10 Nisan 2010 Cumartesi

MÜNİH

MÜNİH



Şu yeşil pasaport ne zaman işe yarayacak diye gıdıklanmaya başlamıştım. O günlerden birinde THY’nin fırsatlar köşesini kurcalarken Şubat ayına özel ucuz Almanya biletleri olduğunu gördüm. Önce Berlin’e göz diktim ama uçak saatlerini beğenmedim. Sonra aklımda uzun yıllardır görmediğim kuzenimin Münih’te yaşadığı geldi. Baktım uçak saatleri de çok uygun, hemen aldım.

Vakit geldiğinde keyfim de yerine gelmişti. Bu hafta sonunu boşaltmak için bir önceki hafta sonu da çalıştığımdan iki haftadır izin yapmamıştım. Havalimanında işlemleri bitirdikten sonra kuzenlere hediye almak için duty free’ye gittim. Kendime de 3 avroluk brendi alıp kapıya yöneldim. Son güvenlikten sıvı sokmak yasak aslında, hatırlamamıştım brendiyi alırken. Üç avromu çöpe atmam deyip brendiyi kafaya diktim. Tüm yemek borumu ateşler aldı ama garip sesler çıkarmaktan utanıp sadece yüzümü ekşitmekle yetindim. Gözlerimden yaşlar süzülürken güvenlik kontrolüne girdim. Yolculuk kesin daha rahat geçecekti.
Münih’te beni kuzenim Bülent karşıladı. Yanında da yakışıklı bir arkadaş, kolları dövme dolu. Selam verince “Kardeşim hoş geldin” dedi. Adı Mustafa, o da Karşıyaka’lıymış.

“Eve gidip dinlenmek mi istersin yoksa takılalım mı?” diye sordular. “İki haftadır hafta sonu dahil çalışıyorum ne dinlenmesi?” dedim. Bülent Ağabey’in cipine binip şehir merkezine gittik. Yolda Bayern Münih’in meşhur stadını gösterdiler. Gezi programına onu da katmak istediler ama futbolla pek ilgim olmadığından istemedim. Sanırım bazıları için bu stat çok önemli çünkü gelmeden önce yaptığım internet taramalarında stada turlar düzenleyen firmalar vardı.

Şehir merkezi şaşırtıcı olmaktan uzaktı ama her güzel Avrupa kenti gibi imrendiriciydi. Güzel binalar, düzen, ,ihtişam vs… Merkeze yakın bir Latin barına gittik. Latinler dışında Dünya’nın her yerinden gelen insanlarla tıklım tıklım doluydu. Eğlenceli Latin müzik çalıyordu ama kimse de Salsa yapmıyordu. Hoş adım atacak yer yoktu ama birileri yapmaya kalksaydı yer açılırdı bence. O an zaman kısıtlılığından devam ettiremediğim Salsa derslerime hayıflandım. Gidip birer buğday birası aldım. Uzun yıllar birbirimizi görmediğimizden Bülent Ağabey’le sohbete daldık. Onunla son sosyal aktivitemizde İzmir Fuar’ında Nejat Uygur’un açık hava tiyatrosuna gitmiştik, ben 13-14 yaşlarımdaydım. Mustafa’nın hikâyesini merak ettim ama kaçamak cevaplar verince fazla üstelemedim. Kolundaki dövmede “Made in Turkey” yazıyormuş, bir de İzmir’den 10 yıl önce çıkıp Güney Amerika’da 18 ülke dolandığını öğrendim. Muhabbetin göbeğinde arkada bir kargaşa oldu. Doktorum diye gittim yerde ağzından kanlar akan baygın bir adam vardı. Çömelip inceledim, sarhoş, yok yok, zurna olup bayılmış. Muhtemelen tansiyonu düştü. Ayaklarını Trandelenburg pozisyonuna getirip (yani havaya kaldırıp) arkadaşlarından tutmalarını istedim. Bir süre sonra beynine kan gidince ayıldı ama zurna durumundaydı. Baktım Mustafa kolumdan çekiştiriyor, “Almanlar değişiktir fazla bulaşma, uyandırdın hadi gidelim” dedi. Barın dışında yerde yarı baygın yatan çocuğu ambulans gelene kadar uzaktan izlemekle yetindim.

Mekânın tadı kaçınca serpiştiren karın altında başka bir bara gittik. Burada da buğday birası içtik. Çalan grup çok kötüydü, buna rağmen insanların çok beğeniyor görünmelerine şaşırdım. Yanımızda çok konuşan şişko bir İngiliz kız vardı. Gitmeye yakın içmekten fıçı olmuş kıza içemediğimiz biraları verince çok sevindi biraz da bizim kafamızı ütüledi. Birlikte diskoya gitmek için ısrar etti ama sürekli “fakin…şit…” diye konuşan kızlar çok itici olduğundan kabul etmedik. Sonradan Mustafa’nın anlattığına göre kızın ebeveynleri de alkolikmiş, hayatı çok zormuş mutsuzmuş falan filan. Sanırım onu o gece mutlu edecek erkeğin Mustafa olduğuna karar vermişti.

Bardan çıkıp yollarda gezinerek eve gittik. Hafif mayhoş halimle buralarda olmak çok güzel geldi. Salak salak sırıtıyordum.

Eve gittiğimizde herkes uyumuş olduğundan direk yataklara dağıldık. Sabah kalktığımda fazla lüks olmayan bu evin bile önünde kocaman geniş bir alan olduğunu gördüm. Filmlerde oluyor ya hani, uyanınca camın önüne gidip manzarayı kucaklar gibi kolları açıp geriniyorlar, gidip aynısını yaptım nasıl oluyor diye. Güzelmiş. Bu gerinme hareketinde genelde tavanı ya da tuvalet kapısını görmeye alışmışım, şimdi karşımda karlarla kaplı bir park var.

Sağolsunlar süper kahvaltı hazırlamışlar. Hep beraber sevinçle karşıladık hafta sonunu. Arabaya atlayıp gün ışığında şehri gezmeye çıktık. İstikamet BMW müzesi.

Avrupa’ya gitmiş olanlar bilir, bisiklet karnesine pekiyi getiren çocuklara alınan oyuncaktan daha fazla bir şeydir orada, ulaşım aracıdır. Karda kışta bile! Kaldırımların caddeye bakan kısımları bisikletlere ayrılmış. Orada yürürsen küfrü yersin.

Bavyera Eyalet Parlementosu, Bakanlıklar, Münih Belediye’si gibi bilumum devlet kurumunun görkemli binalarının önünden geçtik. Mimarisi konusunda ahkâm kesmem, güzellerdi. Bana ilginç gelen ise hiçbirinin önünde polis olmamasıydı. Polis bir yana hiçbir gözle görünen güvenlik önlemi yoktu. “Sıradan bina gibiler, o kadar ki git kapıyı aç gir” diye paylaştım düşüncelerimi. Bülent Ağabey “ E zaten öyle” dedi.

Şehrin içinden geçen nehir buzlaşmış. Üzerinde yüzlerce çoğu yaşlı insan şu garip buz oyununu oynuyorlar. Belediyenin işçileri de buzları cilalıyorlar.

Yol kenarında da koşu yapanlar, çocuğunu kızakla çekenler, aylak aylak sıcak kahvesini yudumlayanlar filan var. Burası ne biçim büyük şehir? Kentin göbeğinde kocaman parklar, ormanlar, nehirler, patikalar var. İçine havayı çekiyorsun mis gibi, serin ve temiz. Daha evden çıkalı beş kilometre olmadı ilerideki ağaçların arasında geyikler otluyordu. Beş katı geçen bina henüz görmedim. “Ulan yanlış yerde doğmuşuz” diye düşünmekteydim. Meğer Avrupa’nın en yaşanılabilir üçüncü kenti seçilmiş Münih. İstanbul köyünde yaşıyormuşuz da kendimiz şehirli sanıyormuşuz.

Karların kıtırtılarını duymak için kısa bir yürüyüşün ardından BMW müzesine doğru yola koyulduk. Şehrin en yüksek iki binasından biri O2 ve diğeri de BMW binası.

İçimde BMW motosikletlerinin bulunduğu galeriyi gezmenin heyecanı varken geldiğimden beri hiç motosiklet görmediğimi fark ediyorum. Meğer kış aylarında motosiklet kullanmak yasakmış. Efsane BMW’lerin vatanında böyle bir kısıtlama olması çok ilginçti.

Yolun iki yakasında yerleşen binalardan biri BMW galerisi diğeri ise müze. Galeri de arabayı beğeniyorsun, teslim edilen büyük otopark’tan alıp çıkıyorsun. Araba galerisi imajını kökten değiştiren teknolojik bir gösteri alanı burası aslında.

Kalabalığın bulunduğu alana doğru merakla ilerliyoruz. Sürekli sahte gülücükler saçarak halkalarla gösteri yapan bir adam var ortada. Çevresindeki bol cilalı yeni model jipler daha çok ilgimizi çekince galerinin arabalar bölümünü gezmeye başlıyoruz.


Resimlerin hepsini koysam fazla olur. Zaten pek çoğu da Türkiye’de bir iki ay içinde yollarda görülüyor, merak edecek bir şey yok. Bizim görmediklerimiz steyşın modeller. Türk halkının nedense steyşınlara alerjisi var. Yirmi yıl önce Renault 12 ve Tofaş Kartal biraz satmıştı ama devamı gelmedi. Burada tam gaz devam ediyor.

BMW sadece Almaya’ya değil bizim gibi pek çok ülkeye polis motosikletleri de üretiyor. Bunlardan bir tanesi de yukarıda. İstanbul’a iki sene önce geldiğimde çok şaşırmıştım. Polisler son model 40-50 bin TL’lik motosikletlere biniyorlardı. Bir keresinde polise ait motosiklet otoparkı görmüştüm, tamama yakını BMW’ler ile doluydu. Çok özenmiştim. Bu aralar ise BMW motorlara o kadar özenmiyorum. Bunda BMW’lerin servisini veren Borusan’ın servis bakımlarında boruyu döşemesinin büyük payı var. İşi pek anlamıyorsanız mecburen NASA’nın kullandığı elektronik cihazlarla ölçümler yapan sibernetik ustalarnın eline düşüyorsunuz ve sizi çok fena öpüyorlar.

Galeri alanında sadece otomobiller yok. Sanat eseri mi mühendislik şovu mu anlayamadığım bir takım objeler var etrafta. Mesela bu üsttekinde sensörlü alanlara eli yaklaştırınca bir yerlerden top çıkıyor dakikalarca değişik atraksiyonlar yapıp sonunda dipten çıkıyor. Hani Susam Sokağının başında 12’ye kadar sayan müzikal bir klip vardı ya, onun gerçeği gibi.”…..on bir, on iki, hi hi hi hi hi hii”


Çevreye değişik modellerin motorlarını serpiştirmişler, üzerlerindeki lcd ekrandan özelliklerini öğrenebiliyorsunuz.

Şu üst resimdeki ilginçti. BMW’nin balansı süperdir filan yazan reklamın altında, bir çemberin üzerinde duran top var. İlk başta duruyor gibi görünse de bir süre sonra dengesi bozulan top bir tarafa meyletmeye başlıyor ancak bunu algılayan sensörler çemberi ters yönde çevirerek topun düşmesini engelliyor. Çamaşır makinesinin dönmesini izlemeyi sevenler burada da iyi vakit geçiriler.


BMW alternatif enerji yolları konusunda da çalışmalar başlatmış ve bunlar ürünlerini vermiş. Sergilenen otomobillerden iki tanesi ekomobildi.


Galerinin arka tarafında bir de BMW mağazası var. Genelde BMW amblemli giyim malzemeleri satılsa da farklı ürünler de var. Mesela BMW markalı bisiklet.

Muhtemelen bisiklet üretmiyorlar. Bir firmaya üretip üzerine markalarını yapıştırıyorlar. Böylece bedeli de 2000 Avro’ya fırlıyor. Markayı satmak diye buna denir.


Bisiklet olur da kask olmaz mı? Artık fiyatlara bakmayı bıraktım, pahalı işte.

Babasına özenen bebeler için de bir şeyler vardı. Fesupanallah!

Motosiklet maketleri de vardı. Üstteki resimde görülebilir. Ayrıntılı ve işçilikleri kaliteliydi. Ama el kadar makete 90 avro verilir mi? Şaka gibi.

Mağazadan çıkıp üst kata çıkacağız. Yürüyüş yolumuzun üzerinde galerinin kafesi var. Buradaki her şey el yakmasına rağmen kafenin ürünleri hem güzel hem nispeten ucuzdu. Oturanların BMW ile hiç ilgisi yokmuş gibi görünmeleri ise ilginçti. Millet gelmiş yemek yiyor sohbet ediyordu.

Üst kat motosiklet galerisi. Adımlarım hızlanıyor, çocuklar gibi şenim. Sadece ben değilim galiba bu hisleri yaşayan. Motorların üzerinde zaten çocuklar var, onlar da pek şenler. Çocuk ruhlu mu kaldık nedir? Bir de inmiyorlar üzerinden, “İn de biz de binelim” diyorum Türkçe, hiç tınlamıyorlar. Çekip alasım geliyor ama anası babası vardır, hem benim gibi bir yetişkine yakışmaz diye vazgeçiyorum. “Yok mu çocuğum sizin ananız babanız?”. Cevap yok.

Bu alttaki motor GS 1200. Türkiye fiyatı 40 bin küsur Lira. Birçok motorcunun hayalidir.

Bu veledin üzerinden inmediği arı görünümlü motosiklet ise F 800. Bilmeyenler için söyleyeyim, harfler modeli rakam ise silindir hacmini belirtiyor.
Baktık çocuklardan bize sıra gelmeyecek müzeye doğru yola koyulduk. Müze ile galeri arasında fütüristik bir üst geçit vardı.


Köprünün girişinde sarkmış bir ağ görünümü olan gösteri alanı yapmışlar. Zaman zaman caz konserleri veriliyormuş burada.


Müzenin girişinde eski zamanlardan kalma anıları canlandıran antika arabalar vardı. İçlerinden birini fotoğraf çekimi için ayırmışlar. Diğerlerine dokunmak yassakh.


İlk girişe koydukları şu oyuncak benzeri araç çok ilgimi çekti. Alt katta daha ayrıntılı göreceğim.

On ikişer avro verip müzeye girdik. İlk salonda araba yok. Yukarıdan sarkan misina benzeri iplere asılı gümüşi toplar var. Dinlendirici bir müzik eşliğinde farklı seviyelere hareket ederek topyekün değişik şekiller kazanıyorlar. Kimi zaman ilginç geometrik şekiller oluyorlar kimi zaman bir spor araba. Geçenlerde TV’de reklamları izlerken BMW’nin yeni serilerinden birinin tanıtımını gördüm. Müzedeki bu görsel ziyafeti de koymuşlar reklama.

Bir de Münih’e gitmeden önce İstanbul’da bir sergiye katılmıştım. Tavana asılmış yumuşak ışıklı lambalar rastgele inip çıkıyorlardı. O an süper bir fikir olduğunu düşünmüştüm ama şimdi önce kimin aklına geldiği konusunda şüphelerim var.

İlerideki koridorun sonunda 3-4 katlı bina büyüklüğünde bir duvar var. Duvarda kronolojik sırayla yukarıdan aşağı yerleştirilmiş onlarca motosiklet bulunuyor. Yürüdükçe sağ yanınızda akan motosiklet evrimini görmek çok keyifli.



Arada İkinci Dünya Savaşı için ürettikleri hepimizin aşina olduğu sepetli askeri motosikletler de vardı.


Geçenlerde düşündüm de, antika olarak kalan motosikletlerin çok büyük kısmı BMW. Sahibinden.com’da satılan en eski motosiletler BMW markalı. Hiçbir Japon ya da başka Avrupa markası günümüze sağ salim ulaşamamış; ulaşsa da kullanılamayacak durumda.

Geçen sene bir arkadaşım Avrupa seyahati yapmak üzere İstanbul’dan geçerken bana uğramıştı. O gece nöbetçi olduğumdan hastane kapısında kısa süre sohbet edebilmiştik. Altında 1976 model BMW vardı. Benimle yaşıt olan bir motosikletle binlerce km yapıp sorunsuz geri dönmüştü. Motorcular arasında bu kadar tutulmasının ve orta sınıf bir araba kadar pahalı olmasının bir nedeni var galiba.

Müzenin diğer kısımları haliyle araba ağırlıklıydı. Yukarıdaki otomobil de eski bir yarış arabasıymış.

Artık böyle estetik makineler neden üretilmiyor anlamıyorum. Bütün arabalar birbirine benzer oldu.

Zamanında önemli olan bazı motorları da sergiliyorlardı ama benim bu konuda hiç bilgim olmadığında sadece fotoğraflarını çekmekle yetindim.


BMW aslında ilk olarak uçak motoru üreterek başlamış işe. O zamanlar sıvı soğutma olmadığından bütün bu motorlar hava soğutmalı. Hala da büyük motorlarında motosikletin yanlarında çıkıp rüzgârı yakalayan boksör motorları kullanıyorlar. Elli yıl önceki motorlar ile şimdikiler birbirine oldukça benziyor.

Amblemi de ilk üretim uçaklarla bağlantılı, bir dairenin dört eşit parçasında yer alan mavi beyaz renkler dönen pervaneyi temsil ediyor.

Benim müzede en beğendiğim otomobillerden biri de buydu.


Ürettikleri tüm modellerin etiketlerini asmışlar duvara, çok fazla!

Dakar’ı kazanan iki motosiklet de sergi alanındaydı. Hatta şu F 650 modeli üst üste Dakar’ı kazandığı için 90’ların sonunda efsane olmuştu. Anısına bir de Dakar modelini çıkarmıştı. Bizim sokağın üzerinde var hala bir tane.


Aynı odada başka antika motosikletler de, renk olsun diye koymuşlar işte.

Bu da motosikletle hız rekoru kıran bir araç. Bilgi yazılarını üzerindeki camdan küpe koymuşlar ama içine bakmak için eğilen herkes doğrulurken kafasını köşelerine çarpıyor. Bence yanına bir de yara bandı koysunlar.

Müze çok katlı tuhaf bir mimariye sahipti. Koridorların kimi aşağı kimi yukarı gidiyor, yollar ayrılıyor, insan aşağılarda gördüğü alana ulaşmak için kafa yormak zorunda kalıyor. “Biz o kadar kafa patlattık siz de görmek istiyorsanız biraz çalıştırın saksıyı” der gibi.

Yolu karıştırınca tekrar motosiklet duvarına çıkıyoruz. Benim için hiç sorun değil tabi bu.

Bazı alanlarda da şirketin tarihi, içinden çıktığı krizler, fabrikaları, rakamlarla bir takım anlatımlar filan var. Ama görüldüğü gibi insanlar artık yazılardan çok resimlerle ilgilendiği için bu alanlar pek ziyaretçi almıyor. Merak ettiğiniz konu için alttaki beyaz renkli tahtaya dokunuyorsunuz yukarıdaki projektörden sesli anlatım başlıyor.

Ya da ben nostalji seviyorum diyorsanız masalardaki kitapların sayfalarını çeviriyorsunuz kitaplar üzerinde resimler ilerlerken size istediğiniz dilde kendini anlatıyor.

Bir sonraki salon üstü açık spor otomobiller bölümü.


Ne kadar zarif! Neden yok artık bunlar?

Bir de şu üstteki otomobil var ki yanından geçen herkes farklı dilde kurulan cümleler içinde “Ferrari” adını geçiriyorlar. Sanırım herkesin fikri aynı: “Ferrari’ye benziyor”. Hep Çinliler yapacak değil ya bir kere de Almanlar taklit etsin.

Bu da benim favorim. Hala satılsaydı kesin alırdım. Bin dokuz yüz elli’lerde 150 bin adet üretilmiş. Nedendir bilmem kısa süre sonra da üretimi durmuş. Benim kuzenimin eşi İngiliz, o çocukken ailesinin varmış bundan. “Çok sevimliydi ama güçsüzdü” diyor.

Dikkat ederseniz yanda kapısı yok. İçine şaşı gözlerinin arasından, yani arabanın önünden giriliyor. Böyle şapşal bir şey olur mu yahu?

Arka tekerlekler arası mesafe de öndekilere göre daha dar olduğundan üç tekerlekli gibi görülüyor ama değil. Bence bunun tasarımını Jetgilleri çizen adamlar yapmış.

Bu da son James Bond filmlerinden birinde kullanılan BMW imiş. Pek fiyakalı.
Alt katı bitirip eğimli yoldan yukarı tırmanmaya başlıyoruz. Fütüristik mimarinin sonlandığı nokta BMW’nin konsept otomobilleri, geleceğe kısa bir bakış.


Çevredeki yuvarlak ışıklandırmalar sadece aydınlatma değil aynı zamanda iç taraftan bakılınca farklı bilgiler içeren birer pano görevi görüyorlar.

İlerledikçe hiç piyasaya sürülmemiş konsept araçların sergilendiği salonlardan geçiyoruz.



Anladığım kadarıyla eski araçlar daha çok aerodinami ve konfor ağırlıklı temalar içeriyorken yenileri yakıt ekonomisine önem veriyorlar.

Bu da gördüğüm en güzel radyatör delikleri, şövalye kaskı gibi.



En üst katta en son konsept otomobiller üç tekerlekli, iki kişilik, çok az yakıt sarfiyatı olan lunapark oyuncaklarına benzeyen tasarımlar. Daha çok otomobil ile motosiklet arası bir şey olduklarını söylemek mümkün. Henüz bu marka altındakiler yollarda olmasa da başka markaların benzer araçları yollarda boy göstermeye başladı(Can am). Hoş şimdilik gösteriş ve hız için kullanıldıklarından pratikte ne doğaya ne de trafiğe faydaları var ama ilerleyen yıllarda sayılarının artacağına eminim. Özellikle İstanbul’da her gün 2-3 saatini yollarda harcayan zavallı kalabalığın da sabrının bir sınırı olduğunu düşünüyorum. Hoş bizde bisiklet bile hala çocuklara karne hediyesi olarak verilen bir oyuncak olarak algılandığı için motosiklet kültürünün gelişmesi hayli zaman alacağa benziyor.

Durum burada ve aslında Avrupa genelinde bizdekinden oldukça farklı. İnsanlar kar, kış, çamur demeden bisiklete biniyorlar. Kaldırımların kenarında bisikletlere ayrılmış güvenli yollar var.


Metro istasyonlarının çevresinde onlarca park etmiş bisiklet dolu. Ben de özendim gittim ikinci el en az 15 yaşında bisiklet aldım. Biraz bakımdan sonra kendine geldi inatçı teyze. Boş zamanlarımda sahil kenarına ya da Eminönü’e gidiyorum. Bizdeki trafiğin Avrupa’yla ilgisi olmadığından rahatsız edici olabiliyor. Onlardaki gibi bisiklet yollarımız yok, arabalar senin trafiğin bir elemanı değil yolu tıkayan bir engelmişsin gibi davrandıkları için bilumum tacize maruz kalıyorsunuz. Neyse ki arabaların gazabından yaya kaldırımı ile kurtulan yayalar bisikletlerle güvenli ortamı paylaşmaktan pek şikâyetçi değil gibi görünüyorlar.

Akşama kadar etrafta dolandık. Suşi yedik bira içtik. Meydandaki mezecilerden biri Antepliymiş, arkada bir yerleri onarmakla meşgul gençler Antep şivesiyle konuşuyorlardı. İşin ilginç yanı Antep’te defalarca bulunmama rağmen bu kadar çok çeşit mezeyi ilk kez görüyor olmamdı.

Sadece zeytin çeşitleri yirmi kadar vardı. Bilindik Türk mezeleri dışında ne olduğunu anlayamadığım mezeler de vardı.

Meydanın çevresinde bilumum görkemli bina var. Hangisi nedir bilmiyorum, pek umurumda da değil.


İçeriklerinden bağımsız söyleyeyim, bu adamların sosisleri çok lezzetli oluyor. Malum et fiyatları Türkiye’nin yarısından az. Löpçük Löpçük kırmızı etler insanın iştahını açıyor.

Çarşıda dolaşırken yukarıdaki şu ilginç dükkânı gördüm. Sadece tarak, fırça ve saç bakım ürünleri satıyordu.



Belediye’nin de bulunduğu meydan çok güzeldi. Pek alışık olmadığımdan yerleri kaplayan kıtırdak beyaz kar üzerinde yürümek hoşuma gitti. Kalabalığın kenarına sıkışmış pandomimcileri uzaktan seyretmek hoş oldu ama eskiden Avrupa seyahatlerinde yaşadığım yoğun duyguları hissetmedim.

Benzer ruhsuzluk hali diğer görkemli binalar için de geçerliydi. Artık güzellik görmek istemediğime karar verdim. Daha çok bulunduğum yerin parçası olmanın ya da olamasam da ortamın farklı olmasının beni heyecanlandırdığını düşündüm.

İçeride ayinin devam ettiği bir kiliseye girdik. Girişte kocaman uyulması gerek kurallar tabelası vardı. Yazanlar arasında fotoğraf çekimi ile ilgili bir madde göremeyince ben de deklanşöre bastım. Çıkan fışşık sesi kilise de yankılandı. Hemen bir görevli hışımla bana doğru gelip Almanca sert bir şeyler söyleyip yasaklar tabelasının karşısında duran başka bir tabela gösterdi. Bu tabelada kocaman fotoğraf çekme uyarısı vardı. Ben de adama diğer yasaklar tabelasında yazmadığını o yüzden çektiğimi anlatmaya çalıştım ama sanırım o benim tartıştığımı düşündüğünden anlaşamadık, uzatmadan kiliseden çıktık.

Arka sokaklarda ilerleyip Münih’in ve tabi Bavyera’nın en meşhur birahanesine doğru yola koyulduk. Alıştığımız ve ülkemizde özlediğimiz manzaralardan geçtik: Her yerde yüzlerce bisiklet.


Burası HB, yani Hofbrauhaus. Kral tacı şeklindeki amblemi kimi bira severlere tanıdık gelmiştir sanıyorum. Sıkı biracı sayılmasam da içeri girerken lunaparka giren 5 yaşında çocuk kadar şendim.

Birahane çok büyüktü. Muhtemelen 500 kişiyi rahat alır. Oturma yerleri cilalı tahta banklar, ışık basit sarı ışık, bakımlı ama basit. İçeride yüzlerce insan bira içiyordu. Bize masa ayarla usta diye bir şey de yok, neresi boşsa oraya oturuyorsun. 33, 50, 70’lik filan gibi garip boyutlu bira yok. Bira deyince bir litrelik şahane pils bira geliyor. Ayrıca buğday birası ya da karamelli bira isterseniz daha ince bardaklarda feminen görünümlü biralar geliyor ki hiçbir erkek Almanın bunlardan içtiğini görmedim.

Mekânın ortasında yeşil kuş tüyü şapkalı, üzeri rozetlerle dolu yelek ve ceketleriyle Bavyera’lı büyük testisli ağabeyler oturuyor. Gelen geçene durmadan selam veriyorlar. Meğer Ağabeyler eyaletin milletvekilleriymiş. Bu durum karşısında empati yapıp muhtelif şakalar üretmek mümkün tabi ama, bizim memlekete uyarlayamıyorum bile.

Biraların dağıtıldığı yerde derin bir raf grubu vardı. Önden eksilenler arkadan doluyor ama öndekiler ilerlerken hiç düşecek vakitleri kalmıyordu.

Masaların arasında dolanan güler yüzlü mavi gözlü kızları da unutmamak gerekir elbette. Octoberfest’te memelerini eski zamanlardaki gibi yanlardan bastırarak ortaya çıkaran kıyafetler giyiyorlarmış.

Siparişi bekleyen garsona en çok ne siparişi alıyorsanız ondan dedim o da bunları getirdi. Sosis ve tuzlu çörek. Nasıldı? Süperdi.

Biralarımızı yarılamıştık ki müzik başladı. Bavyera’ya özgü Alman müzikleri. Ne neşeli ne de hüzünlü olarak tanımlayamam. Daha çok marş gibiydiler. Muhtemelen onlar da bizim Türk Sanat Müziği’nin hüzünlü şarkılarda nasıl eğlendiğimizi anlayamadığı için bunu fazla kafaya takmamak lazım.

Yanımızda oturan Almanlar bizi biraz modern bulmuş olacaklar ki Türk olduğumuza pek inanmadılar. Ardından da politik meselelere girince biraz baydılar. Bir ara Almanlardan biri aşırı sağcı olduğunu söyleyince bizim Mustafa herife dalacaktı ama neyse ki ettiği küfürleri anlamıyorlardı. Buradan Mustafa’nın yumuşak çocuk olduğu imajı çıkmasın. Sınır dışı edilmemek için kimseye girişmiyor, yoksa daha ilk geldiğinde birinin çenesini bira bardağıyla kırmış. Sonra anlatırım.
Bu bira içtiğim bütün biralardan farklı. Hani derler ya Almanlar su gibi bira içiyorlar diye; hiç haksız sayılmazlar. Gerçekten çok yumuşak, diksen kafana boğazın yanmadan koca bardağı içersin. Ben de ilk bardağı bitirdiğimde daha 15 dakika olmamıştı. Susuzluğumu gidermenin ve lezzetli bira içmenin doyulmaz keyfini tadarken bu meretin alkollü bir içecek olduğunu unutmuşum. İkincinin sonlarına doğru aklım bulanmaya başlayınca farkına vardım en azından beynim için o kadar da yumuşak olmadığının. Bu arada yan taraftaki sağcı gençler marş söylemeye başlamışlardı bile.
Tartışmasız içtiğim en güzel biraydı ve oraya yakın bir yerde yaşayıp alkolik olmadığım için Tanrı’ya şükrediyordum.

Birahaneden çıkıp dolanmaya başladık. Bülent Ağabey geceyi uzatma niyetinde olmadığından Mustafa’yla gece mekânları dolanmaya başladık. Latin bar dün geceki gibi ağzına kadar dolu olduğundan biraz takılıp çıktık. İlerdeki caddelerden birinde kapıda sıra olmuş tuhaf kıyafetli insanları görünce biz de sıraya girdik. Malum bu sıralar Fasching festivali, sırada bekleyenler arasında tanıdık simalar olması anormal değil: Arı maya, Dracula, FBI, Elfler, vs… İçeri 10’Avro karşılığında girdik. Bu Fasching denen şey bizim anlayacağımız dilde aslında bildiğin kıyafet balosu. İçerideki en normal kıyafetli insanlar bizlerdik k yaşlı kadınlardan biri gelip böyle olmaz dedi ve elindeki boya kalemiyle yanaklarımıza ve burnumuza benler yapıp uzaklaştı. Kafaya da buff’ı çekince çakma kıyafetimiz de olmuş oldu.
Bu Almanlar gerçekten çılgınca eğlenmeyi biliyorlar. Yaş ortalaması diye bir şey yok, 18 yaşından 70 yaşına kadar her yaştan insan vardı.

Fasching Festivali aslında Roma ve Grek uygarlıklarından kalma bir Pagan karnavalı iken sonradan kilisenin kontrolünde yapılmaya devam etmiş. Şu an kilisenin “K”’sini bulmak mümkün değil tabi. İçkiler su gibi akıyor insanlar dans edip eğleniyor, sahne şovları ve animatörler eşliğinde “tren” yapıyor.

Herhangi bir terbiyesizlik görmesem de kimi Alman’lar (Mustafa’nın kız arkadaşı başta olmak üzere) bunun bir seks partisi olduğu konusunda ısrarlıydı.

Ben de çevrede tanıştığımız diğer gençlerin ikramlarını kırmayıp ortaya söylenen 20 kadar biradan payıma düşeni lüpletmeye ve dans etmeye başladım. Arada bir durup hoşuma giden kareleri yakalamak için deklanşöre basmamdan mütevellit kimileri beni fotoğrafçı zannetti. Bunlardan biri de alttaki fotoğrafta dans eden 60 yaşlarındaki kadındı. Göz göze gelince attığı samimi bakışlarına gülümseyince gelip tanıştı. Adını unuttum ama psikoterapist olduğunu hatırlıyorum. Bir sürü şey anlattı, biraz dans ettik. Avrupa’nın tam ortasında olduğumu söyledi. Gerçekten sonra haritaya baktım öyleymiş. Takıldığım grup kız arkadaşımın yaşının bana biraz fazla olduğu konusunda benle dalga geçince ondan uzaklaştım. Bir süre sonra gelip çektiğim fotoğraflardan kendinin olduklarını istedi ve beni Octoberfest’e davet etti. Türkiye’ye dönünce fotoğrafları gönderdim.

Takıldığım grupta yakışıklı bir Alman adam vardı. Münih’liymiş ama yıllardır Çin’de yaşıyormuş. Orada Çinli bir kızla evlenmiş bir oğlu olmuş, bebeği çok güzeldi tam bir melez. O karanlıkta fotoğrafını çekemedim. Bizimkisi Çin’den sıkılmış olsa gerek karşı cins vatandaşları ile ilgiliydi.

Herkes herkesle dans ettiğinden burada aman ayıp aman utandım derdi yok. Zaten gördüğüm kadarıyla Almanlar çok kötü dans ediyor. Müzikler de ortalamanın altında.

Arpası fazla kaçmış gruplar dayanamayıp sahneye fırlıyor biraz da orada dans ediyorlardı.

Bizim memlekette de benzer eğlenceler olsa da aşağıdaki resimde görülen tarzda bir kıyafetle kamuya açık alanda dans edenleri sanırım linç ederler. Soldaki adam rahip kılığında zil zurna sarhoştu. Sadece o değil daha fotoğrafını çekemediğim muhtelif adamlar rahip kimi kadınlar da rahibe kılığında dolaşıyorlardı.

İlgi toplayan kostümlerden biri de fistan ve poşu giymiş elindeki kocaman tespihi çeken sarı saçlı mavi gözlü bir Alman’dı. O an aklıma evimde duran Doğu görevleri sırasında hediye edilen fistan şalvar ve poşular geldi. Burada olsaydı giyerdim. Muhtemelen tipimden mütevellit gerçekten petrol zengini şeyh olduğumu sanırlardı, hem böylece alman kızlarının da ilgisini çekmiş olurdum ama olsun, bu seferlik tecrübeye sayalım. Bir daha gelişimde direk şeyh kıyafetimi giyip gideyim diyorum ama bu sefer de terörist diye tutuklanma olasılığı var.

Bu rahatlığı suistimal eden hıyarlar da yok değil ama maalesef Türk olduklarını söylemek zorundayım. Biri gelip önümüzde durmakta olan biralardan bir tanesini alıp götürdü sonra yanındaki diğer dallamaya bizi gösterip “mnkym” içeren cümleler sarf etti. Geldiğim yeri kötü duruma düşürmemek adına sesimi çıkarmadım. Bir diğeri ense kısmındaki saçları eski hırbo futbolcular misali uzatmış kızların rahatlığından faydalanıp önüne gelen kızla dans etmeye çalışıyor ama biraz yüz bulunca hemen sırnaşıyor, yılışıyor. Haliyle benim önümde dans ettiği birkaç dakika içinde beş altı Alman kızını dans etmekten caydırdı. Türklerin bu şekilde tanınmasını görmek üzücüydü. Tevekkeli değil bizim Mustafa her yerde kendini Arjantin’li olarak tanıtıyor. Yazık.


Sabahın ilerleyen vakitlerle sanırım yaş gereği bacaklardan çeneye sevk olan enerji nedeniyle laflayıp durduk. Böylece bizim Mustafa’nın hikâyesini öğrendim. Sekiz ay önce gelmiş Almanya’ya. İlk Octoberfest’te kendine “faşist gibi bakan” bir almanın çenesini litrelik bira bardağı ile dağıtmış. Çevresini saran Almanları da iki eline aldığı bira bardakları ile uzak tutmayı başarmış. “Aferin lan” dedim, “Biz Karşıyaka çocuğuyuz kavga etmeyi biliriz” dedi. O geceyi nezarette geçirirken Alman polis memure ile tanışmış. Kız buna nezarette kaldığı birkaç gün boyunca yardım etmiş. Şu anda o kızla, polisiyle birlikte yaşıyor. Herifteki şeytan tüyü, çok büyük.
Aşağı kattaki diskoya inip kalabalıkta dans etmeye çalıştık. Ara sıra dışarı çıkıp sigara içtik, Mustafa bu sırada sevgilisine bunun seks partisi olmadığını anlatmaya çalışıyor bildiği bütün dillerde onu sevdiğini söylüyordu.

Nöbetlerden vücudum alışık olsa gerek kronik yorgunluğu kabullenip sabah erken uyanabildim. Yakınlarda bir yerde kahvaltı yapıp Bülent Ağabey ile buluştum. İstikamet yakınlardaki toplama kampı.

Üç yıllık bir süre içinde burada 150 bin kişi öldürülmüş. Girişte 1940’lardan kalma Nazi propagandaları, gazete kupürleri ve bilgilenmek için tüm gün okusanız bitmeyecek kadar doküman vardı. Vakit sınırlı olduğundan çoğuna sadece bakmakla yetindim.

Burada katledilenler başta elbette Yahudiler. Onlar dışında homoseksüeller, diğer partililer, Nazi karşıtlar, adi suçlular ve Çingeneler de var. İnsanları hayvan yerine bile koymadıklarından üzerlerinde tıbbi deneyler yapmışlar.

İnsanları yaralayıp sepsise sokmuşlar, vücuttaki etkileri incelemişler.

Basıncın insan üzerindeki etkileri bilinmediğinden basınç deneyleri yapmışlar. Üstteki resim bu deneyden fotoğrafları gösteriyor. Adamcağızın nasıl acı çektiğini görmek insanı buruyor.
Kimilerinin beyinlerinin bazı bölümlerini çıkarıp neler olduğuna bakmışlar. Kimilerini suda boğmuşlar, ölmeden hemen önce çıkarıp vücudunu incelemişler falan filan. Bir işkencecinin aklına gelebilecek bir sürü sapıkça deney işte. Hoş o dönemin tıbbı için bazı bilgilerin yeni ve aydınlatıcı olduğu bir gerçek ama bu kimseye insan öldürme özgürlüğünü veremez.

Uzun süre burada dolanmak insan psikolojisi için hayırlı bir aktivite değil. O günün geri kalanının pek iyi geçmeyeceği garanti.

Buradan çıkıp binlerce insanın bir arada hayvanlar gibi yaşadığı hücrelere geçtik. Aslında bir sürü filmde aşina olduğumuz sahneler. Dip dibe tahta ranzalar, penceresiz karanlık rutubetli beton yığınları. Yukarıdaki resimde görülen tuvalet insanların nasıl yaşadıkları konusunda fikir verebilir.

Şimdilerde bu hücre evlerinin büyük kısmını yıkmışlar. Sadece bir tanesi ibret olsun diye kalmış.

Aşağıdaki resim kampın sınırından bir görüntü. Tellerin her iki yanında da su hendekleri var. Tellere değil iç taraftaki hendeğe bir metre yaklaşmak ölümle eş anlamlıymış. Yüzlerce insan acılarına son vermek için hendeğe atlayıp vurularak ölmüş.

Ve Krematoryum: Cehennemin yeryüzündeki yüzü. İnsan yakma fırınları.

Küçük eski bir taş bina, içinde iki tane fırın, insan yakmak için kullanılıyor. Kampın ilk açıldığı dönemlerde bu dışı sevimli içi cehennem olan küçük tek katlı taş bina varmış. İlerleyen dönemde insan yakmakta yetersiz kalıp cansız bedenler önünde birikince yeni bir bina daha yapmışlar.

Bu binanın girişinde bir soyunma bölümü var. Giriş odasında soyulan insanlar banyoya gireceklerini düşünerek diğer odaya alınıyorlar. Kapılar kapanıyor. Duş başlıklarına bakan insanlar başlıklardan su yerine gaz çıktığını görüyor.

Gaz odasından çıkarılıp bir odaya yığılan cesetler diğer odadaki krematoryum’a alınıyor. Burada da dört fırın var. Diğer binadakiyle birlikte toplam altı insan fırını gece gündüz çalışıyor ama kapılarda yığılan cesetleri eritemiyor. Dehşete düşmemek elde değil.

Sessizlik ve dehşet içinde kamptan ayrıldık. Artık dönüş yoluna geçmenin zamanı gelmişti. Eve gidip ailecek yemek yedik. Benim için süper sofra hazırlamışlar. Karnımı doyurup park manzarasına baka kaldım. Ne güzel yerde yaşıyor bu insanlar. İstanbul kocaman bir köy!

Havalimanı yolunda yandaki meşhur Bayern Münih stadını gördük. Futbolla ilgilenmediğimden benim için mimari bir güzellikten öte değildi ama fanatikler için buraya turlar düzenleniyormuş.

Alan girişinde yine bir sürü Audi dizmişler reklam amaçlı. Vedalaşıp ayrıldım. Akrabalarımın görmeyeli uzun zaman olmuştu. Kendi başıma buralara gelip onları ziyaret etmem aramızdaki bağları güçlendirdi.
Biralar çok güzel, fasching çok güzel, şehir çok güzel, Octoberfest’te yine gelecek ben.

9 yorum:

O. Suat Özçelebi dedi ki...

Gökhan bey,

Bir mail adresi bulamadığım için buradan yazıyorum.

http://seyahatozgurlugu.blogspot.com/

Yukardaki blog adresi, Türkiye'nin vatandaşlarına uzun yıllardır reva gördüğü gizli ama bir o kadar da açık bir "hak ihlalini" ele alıyor.

Dünyadaki en pahalı pasaportları bize satan devleti, yetkilileri bu "hak ihlaline" son vermeye çağırıyor.

Eminim pasaport ücretlerinden siz de etkilendiniz. Bloğumuza üye olur, mücadelemize destek verir misiniz?

Adsız dedi ki...

Gökhan Bey sabırla bekliyoruz.:))

Gökhan dedi ki...

Ah vakit vah vakit...Daha yazacak neler neler birikiyor ama...ah vakit vah vakit

Adsız dedi ki...

Gökhan Bey,bol biralı keyifli günler geçirmişsiniz anlaşılan,BMW bölümü de çok güzeldi teşekkürler.

slage dedi ki...

çok güzeldi paylaşımınız çok saol .

www.sivas.im dedi ki...

Siz bir ülkeyi tanıtmışsınız :)
selamlar.

gezinim com dedi ki...

Sayın Gökhan Uçar,

Gezinim.com; ekibinin yaşayarak edindiği izlenim ve deneyimleri, henüz gidememiş, görememiş meraklı okurlarla paylaşan online bir içerik sağlayıcıdır. Bir tür güncel seyahatnamedir. Devamlı zenginleşir, gitmeye görmeye değer bulduğu etkinliklerin duyurularını yapar.


Blog sayfanizda gordugumuz kadariyla siz de bu tarz bir takim yazilar yazmaktasiniz.

Uygun gorurseniz bu tur yazilarinizi Gezinim.com da yayinlamak, sizi de aramizda gormek isteriz.

Bize gezinim@gmail.com veya
http://www.gezinim.com/iletisim/

sayfasi araciligiyla ulasabilirsiniz.

Saygılarımızla

meral dedi ki...

3 Euroyu çöpe atmamak ve şişenin dibini görmek:))Diğer gezi yazılarınızda hissedilen keyiften biraz uzak...

Akıllı Tebeşir dedi ki...

İzlenimlerini paylaştığın için teşekkür ederim. Almanların senin Türk olduğuna inanmamalarına şaşmadım. :D