5 Ocak 2013 Cumartesi

HİNDİSTAN GOA

HİNDİSTAN ikinci bölüm: GOA, PALOLEM BEACH, ANJUNA.

 
Sabah saat 10:00’a gelirken Margaon otobüs terminaline ulaşmıştık. Buradan son durağımız olacak Palolem’e 35 km daha var. Terminalin dışındaki rikşalara sordum iki kişi 1000 rupi istiyorlar. Yani Palolem plajından daha uzakta olan havalimanına klimalı taksiyle aynı para. Hep aynı numara diye pazarlığa giriştim ama inmediler. Herhalde sıcaktan bunalıp yumuşayacağımızı sandılar ama yanıldılar.
Terminalin içinde Palolem’e giden otobüs/dolmuştan iki kişi 40 rupiye biletimizi aldık. Otobüsün kalkmasını beklerken köşedeki manavdan muz aldık ama yiyemedik. Daha olmamıştı.

 
Otoparkta Hindistan’ın efsanevi Royal Enfield Bullet motosikletlerinden birini gördüm. Hemen yanaşıp bu klasik görünümlü ama yeni motosikleti inceledim.
Tuvaletimiz gelince umumi tuvalete mecburen girmek zorunda kaldık. Bu tür durumlar için yanımda her zaman bir kuru bir de ıslak mendil taşırım. Bu sefer de bizi rezillikten kurtardı. Çünkü tuvaletin her yeri insan pisliği dolu olduğu gibi sabun ya da tuvalet kağıdı namına birşey de yoktu. Aslında işimi bitirip dışarı çıkınca tuvalete de gerek olmadığını anladım. Ahali sıralanmış tuvalet duvarına işiyor, hacetler tuvaletten gelenler ile birleşmiş dere olmuş akıyordu. Hatırladığım kadar eskiye gidiyorum ama bu kadar pisliği Türkiye’de hiç görmedim.

 


Palolem’in daha temiz olacağını umarak otobüse bindik. Yolculuk bir buçuk saat sürdü. Balık istifi dolmuşta Hintli kardeşlerimizle doyasıya kaynaşma fırsatı bulduk. Bu kaynaşma kalabalık nedeniyle daha çok fiziksel, ten tene ve göz göze oldu.
Kırsalı ilk kez gördüğümüzden akan manzaraları seyredip fotoğraflar çektik. Bir ara karşı koltukta oturan bebeğin dehşet içindeki yüz ifadesiyle durmadan Elvan’a baktığını gördük. Zavallı herhalde hayatında ilk defa açık tenli biri görmüş olacak ki şaşırdı kaldı. Dikkatini dağıtmak için yaptığım şaklabanlıklarıma rağmen gözünü Elvan’dan alamadı.
Dolmuş okul çıkışına raslayınca zaten dolu olan araç iyice şişti. Neredeyse kucağımıza oturan öğrencilerle birlikte sıkış tepiş gittik. Yanımdaki Hindu güzeli öğrenciye laf attım ama hiç oralı olmadı. Utanarak başını başka yanlara çevirdi. Şeker verdim almadı.
Arsızca fotoğrafını çekince anladım ki rahatsız oluyor ben de fazla bulaşmadım.
Hindistan cevizi ağaçları altına kurulmuş irili ufaklı pek çok köy var. Dolmuş zırt pırt durup öğrencileri indiridikçe kalabalık da azaldı. Bu sırada Elvan’ın önüne geçen çok sevimli bir kız çocuğu nazlansa da Elvan’la iletişime geçip verdiği şekeri kabul etti.
Palolem’e vardığımızda oldukça yorulmuştuk Bir an önce kendimizi yatağa atmaya niyetliydik. Önceden booking.com’dan ayırttığım odaya yerleştik. Aslında booking’e gerek de yokmuş, dolmuştan iner inmez zaten çevrenizi şu fiyata deniz kenarı oda, bu fiyata şu falan diye çığırtkanlar sarıyor. Birinden birini seçip daha ekonomik davranmak mümkün. Sevimli bungalovumuza yerleşip duş alarak son 24 saatin hengamesini üstümüzden attık. Yatağa devrilip akşam üstüne kadar uyuduk. Bugalov güzeldi güzel olmasına ama denize giden 30-40 metrelik yol inşaat malzemeleri ve kum tepeleri ile doluydu. Üzerine bu yolu mesken belleyip geçenlere hırlayan köpek ve gecenin zifiri karanlığı da eklenince sonraki gün odamızı değiştirmeye karar verdik. Akşam yemeği için sahile masa atmış birçok güzel restorandan birine oturup balığımızı seçtik. Mangalda pişirdikleri balığın üzerini baharat bulamacı ile kaplayıp güzelim balığı mundar etmişlerdi. Üzerindeki sosları sıyırarak buz
gibi birayla balığı götürdük. 

Son istasyona yorucu bir yolculukla varmanın rehavetiyle sevimli bugalowumuza gidip cibinlikli ikiz yatağa hasretle erkenden yattık.

Dördüncü günümüzün sabahında tertemiz bir güne uyandık. Artık işin yorucu kısmı bitmiş kebap kısmı başlamıştı. Çantayı sırtlanıp plajın yolunu tuttuk. Niyetim denize sıfır bungalow bulmak.
 
Yol üzerinde bir yerde mola verip kahvaltı yaptık. Elvan basit bir tostla yetinirken ben çorba içtim. İçinde taze sebzeler olan tanımadığım baharatlarla harmanlanmış çorbalara bayılıyorum. Bu seferki de yüzümü kara çıkarmadığından gidene kadar her sabah başka çorba denedim. Plaj üzerinde palmiye ağaçlarının altına kurulu pek çok bungalow vardı. Fiyatları içindeki lükse ve denize yakınlığına göre değişiyor. Sahilin büyük kısmını taradıktan sonra birini beğenip pazarlıkla günlük 600 Rupi’ye (yaklaşık 20 TL) anlaştık. Biraz derme çatma ama olsun, denize sıfır.
Bungalowumunuz içinde 19. Yüzyıldan kalma gıcırtılı pirinç somyanın üzerine kurulu 20. Yüzyıl başlarından kalma çift kişilik ince süngerden yatak mevcut; yatağın ancak yarısını örten cibinlik de hediyesi. Odanın arkasındaki küçük banyoda ise daimi olarak su mevcut (Güneş enerjisi deposu bitmeden kullanılırsa üstelik sıcak). Herşey bir yana odanın kapısını açmak ya da kapamak için evi sallamak gerekiyordu. Ancak o zaman kapının kilidi yerini buluyordu. Dolayısıyla kapıya geldiğimizde anahtar kimdeyse o kilidi açmaya çalışıyor diğeri de evi sallıyordu. Bir ara cibinliği yatağın üzerine oturtamayınca olmamış ki bu diye söylendim. Elvan gülmeye başladı. "Ne var neden gülüyorsun?" diye sorunca da, "E canım sence buranın neresi olmuş"? dedi. Birlikte gülüştük. Gönüller bir olunca dandik bungalow seyran olurmuş.
 
Aslında bungalowların derma çatma oluşu çok garip değil. Betonarme binada yatsak ne fark edecekti? Hiç. Sahilde sadece bungalow bulunmasının bir nedeni var. Yaza doğru muson yağmurları başlayınca sahili su bastığı için bütün bungalowları söküp Eylül’de sezon açılırken tekrar kuruyorlar. Bu nedenle plaja yakın betonarme tesis sayısı çok az. İşte tam da bizim aradığımız şey bu aslında.
Yerleştikten sonra balkonda ayakları denize uzatıp manzaranın keyfini çıkardık. Önde deniz, yanda palmiye ağaçları, uzaklardan gelen reggea ve dalgaların sesi, yeme de yanında yat.
 
Öğlene doğru arap denizinin tadına bakıp eğlendik. Deniz güzel olmasına güzel de rengi yeşil ve dibi bulanık olduğundan bana hiçbir zaman Akdeniz’in tadını vermiyor. İnsan yüzerken biraz tedirgin oluyor. Hele bir de Bora Abimin’in bu denizlerde karşılaştığı sinir bozucu psikopat balıklar aklımıza gelince hep kıyıya paralel yüzdük.
Tanımadığımız bir yere geldiğimizden merakımız ve enerjimiz yerindeydi. Sahilde pineklemek yerine çevreyi gezmeye karar verip merkeze doğru yola düştük. Palmiye ağaçlarının altında gölgelenen küçük toprak yolllardan yürüyerek Palolem’in ana caddesine çıktık. Çevredeki envai çeşit hediyelik eşya dükkanının arasındaki berberi görünce içeri daldım.
 
Saç kesimi 100 Rupi (3 TL). Oturdum sandalyeye, berber üzerime naylon örtüyü attı, içerinin havasızlığı da eklenince başladım terlemeye. Neyse yıkarız kafayı derken aynanın önünde lavabo olmadığını fark ettim. Artık denize gireceğiz ne yapalım? Berber güzel kesti saçı da etrafa yapışan saçları da alsa fena olmayacaktı. Berberden çıktıktan sonra ıslak mendille Elvan temizledi beni.
Sahile çıkan ana yolda peşi sıra dizilmiş scooter motosikletler vardı. Günlük kiraları 200 Rupi civarında, ehliyet falan da sormuyorlar. Buraya gelmeden önce Bora Abimin Hindistan Yazısında en beğendiği yerin Palolem’e yaklaşık 10 km uzakta olan Agonda olduğunu okumuştum. Merak edip bir scooter kiraladık. Yarım gün için pazarlıkla 150 Rupi verdik.
 
Ne kask, ne mont ne bot, ne de eldiven, sadece güneş gözlüklerimizi takıp atladık motora. Motosiklet kullanırken gereken koruyucu kıyafetler konusunda son derece cahil olduğum lise yıllarından bu yana bu yaptığımız en delice hareketti. Aslında başka çare de yok gibiydi çünkü adamlar kiralarken kask falan vermiyor. Zaten kendileri de korunmasız biniyor. Biz de dikkatli kullanıp ortama uyalım bari diyerek Agonda’ya doğru gaz açtık.
Trafiğin soldan akıyor olmasını ilk başta yadırgasam da kısa sürede alıştım. Başladık köylerden, ineklerin serbestçe dolandığı ana yollardan, uzun palmiye ağaçlarının sıralandığı patikalardan kısacası yerel yaşamın ortasından akmaya.
 
Sanırım bir yeri tanımanın bu kadar kolay, keyifli ve çabuk başka bir yolu yok. Sadece görmekle kalmıyor, motosiklet üzerindeyken bizzat yaşıyor insan içinden geçtiği coğrafyayı. Yolun çukurlarını, zemindeki inek pisliğini, ağaçların gölgesini, köylerden gelen yemek kokularını, ıslak tarlaların nemini algılıyor. Biz de Hindistan’ı içimize dolu dolu çekmenin hazzıyla günün en neşeli zamanlarını geçirdik motosikletle gezerken.
Agonda’ya varınca gözümüze kestirdiğimiz sahil üzeri bir restauranta oturduk. Bizden başka sessizce bir köşede yemeğini yiyen alman teyzeden başka kimse yoktu etrafta. Sadece restaurantta değil on kilometrelik sahil boyunca uzanan bungalowlar ve küçük pansiyonlarda son derece sakindi. İşte o zaman abimin burayı neden daha çok sevdiğini anladım. Pilavlı bol baharatlı yemeklerimizin yanında Kingfisher biralarımızı içtik. Ardından da birer keyif “Beedies”i yaktık. Burada Beedies denen bir sigara çeşidi var. Hindistan’da hep bunlardan içtik. Bildiğimiz Amerikan sigaralarından farklı,bütün tütün yaprağının elle sarılmasıyla yapılan, çevresine açılmaması için ince sarı ipliklerin geçirildiği fakir sigaraları. Bir paketi yanılmıyorsam 10 Rupi'ydi. Yani 30-40 kuruş gibi birşey. Merak edip birinin içini açtık.

 
Kurutulmuş tütün yaprağına sarılı kahverengi tütün parçaları vardı içinde.
Bu sigarayı ilk kez 2007 yılında Bora Abim ile tanıştığım gün içmiştim. O dönem Hindistan’dan dönmüştü, Kıbrıs Şehitleri’nde bira içerken ikram etmişti. Daha dün gibi hatırlarım. Bir gün ben de bu egzotik sigaradan satın alabilecekmiyim acaba diye heyecanlanmıştım. Artık sigara içmediğimden hala evde iki paket var. Sen çok yaşa abim insana ilham veriyorsun.

Karnımızı doyurduktan sonra bu upuzun kumsalda biraz yürüyüş yaptık. İnsanlardan başka serbestçe dolanan inekler de bacaklarını esnetirken ardı sıra kumsala yengeç yemi bırakıyorlardı.
Kafa dinlemek isteyenlere için çok iyi bir tercih. Ancak biz biraz da hareket istediğimizden Palolem’de devam etmeye karar verdik.
Dönüş yolunda da Hindistan’ın değişik yüzlerini ve manzaralarını izleyerek mest olduk.
 
Yol kenarından görülen büyücek tapınağa biraz cıbıldak olduğumuzdan gitmedik.
 
İngilizler’in sömürgeciliğinin nispeten sömürdükleri memleketler açısından daha faydalı olduğu söylenir. Örneğin Portekiz, Fransız ya da İspanyol sömürgelerinde eski günlerden kalma fazla pozitif etki olmamasına rağmen İngiliz’lerin sömürdükleri memleketlerde hala bazı izleri bulmak mümkün. Mesela Hindistan’daki müthiş organize tren yolu ağı, Sri Lanka’daki çay tarlaları ve elbette kriket. İngiliz asillerinin zamanında oynadığı kriket neredeyse Hindistan’ın milli sporu olmuş. İlk olarak Mumbai ana tren istasyonunun karşısındaki sokakta gençlerin oynadığı bu spora şimdi de Goa’da yol kenarı bir sahada rastladık.
İki kişiyi rahatça taşıyan sinek gibi kıvrak motosiklete alışınca bu yabancı ülkenin ağaçlarla döşeli tenha yollarında sürmeye doyum olmadı. O dönüş yolunda kafama Türkiye’ye döner dönmez bir skuter almayı koymuştum. Şimdi 125 cc lik bir skuter İstanbul’daki berbat trafikte beni her yere takılmadan taşıyan en işlevsel aracım oldu.
 
Kiralık motoru iade edip sallantılı bungalowumuza doğru yola koyulduk. Akşam vakti nemli kumsal kutsal ineklere serin bir yatak olmuştu. Bir de yayıldığımız kumlara pislemeseler iyiydi ama...
Palolem plajı girişinde tekne kalabalığı yoğunlaşıyor. Karakteristik özellikleri yanlarındaki denge uzantıları. Seyir halindeyken pek işe yarar görünmüyorlar. Sadece ara sıra suda oluşturdukları izleri seyretmek güzel oluyor. Sanıyorum asıl görevleri gelgit esnasında karaya oturan teknelerin devrilmelerini engellemek.
Yol boyunca dizili restoranlarda insanlar akşam yemeklerini yemeye başlamışlardı. Biz de göz ucuyla milletin tabağına baka baka odamıza gittik.
 
Odaya vardığımızda balkonumuzdan koyun manzarası ve renkleri o kadar güzel görünüyordu ki bir süre buradan ayrılamadık. Büfeden bira alıp balkonumuzdan gökyüzünün rengahenk oyunlarını izledik.
 
Zaten görüldüğü üzere uyumak dışında bu kendinden depremli odanın içinde kalmayı gerektirecek fazla bir neden yok. Akşam hava kararınca giyinip dışarı çıktık. Pek çok restoran aşçılarını kumsalda çalıştırıyordu. Neyin nasıl yapıldığı görebilelim diye herhalde. Şahsen o gece pek çok balığın ızgaradan alınıp tabakta servis edilmeden önce bilumum sos ve baharatla mundar edildiğine şahit oldum.
 
Daha önce Tayland’ta yıllar önce merakıma yenilip köpek balığı çorbası denemiştim. Onsuz da yaşanabileceğini biliyordum. Dolayısıyla yavru köpek balığı satın almanın soyu tükenme riski altında olan balıklar için etik bir davranış olmadığını düşünerek merakımızı kontol ettik.
 
Plajla ana yolun birleştiği noktada her zaman dolu olan ve gelmeden önce de internette fikir sahibi olduğum Dropadi Restoran’a oturduk. Palolem plajına tatile gideceklere tavsiyem hiç başka yerlerle akıllarını karıştırmasınlar. Fiyat performans oranı en yüksek, en çok çeşide sahip, en doğru dürüst yer burası. Gelen yemekler ve garsonların tavrı o kadar iyiydi ki her akşam menülerinden başka birşey yedik. Hepsinden de çok memnun kaldık. Her yemekte bıkmadan ısmarladığımız sarmısaklı pita (aslında pide gibi bir ekmek) yemek öncesinde Löplöpçü gibi lezzetten gözlerimizi yaşartıyordu. Yapılışı ve lezzeti bizim kültürümüze çok uysa da neden bizde yok diye çok hayıflandık. Sonraki seyahatlerimizde de gördüğüz her yerde sarmısaklı pide ısmarlasak da buradakinin lezzetine hiçbiri ulaşamadı. Elvan’ın midesi bozulmasın, çok farklı yemek olmasın diye seçtiği tavuk şiş herhalde ikimizin de ömrümüzde yediğimiz en lezzetli tavuk şişti. Belli ki burada tavukları hormonla şişirmeyi henüz keşfetmemişler. Ayak tabanlarımız kumlara temas ederken dalga seslerine karşı içkilerimizi yudumlayarak geceyi sonlandırdık.
Ertesi sabah ben sebze çorbası Elvan da tostla kahvaltılarımızı yapıp motosiklet kiralayanların yolunu tuttuk. Birinden Honda Spacy kiraladık. Adamdan kask istedim. Muhtemelen daha önceden yüzlerce kişinin taktığı eski mi eski bir nazi kaskı verdi. İkincisini de istedim yokmuş. Demek ki çok önemsenmiyor diye üstünde durmadım. Gittiğin yere uymak lazım diye düşündüm ama şimdi yanlış davrandığımı anlıyorum. Çünkü nereden baksan o gün gideceğimiz Anjuna 90 km kuzeyde; git gel 180 km eder. Fazlasıyla küçümsemişim.
Zaten etrafta kimsenin kask mask giydiği yok diye öyle cıscıbıl çıktık yola. Neyse ki “Aman dikkat edin ha!” diye anlatılan Hindistan trafiği İstanbul kaosunun yanından bile geçemez. Hiç zorluk çekmeden rahatça kullandım. Yalnızca haritalarda ana yol olarak işaretli yolların gerçekte köy yollarından farkı olmayan gidişli gelişli dar yollar olması hızımızı biraz kesti ve sürüş keyfini azalttı.
Burada da Asya kıtasının diğer ülkelerinde olduğu gibi yollarda çok fazla motosiklet vardı. Yaşlısı, kadını, adamı, çocuğu herkes motosiklet kullanıyordu. Ne kask, ne koruma ne dizlik; İtalya’dakinden bir kask eksik yani.
Etrafta bu kadar çok motosiklet olunca haliye diğer araç sürücüleri de motosikleti görür oluyor. Muhtemelen zaten kendilerinin de bir motoru var.
 
Köy yolları birleşip biraz büyüdüğünde trafikteki kalabalık da artmaya başladı. Belki bu yollarda polis kontrolü vardır diye zaten güvenlik açısından bir işe yaramayacak olan nazi kaskını (bir nevi tencere) takmak için uygun bir yerde durmaya karar verdim. Fark etmemiş olacağım ki durduğum yer karşı şeritte ağaç altına gizlenmiş polis otomobiline 50 metre var yok. Polisle göz göze gelmemle beni eliyle yanına çağırması bir oldu. Yanına gidince ehliyetimi istedi. Şöyle bir bakıp “Bu geçerli değil” dedi. Üzerinde ingilizce yazan “driving license” yazısını gösterdim. Bu Hindistan’da geçerli değil üstelik ikinizin de kaskı yok ceza yazacağım dedi. Motorun belgelerini isteyince kiralık olduğunu söyledim. Motoru bağlayacağını, sahibini çağırmam gerektiğini ve iki gün sonra mahkemeye çıkacağımı söyledi. Ben de iki gün sonra Hindistan’da olmayacağımı, ülkeme döneceğimi taleplerinin mümkün olmadığını söyledim. Kilit soru olarak canım ülkemden öğrendiğim üzere istemeye istemeye bu işi halletmenin başka bir yolu olup olmadığını sordum. Cevaben 1000 Rupi ceza yazacağını söyledi. Hemen ödersem mahkemeye çıkmama gerek kalmayacakmış. Bu tür durumlar için yanımdaki paranın büyük kısmını cüzdanımın fermuralı gizli bölmesine koyarım. Görünürde sadece idare edecek kadar para olur. Cüzdanımı onun gözü önünde sonuna kadar açtım içinde bütün parayı çıkardım, hepsi 500 Rupi (17.5 lira). “Başka param yok” dedim. Ofladı pufladı, sağa baktı sola baktı “Peki ver tamam” dedi. Parayı aldı, arkasını döndü gitti. Peşinden gidip makbuz istedim. Makbuzla 1000 Rupi dedi. İyi günler dileyerek geri döndüm. Böylece yurtdışında ilk rüşvetimi vermiş oldum.
Devam edecek...