yamaha XT’yi kullanıyor. Zaman zaman beni yirmi bin km emektar taşıyan küheylanın gidişini seyrettim zevkle. Birlikte geçirdiğimiz güzel zamanları ve sayesinde yaşadığım unutulmaz anıları hatırlayıp içimden ona teşekkür ettim. Daha önce hiçbir araca ya da cansız maddeye teşekkür etmemiştim. İnsan motosikletine tuhaf bir bağlılık duyuyor nedense, araba gibi değil.

Otoban yolundan yaklaşık bir saat sonra Halfeti’ye vardık. Tepenin yukarısından bakıldığında insanı kendine çeken muhteşem bir manzarası vardı. Çölün ortasında bir vaha, Güneydoğu’nun ortasında minyatür bir Marmaris sanki. Daha önceki gelişlerimizden tanıştığımız dostlarımıza merhaba edip su kenarında karnımızı doyurduktan sonra motorlara atlayıp tepelerin üzerinden aşıp yarı off -road yaparak Savaşan Köyü’ne ulaşmayı planladık.


Önce Yeni Halfeti’ye oradan da bozuk köy yollarından geçerek bizi hedefimize ulaştıracak yola ulaştık. Yol lafın gelişi aslında, ortada bir yol filan yok, baya kayaların üzerinden atlayarak, çamura çukura dalarak tepenin yamacından ilerliyorduk. Neden sonra traktörlerin kalın tekerleklerinin açtığı izler yola benzemeye başlayınca sol yanımızda Fırat’ın bütün haşmetiyle ışıltısını üzerimize saçtığını gördük. Harika bir andı, zorlu bir yoldan gelmiş ancak hediyemizi almıştık.


Manzaraya karşı durup uzun süre Fırat’ın güzelliğini, çevresine kattığı hayatı seyrettik. Köye yaklaştıkça indiğimiz yokuşların eğimi arttı, üzerindeki çakılların da etkisiyle frenler işlemez hale geldi. Adrenalinin en yüksek olduğu noktada iki teker üzerinde yokuş aşağı kayarak iniyorduk. Yolun sonuna geldiğimizde kaskımı çıkarıp arkamı döndüm. Gördüğüm bu tuvaldeki tek hareket durgun suyun üzerinde aheste ilerleyen tekne ve geçtiği yol boyunca oluşturduğu dalgalardan yansıyan ışık oyunlarıydı.


Savaşan Köyü Fırat’ın üzerine kurulan Birecik barajı’nın suları altında kalmış köylerden biri. Bizim yaptığımız gibi karadan ya da Halfeti’den kalkan teknelerle ulaşmak mümkün. Otantik taş işlemeli evleri, dar Arnavut kaldırımlı sokakları ile etkileyici bir mimarisi var. Sular altında kalmış caminin minaresi ise bu muhteşem manzaraya kondurulmuş bir yıldız gibi. Bugün köy terk edilmiş durumda. Köyün sakinleri yaklaşık 30 km ötede başka bir yere yerleştirilmişler. Dolayısıyla bu terk edilmiş sokaklarda dolanırken kedi ve eşekten başka bir canlıya rastlamak pek olası değil. İstediğiniz evin kapısını çalmadan içeri girebilir hatta beğendiğinizde kalabilirsiniz.




Anlattıklarına göre nevalelerini toplayıp köye gelerek terk edilmiş evlerde kamp kuran gençler de oluyormuş. Hemen hemen hepsi yabancıymış. Kendi topraklarımızdaki güzelliklere duyarsızlığımız üzücüydü.

Burayı terk edemeyen köyünün cennetten bir köşe olduğunu düşünenler de var elbette ama sayıları bir elin parmağını geçmez. Onlar da sahil kenarında turistik derme çatma mekânlar açmışlar.


Biz de köyün sokaklarında ve terk edilmiş evlerinde keşif gezisi yapıp sebilde başımızı suya sokup serinledikten sonra en baştaki mekâna gidip soluklanıyoruz. Yazın sıcağında, suyun şıpırtısı ve Güneydoğu’nun ortasında hayadaki cennette olmanın huzuru içindeyiz. Keşke gece de konaklamak için kalabilseydik. Eminim yıldızların daha net izlenebildiği daha iyi bir yer olmazdı, yukarıda gökyüzünden aşağıda Fırat’ın sularından ışıldayan yıldızlar insanın evrenin ortalarında bir yerde olduğunu hissettirirdi. Uykuya dalmak için seçtiğiniz terk edilmiş evde kim bilir neler neler yaşanmıştı?

Sayıları fazla olmasa da gezi teknelerinin de uğradığı adreslerden biri burası. Biz geri dönüş yoluna başlayıp motorlara atlarken farklı tekneler yanaşıyordu Savaşan’ın koyuna.


Lafı gelmişken ikinci alternatif yoldan da bahsedeyim: Halfeti’ye inilir. Sahildeki gezi tekneleri ile pazarlık yapılır tekne kiralanır. Tekneden eski Halfeti’nin mükemmel manzarasına el sallayarak, suyun altında kalan şehrin hayalini kurarak, tertemiz bahar havasını soluyarak teknenin tıkırtısı eşliğinde ilerlenir. Yol boyunca suyun üzerinde uçuşan yabani kuşlar ve çevrenizi sarmalayan dik yamaçlar hayranlıkla seyredilir. Yarım saatlik yolculuktan sonra Rumkale’ye varılır. Kale’nin üzerine tırmanıp kale içindeki harabeler incelenir ve yüzünüzü yalayan taze rüzgârın eşliğinde Fırat’ın görkemi seyredilir.




Kale’nin yamacında 8 metre genişlik ve 75 metreye yüksekliğe sahip su kuyusu görmeye değerdir. Kaleden kuyunun dibine inmek için merdivenler vardır. Bu kuyu aynı zamanda Fırat’a ve suya ulaşmanın en kısa ve doğal yolu olup halen kullanılabilir durumda ve ziyaretçilere açıktır.


Rivayet edilirmiş ki: Rumkale Beyi’nin yönetimi devredeceği bir oğlu olmuş. Oğlunun adını Nergis koymuş. Bu oğlanın o kadar güzel ve biçimli bir yapısı varmış ki onu gören tüm genç kızlar ona âşık olur ancak aşkına karşılık bulamayınca yıkılır ve intihar ederlermiş. Delikanlı buna bir anlam veremezmiş.
Günlerden bir gün Kale saldırıya uğramış. Kale’nin Beyi saklamak ve kaçırabilmek amacıyla oğlunu Rumkale su kuyusuna indirmiş. Kuyunun dibindeki su çok berrakmış. Tıpkı bir ayna gibi olan suda delikanlı kendi görüntüsünü görmüş ve ona âşık olmuş. Eğilip yansımasına ulaşmak isteyince de önce kuyunun dibine oradan da Fırat’ın sularına yuvarlanarak boğulmuş. Denirmiş ki: Delikanlının boğulduğu yerde bir çiçek bitmiş, adına Nergis denmiş. Dünyanın en güzel kokan çiçeklerinden biri olan Nergis buradan tüm dünyaya yayılmış. Ama hiçbir yerde Halfeti’deki kadar güzel kokmazmış.



Kaleye tırmanmanın yorgunluğunu aşağı tekneye inip suların üzerinde etrafınızdaki efsunlu coğrafyayı düşünerek atılır. Bir sonraki durağınız Savaşan Köyüdür. Suyun kenarındaki çay bahçelerinde kaçak çay içilir, hatta hava yeteri kadar sıcaksa cumcurlop suya atlanır, altındaki evlerin üzerinde uçtuğun hayaliyle yüzülür. Uyarmadan geçmeyelim, suya atlarken atladığınız yerde elektrik direği olup olmadığını kontrol edin, kaza olmasın.

24 Eylül 2010 Cuma

KIBRIS

KIBRIS

Ne zamandır çağırıyor Uğur ve Işıl, biletini al gel yeter diyorlar. Eskiden en önemli problem paraydı şimdi zaman oldu. Üstelik bu parayla da satın alınamıyor. Ne kötü!
İki ay önceden aldım bileti, git gel 150 TL. Gitmeden önce hiçbir plan program yoktu. Kendimi Uğur Ağabey’in ve Işıl’ın güvenli kollarına bıraktım. Herşeyi onlar ayarladı, gezi armut piş ağzıma düş oldu. Onun da tadı ayrıymış nitekim.
Cuma akşamından Sabiha Gökçen’den kalkan uçakla iki saatlik uçuşla Kıbrıs’a indim. Havaalanı çıkışında Uğur Ağabey eğri duran komando beresi ve kamuflaj kıyafetleri ile karşıladı beni. O an kendimi çok güvende hissettim. Hoş zaten güvensiz ve tedirgin değildim ama yanımda iri bir rütbeli asker olunca “Savulun lan!” diye bağırasım geldi.
Arabaya binip lojmanlara doğru yola koyulduk. İnsanın ilk dikkatini çeken şey haliyle soldan akan trafik oluyor. Şoförün yanındaki koltukta oturup virajlarda arabanın tabanına fren niyetine bastıran arızalılar için arka koltukta oturup çevreyi seyretmenin daha hayırlı olabileceğini söyleyebilirim.
Kısa bir yolculuktan sonra lojmanlara ulaştık. Yol boyunca hiç apartman görmedim. Bu durum Kıbrıs seyahati boyunca büyük şehirler haricinde devam etti. Lojmanlar süperdi. Buralar eskiden Rum köyüymüş sonra bizimkiler alıp lojmana çevirmişler. Evler genelde tek katlı, önünde arkasında bahçesi olan eski binalar. Doğramalar, kapılar döşemeler vs, hepsi 1974’ten kalma, kimse üzerine bir şey eklememiş. Sanırım “ne olur ne olmaz” zihniyeti hakim.

Yarın program yoğun olacağından bu geceyi evde sohbet ederek geçirdik. Baileys’in muadili olan Sheridan’s ın yarısını götürdük. Evin köpekleri (çocukları desem daha doğru olur belki de ) İle oynadık.

Akşam balkonda keyif yapıp fazla geçe sarkmadan yattık.
Ertesi sabah serinden gelen olarak sıcağa ve bahara uyanmak çok güzeldi.


En geç uyanan ehli keyif misafir ben olunca haliyle kahvaltı da hazırlanmış bekliyordu. Sabah sohbetinde E-bay’den helikopter, tank, savaş uçağı filan alınabildiğini öğrendim. Çalışmıyorlar tabi ama insanlar bunları bahçe süsü olarak kullanıyorlarmış. Mekanikten anlayan bir manyak olsam herhalde garajımda tankı toplar İstanbul trafiğine çıkardım. Helikopteri de vantilatör olarak kullanırdım.

Kahvaltıdan sonra köpeciklerle biraz daha oynadım. Garip sesler ya da anlamadıkları komutlar verince dilleri dışarıda kafalarını yana yatırıp şapşal şapşal bakıyorlar ya, bayılıyorum.

Gezmeye başlamadan garajdaki TDM 900’u çıkarıp garnizonda deneme yaptım. Askeri mekanın asfalt yollarında gözümde güneş gözlükleri, altında spor motosiklet sesli Yamaha ile gazlarken,arka fondaki tankların fonu eşliğinde kendimi Top Gun filmi setindeki Tom Cruise sandım, arkamdan koşturan köpekler hariç!
Yola çıktık. İlginç olan trafiğin soldan akması değil, yanınızdan geçen neredeyse bütün otomobillerin yeni model olması.

Lefkoşa’ya ilerlerken karşı dağların yamacında kocaman KKTC bayrağı göze çarpıyor. Dağlara yazılmış bu bayrak Rum kesimine görülebiliyormuş ki sınırın hemen ötesinde ki toplarını bu bayrağa doğrultmuşlar. Mesaja bak!

Lefkoşa mütevazi bir kent. Pek çok yerde Türkiye ve KKTC’nin bayraklarını birlikte görmek mümkün.
Öyle büyük binalar, alışveriş merkezleri filan yok. Hatta bir başkentten çok sevimli bir kasaba havasında. Lüks bir şey varsa o da otomobiller. Hatta öyle ki bazılarının markalarını bile bilmiyorum. Tanıyamadığım ama lüks bir spor otomobil sınırda park ediyordu, Kıbrıs Güvenlik Güçlerinden birine aitmiş. Nasıl oluyorda bunları alabiliyorlar diye merak ettim. Burada bir polis memurunun maaşının 3500 TL’ye yakın olduğunu öğrenince işin rengi çıktı. Bir de arabalara ödedikleri paranın yarısından fazlası bizdeki gibi vergi olmayınca işler biraz daha anlaşılır oluyor. Ancak bir Türk binbaşının bundan çok daha az maaşıyla aldığı 15 yıllık marşı basmayan arabasını ittirerek çalıştırdığını görünce insan biraz ezilmiyor değil.

Şehrin caddelerinde biraz tur atıp Barbarlık Müzesi’ne gittik. Bilindik hikayenin yaşandığı yer burası. Tabip Albay’ın ailesinin banyoda öldürüldüğü yer.

Her kurşun deliği olduğu gibi duruyor, hatta çocukların kirlenen kıyafetleri. Duvarlarda katledilmiş insanların dehşet verici fotoğrafları vardı. Çıkışta bir süre sessizlik ve üzüntü garanti.

Kıbrıs diğer ülkeler tarafından bağımsız bir devlet olarak sayılmadığı için global şirketlerin mağazaları bulunsa da isimleri farklı. Mesela Burger King Big King, McDonald’s ise Big Mac olmuş. Amblem ve içerik aynı ama isim farklı. Bu restaurant’ların bulunduğu mahalleler genelde zenginlerin oturdukları yerler. İlginç bir şekilde çevreleri daha çok apartmanlarla çevrili. Nedense buranın zenginleri apartmanda oturmayı tercih etmişler. Halbuki birkaç km ileride bahçeli müstakil evler de var. Anlamadım.

Yol boyunca lüks araba silsilesi bitmek bilmedi. Binalar ve çevreyle uyumu olmayan bu zenginlik göstergeleri ilginçti.
Süpermarketlerden birine girdik. İngiliz ağırlıklı olmak üzere yabancı ve Türk ürünleri yan yana duruyor. Bizde olmadığı kadar çok sos çeşidi var ve çok ucuzlar. Gelirken bir TL’ye tatlı acı sos almıştım, burada Real’de aynısı 6 TL idi. Laf ucuzluktan açılmışken alkollü içkilerden bahsetmeden olmaz. Maazallah insan burada alkolik olur. İşte ispatı alttaki resimde.

Büyük rakı 9.99 TL olur mu yahu! Düşünün bizdeki vergilerin ne boyutta olduğunu. Her çeşit içki vardı. Ben de Duty Free’den bile daha ucuz olan bu marketten birkaç şişe almadan duramadım elbette.

Yabancılardan İngilizler yoğunlukta olduğundan mütevellit bazı marketlerde Pound da geçerliydi. Mr Pound isimli dükkanda satılan her şey bir Poud idi. Bir çift iğrenç dişlik ve birkaç tane mum aldım. Dişlikleri hemen denedik, eğlendik. Mumları ise evde akşam şarap içerken yaktım, rengarenk ışıklar verdiler çok sevindim.

Arabaya atlayıp Beşparmak Dağları’na tırmandık. Geçtiğimiz yol Kıbrıs’ın kuzey kıyısına bakıyor. Aşağıda boylu boyunca uzanan sahil şeridi ve ileride Girne'yi görmek mümkün.

Hava bulutsuz ve pussuz olduğundan karşıda Türkiye’nin güney kıyıları bile görülüyordu.

Tepelerden birinde tank enkazı vardı. Beşparmaklara tırmanan tank ekibi harekat sırasında bu daracık yollardan geçip önemli işler yapmış. Uğur Ağabey’in dediğine göre harekatın stratejik başarısında çok önemli rolleri varmış. İçlerinde birinin paleti kopunca diğer tank onu aşağı iterek yolu açmış ve harekat devam etmiş. İşte aşağı itilen o tank ve kopan paleti 26 yıldır orada duruyor.

İçine girip saçma pozlar vermek mümkün.

Dağların üzerinden yola devam ettik.

İstikamet eski Rum silah kaçakçısı, mafya babası ve avukat Paulo Paolides malikanesi, şimdiki adıyla Mavi Köşk. Eski şaşalı günlerinden eser kalmasa da şimdi ziyaretçiler için müze niteliğinde. Zamanında ünlülerin süt havuzunda yüzdüğü köşk şimdi smokinli askerlerin otomatikleşmiş anlatımları eşliğinde turlar ile tanıtılıyor.
Biraz bilgi vereyim:
İtalyan asıllı rum olan Paulo Paolides tarafından 1957 yılında yaptırılmış. Köşk 20. yy modern mimari teknikleri ile yapılmış olmasına karşın, doğu ve batı mimari üslupları ile Türk, Rum mimari özellikleri yanısıra İtalyan ve Akdeniz bölgesi mimari özellikleri taşımakta. Hala çalışır durumda olan 1957 yapımı Westinghouse marka merkezi klima sistemi, içinde gizemli bir altın anahtar bulunan gizli kasası, özel olarak uzakdoğudan paolidesin getirttiği dokuz boyutlu güvenlik aynası, kuş tüyü yastıklı stres koltukları, mevsime göre renk değiştiren bukalemun derisinden içki dolabı, kristal şarap bardakları, italyan el işi yer döşemeleri, istenirse 24 saat şarap akan aslanlı çeşmesi, özel sirtaki taverna bölümü, Köşkün bir çok yerinde bulunan günah çıkarma noktaları, Deprem uyarı cihazı, köşkle bir bütünmüş gibi görünen ancak depremde yıkılmaması için köşkten ayrı olarak ve farklı bir teknikle yaptırılmış deprem odası gibi birçok özelliği ile döneminin lüksünün son noktasıymış.


Sahibi Paulo Paolides Kıbrıs doğumlu italyan asıllı rumlardanmış. Paolides Avukat olmasına karşın aslında Ortadoğunun en büyük silah tüccarıymış. Aynı zamanda dönemin Kıbrıs Cumhurbaşkanı Baş piskopos Makarios'un da avukatıymış. Avukatlık mesleğini silah ticaretini gizlemek için kullanmış. Bu nedenle köşkü kimsenin dışarıdan göremeyeceği ancak hertarafa hakim bir mevkiye yaptırmış. Böylelikle köşkü silah dağıtım noktası olarak kullanabilmiş.






İçinde paha biçilmez sanat eserleri bulunan köşkte bir de bayan misafirler için süt havuzu yaptıılrmış. Müzik odasının hemen yanında yaptırılmış ki bayan misafirler süt banyosu yaparken bir yandan da müzik dinleyerek rahatlasın. Ne olacaksa o kadar rahatladıktan sonra?Dönemin ünlü aktristlerinden Sophia Loren'nde köşke gelerek süt banyosu yapmış misafirlerdenmiş. Sahibi onu bile rahatlatmış.

Paolides çok severek yaptırdığı mavi köşkü 1974 barış harekatı sırasında arkasında bırakarak İtalya'ya kaçmak zorunda kalmış. Kaçarken yatak odasında bulunan ve İngiliz mahallesine doğru giden gizli tünelleri kullanmış. Tünelleri kaçarken patlattığı için tam olarak nereye açıldığı bilinmiyormuş.
Paolides köşke olan ilgisini ve bir gün geri alma ümidini hiç kaybetmemiş bu yüzden öldürüldüğü 1986 yılına kadar köşkün çeşitli ihtiyaçlarını italyadan Kıbrıs'a gönderdiği söylenmekteymiş. Sonunda İtalya'da bir mafya toplantısında öldürülmüş. Haydan gelen huya gitmiş.
Mavi köşkten ayrıldıktan sonra Girne’ye doğru yola koyulduk. Hava yavaştan kararmaya başlamıştı. Sahil kenarında Barış Harekatı sırasında kullanılan atıl durumdaki askeri araçların sergilendiği bir alan vardı.



Serginin hemen yanında da şehitlik vardı.


Dönüşte fotoğraflara bakarken aşağıdaki fotoğrafın beni ürperttiğini hatırlıyorum.


Girne’ye ulaştığımızda güneş çoktan batmıştı.

Sahilde biraz yürüyüş yaptık. Güzel bir Akdeniz kasabası gibiydi. Arnavut kaldırımlar, sahil kenarında kafeler, barlar, balık restaurantları vs…





Ben oradayken sezon değildi. Caddeler ve mekanlar genelde boştu. Merkezde cadde ve sokakların çok düzenli ve temiz olduğunu söyleyebilirim.
Eve dönüp üzerimizi değiştirdik. Bu gece akşam yemeğini tepede Girne manzaralı Orduev’nde yiyeceğiz. İçeri elbette elini kolunu sallayarak girmek mümkün değil, kravat ve gömlek gerekiyor. Haliyle tatilde yanımda kravat taşımıyorum. İşin ilginci Uğur’un da gardırobunda afili sivil kıyafetler yok. Sahip olduğu iki kravatın ikisi de babasından kalmış. Biraz modası geçmiş ama iş gördü. Her aynaya bakışımda kendimi palyaço gibi görüp güldüm.

Şahane yemek yedik ve sohbet etik. Hatta genel formata uygun olarak canlı müzik eşliğinde göbek attık.
Yemekten sonra kumarhane görmeden olmaz deyip bir tanesine daldık. Ben makinelere 50 TL gömdüm ama karşılığında bir sürü yabancı içki içtim. Kumar işi beni sarmadı, sıkıldım. İnsanların saniyeler içinde binlerce dolar kaybetmelerine anlam veremedim.
Ertesi gün yılın deniz sezonunu açmak üzere sahile gittik. Burası aynı zamanda Uğur’un dalış hocalığı yaptığı yerdi. Küçük bir barakada kıyafetleri giydik. Tabi bana bu vücudu sarmalayan ve giymesi 10 dakika süren kıyafetlerin hangi yüzünün dışa hangisinin içe geldiğini söylemediklerinden giysiyi ters giydim. Aslında fark etmişler ters giydiğimi ama iyice maskara olayım diye ses çıkarmamışlar.

İkinci bir on dakikayı giysiyi doğru giymek için kıvranarak harcadıktan sonra artık dalma dersine hazırdım. Sırtımıza tüpler takıldı, kısa ve öz ön bilgiler verildikten sonra dalmaya hazırdım.

Eğitimim tam olmadığından önceki deneyimlerimin yardımıyla 6-7 metreye dalıp etrafta dolandım. Dipte kendimi olduğum yere sabitleme çalışması yaptım. Birkaç küçük balığı kovalayıp kumları eşeledikten sonra çıktık. Uğur temel acil durum becerilerini kazandıktan sonra dalmaya hazır olduğuma kanaat getirdi.

Kıyıda biraz daha kumsal keyfi yaptık. Delicesine kumsalda koşan enerjik Kıbrıs Teriyeri’ne ayak uydurmaya çalışsam da beceremedim.

Bu sırada kumsalda acil durumlarda hayat öpücüğünün (suni solunum) nasıl yapılacağına dair kısa bir ders verdim. Aşağıdaki resimde mankene hayat öpücüğü veren uygulayıcı görülmekte.

Dalıştan sonra Maraş’a gittik. Uğur’un konumu nedeniyle sivil olmama rağmen içeri girdim. UN (Birleşmiş Milletler) kontrolünden geçip Maraş’ın ortalarında yerleşmiş olan Orduevi’ne gittik. Birkaç km boyunca 40 yıldır el sürülmemiş hayalet şehir Maraş’ın sokaklarından geçtik. Durmak yasak olduğundan fotoğraf çekimini sadece hareket halindeki arabadan yapabildim. Gördüğüm kadarıyla 40 yıl önce burası oldukça modern ve lüks bir turistik bir şehirmiş.

İçeride yaşam alanı olarak kullanılan sadece Orduevi ve UN askerlerinin kaldığı binalar var. Geri kalan yüzlerce bina tamamen kendi haline bırakılmış. İnsan kendini 40 yıl öncenin dünyasını yansıtan bir sinema setinde zannediyor. Geçtiğimiz yol üzerinde Alfa Romeo ve Toyota’nın eski amblemlerinin bulunduğu galeri vardı. Hala annemlerin evinde bulunan ve 25 yıl kullandığım çalışma masasına çocukken bu amblemleri yapıştırmıştım.


Terk edilmiş binalardan çoğunun otellere ait olması buranın eskiden turistik bir yer olduğunun kanıtıydı.

Orduevi’nin tam karşısında UN barakası vardı, sanki savaş devam ediyormuş gibiydi. Etraf binalarda yer yer kurşun izleri görmek mümkündü. Orduevi’nin kıyısından ileri bakınca Rum kesiminin binaları gayet net görülüyordu. En lüks bina da o tarafa yakın yerleşimli bir otelmiş. O otelle ilgili de şöyle bir hikaye var: Türkler Maraş’ı ele geçirdiklerinde tüm binalara girip arama yapmışlar. O otele geldiklerinde yüksek rütbeli bir İngiliz subayı askerleri durdurup “Bu bina bizzat kraliçenin özel mülküdür, diplomatik bir krize neden olmak istemiyorsanız bu binaya girmeyin” demiş. Biz de girmemişiz. Otelin sürekli korunmasa da iki ayda bir subay gelip vazosundan avizesine kadar sayım yapar gidermiş. Şimdiye kadar bir eksik olmamış.

Orduevi’nde karınımızı doyurduk, pideler bol malzemeli ve çok lezzetliydi.

Orduevi’nin girişine bu Leopar cesedini koymuşlar. Çevresi de camla çevrili olduğundan insanın dalgınlığına gelirse bilinçaltının ani dürtmesiyle sıçramamak işten değil. Her ne kadar ciddi bir ortam olsa da askeri yapılar, azıcık şımarmama göz yumdular.

Vakit daraldı, birkaç saat sonra dönüş uçağı için havaalanında olmam gerek. Hareketlenip günü batırmak üzere Magosa’ya yollandık. Biraz turistik gezi yaptık önce.

En meşhuru eski adıyla St. Nicolas Katedrali yani şimdiki ismiyle Lala Mustafa Paş Camii. Sekiz yüz yaşında ama çok iyi durumda gerçekten. Kendisi gibi avludaki 700 yaşındaki heybetli tropikal incir ağacıda görülmeye, gölgesinde serinlemeye değer, adanın en yaşlı canlısı kendisi.

Üstteki resimde de Namık Kemal Zindanı görülüyor.
Namık Kemal, "Vatan yahut Silistre" oyununun 5 Nisan 1873 tarihinde İstanbul Gedik Paşa tiyatrosunda oynanmasından sonra 9 Nisan 1873 tarihinde Kıbrıs'a sürülmüş. Önceleri alt kattaki zindana kapatılan şair, bir süre sonra Kıbrıs Mutasarrıfı Veyis Paşa'nın izni ile üst kata çıkarılmış. 3 Haziran 1876 tarihinde de V. Murat tarafından affedilerek İstanbul'a geri dönmüş.
Ben sadece iki tarihi eser koydum buraya ama meraklısı için gerek camiye çevrilmemiş gerek çevrilmiş kimi ayakta kimi harabe halinde çok sayıda mimari eser var Magosa’da.

Çarşının içinden ilerleyerek sahile gittik. Kıbrıs gezisinin son kısa bir yürüyüşünü yaptık.

Çarşı her ne kadar tarihi bir havaya sahip olsa da meşhur markalar görmek mümkündü.

Son şebekliklerimizi yaptık, muhabbeti kahkahalarla sonlandırdık, ağzımızı cheesecake ile tatlandırıp kahvelerimizi içip anayurda geri döndük.
Aklımda ne kaldı: Onyüzbinbaşı Uğur’un ve eşi Işıl’ın misafirperverlikleri, terk edilmiş kent Maraş ve nefis bir coğrafya uğruna çözümlenemeyen karmaşık siyasi durumlar. Ha bir de, 70'lik 9,99 TL olur mu arkadaş?