25 Eylül 2007 Salı

SARIKAMIŞ-KARS-ANİ HARABELERİ-ÇILDIR GÖLÜ


Temmuz ayındaki motorla Beydağı meocerasından bir hafta sonra geçici görevlendirme ile üç haftalığına İstanbul’a gittim. Elbette orada geçirdiğim günleri de pek çok fotoğraf ve anı ile doldurdum. Malatya’ya döndükten sonra da yazma fırsatı bulamadım. Zaten dönüşümün 10. gününde de bir aylığına Sarıkamış’a gönderileceğimi öğrendim. İstanbul meoceralarını yazmak için daha şevkli olacağım bir vakte bırakarak direk Sarıkamış’tan hikayeye başlamak istiyorum.
15 Eylül sabahı sabah 5 havaşına yetişmek için 4:30’da kalktım. Saat 7’de Ankara aktarmalı Erzurum uçağına yetişeceğim. Aslında Kars daha uygun, Sarıkamış’a 45 km ama Aralık ayına kadar havalimanı kapalıymış.
Saat 8’de Ankara’daydım, öğlen bire kadar diğer uçağı bekleyeceğim. İşte bu anda diz üstü bilgisayarını bana veren hatunum Özra Hanımefendiye karşı hissettiğim minnet duygularımda kabarma yaşıyorum. Büyük havaalanlarında kablosuz internet olduğundan vakit çabuk geçiyor.
Erzurum’da küçük sevimli bir havaalanı var. Ancak dışarı adım atınca bu duygular kayboluyor. Otogara giden servis fi tarihinden kalma eski bir otobüs. Hem yolcular hem de bavullar otobüsün içinde üst üst istifleniyor. Altta kalanın canı çıkıyor. Benim bavul en altta kalmış, üstünde tavana kadar çantalar, çuvallar ve başka bavullar dolu. Bakıyorum bavulum eğrilip bükülmüş görevliye çıkışınca “Bişey olmaz” deyip arkasını dönüyor. Hadi ben yer buldum ama ayakta kalanlar için kötü bir yolculuk. On beş dakika kadar sonra Erzurum otogarına ulaşıyoruz. Otobüs durağa yaklaşırken orta kapıya hücum eden kalabalık adam grubu dikkatimi çekiyor. İçlerinde çirkin cırtlak mor gömlek giyen gençlerin sayısı hayli fazla. Bu da yeni moda oldu bu sene. Sırf bu yüzden mor tişörtümü zevkle giyemez oldum. Orta kapı açılır açılmaz kapının önüne yığılıp bağrışmaya başlıyorlar. Ne dediklerini anlamak ilk başta zor. Sanırsın ki kavga ediyorlar. İstiflenmiş insanlar bir an önce otobüsten çıkmak için çabalarken kapının önündeki bu güruh zaten bunalmış insanlar için iyice can sıkıyor. Hep bir ağızdan bağırdıklarını anlamak zor olsa da dikkatli dinleyince çevre illere kalkacak otobüs ve minibüslere yolcu toplamaya çalıştıklarını anlıyorum. Merdivenlerden inerken morlulardan biri kolumdan tutup çekiştiriyor bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyor “Nereye gidiyon nereye!” diye. Ama bu sanki bir soru cümlesi değil de adam beni bağırarak azarlıyormuş gibi. Ben de cevap vermeyip adamı tersliyorum. Bu hengamede bavulumu kurtarmaya çalışıyorum. Arkamdan bir amca yanaşıp usulca nereye gideceğimi sorunca cevap veriyorum. Medeni ol canımı ye! Amca bavulumu alıyor tam otobüse doğru gidiyoruz morlu hıyar o benim yolcum benle gelecek filan diye itiraz ediyor. Sanki malmışım gibi. Gelmiyorum senle deyince çekip gidiyor. Otobüse yerleşip biraz uyuyayım diyorum ama koltuğun kafalığındaki kesif kafa kokusundan tiksinip çevreyi seyrediyorum. Bir süre sonra çorak doğa ve geçen arabalardan başka izleyecek hiçbir şey kalmıyor. Ben de bilgisayarı açıp film izliyorum. My super ex-girl friend diye eğlencelik bir film.
Sarıkamış hakkında o zamana kadar bildiğim iki şey var biri doksan bin şehit diğeri kayak merkezi. Otobüs tırmanmaya başlayınca doğa hızla değişiyor. Her yer çam ormanı.
Nereye gittiğini unutsan sanırsın ki Marmaris’e tatile gidiyorsun.
Burası 2400 metre yükseklikte çevresi sık çam ormanları ile kaplı bir bölge. Giderken kendime nefis doğa yürüyüşleri yaparım diyorum. Bir de kar olsaydı iyi olurdu ama neyse…Sarıkamış’a girdiğimde manzara hiç iç açıcı değil. Asfalt şehrin girişine kadar geliyor ama sonra bitiyor. Şehrin içinde yollar köy yolundan beter. Her yer toz toprak ve çukur.



Bütün arabaların üzeri, camekânlar her yer toz içindeOtobüsten inip taksiye biniyorum. Burada takimetre yok. Zaten gideceğin en uzak arabayla yere 5 dakika içinde gidiyorsun. Taksi daha çok eşya taşıyabilmek için. Odama yerleştikten sonra etrafı gezmeye çıkıyorum. Yolların bu hali gezintiyi de kötü etkiliyor. Yanımdan araç geçtiği zaman havaya kalkan toz nedeniyle öksürük krizine giriyorum. Bir süre sonra pantolonuma vurduğumda toz kalkıyor. Zaten gezecek bir yer yok. İki tane birbirine paralel caddesi var. Buralarda da dükkân bakkal çakkal filan var.
Diğer yerlerden farkı kaşar, bal ve tereyağı satan dükkânlar olabilir. Uzun yoldan geldim ve yorgunum. Kalacağım misafirhane adı verilen oda içler acısı. Tuvaletini kullanamadım, o derece pis ve bakımsız bir oda. Dolap kapağını açmamla birlikte yere düştü mesela. Yatak ortadan göçük ve leş gibi kokuyor. Gerisini anlatmayacağım. Burada geçireceğim bir aylık sürenin sorunsuz geçmesini ümit ederek erkenden yatıyorum.
Ertesi sabah kalktığımda sanki dün gece bir paket sigara içmişim gibi boğazım yanıyor ve balgam çıkarıyorum. Zaten tozdan çok rahatsız olan bir yapım var. Örneğin Malatya’da havaalanı yolunda yol çalışması olduğundan otobüsün içine biraz toz girer. Orada da mesela ağzıma bir şeyler kapatmadan oturamam. Kahvaltıdan sonra ihtiyaçlarımı gidermek ve çevreyi tanımak amacıyla yola çıkıyorum. Fazla dolanacak yer yok. Şehir içinde birkaç eski kesme taştan yapılma Rus binası var o kadar.
Yüz yıl önce yapılan binaların yanında şimdiki zamanın binaları ve mimarisi öyle çirkin duruyor ki. Aklımdan göçebe toplum bilincimizin hala devam ettiği geçiyor.

Yıllardır burada yaşayan insanların evleri de çok bakımsız.




Herhalde fakirlikten filan böyledir diye düşüncelerimi paylaştığım birkaç kişi “Yok be, adamların bir sürü büyükbaş hayvanı var seni beni cebinden çıkarır” dediler. Haklı olabilirler, sonuçta ülkenin her yerinde yapılaşmada güzellikten estetikten eser yok. Olabildiğince çirkin değil mi? Bunun tek başına gelirle ilgisi olmasa gerek. Burada da durum aynı işte.
İlerleyen günlerde neyse ki daha iyi bir odaya geçtim. Artık keyfim yerindeydi. Yapacak bir şey olmadığında son bir yıldır yapmak istediğim ama vakitsizlikten fırsat bulamadığım şeyleri yapıyorum. Bol bol internette gezinti ve tabi ki bilgisayar oyunları. İlk günlerde küçük fiziksel aktiviteler sonrası nefesim hemen kesiliyor. İki kat merdiven çıkıyorum örneğin nefes nefese kalıyorum. Bak diyorum kendi kendime “Spor yapmıyorsun hemen çıkıyor acısı”. Meğer rakımdanmış. Eritrosit sayım ve oksijen bağlama kapasitem artana kadar yani bir iki hafta böyle olacakmış. Sonra derler ki İzmir’e gidince 4-5 kat hızlıca çıkarsın ama soluman bile değişmez. Milli sporcular buraya antremana geliyorlarmış. İlk hafta içinde “şu güzel havada spor sahasının çevresinde bir on tur koşayım bakalım” deyip başladım koşmaya. Toplamda bir km ya da biraz fazlası yani; üçüncü turda dilim toprağa değiyordu. Hemen kesildim. Ama dün koştum biraz daha iyiydi. Dilim dizlerime deymeye başlamışken parkuru bitirdim.
Çevreyi gezinmek için araç aramaya çıktım. Motosikletini ödünç verecek birilerini aradım Zaten Sarıkamış’ta motoru olan azdır dediler. Mevsimler sert olduğu için sadece yazın birkaç aylığına kullanabileceklerinden motosikleti tercih etmiyorlarmış. O zaman bisiklet kiralarım deyip bisiklet tamircisinin yolunu turum. Tesadüf, bisikletçide hastaneden Nejat Bey ve oğlu ile karşılaştık. Onların da yapacak işi yokmuş sağ olsunlar arabayla Sarıkamış ve çevresini gezdirdiler.
Eski Erzurum yolu üzerinde Acı Su denen bir yer var. Burası hoş bir piknik alanı.

Nejat Bey önce arabadan inip etrafı ve yakındaki çam ormanını dikkatlice inceliyor. Neden tedirgin olduğunu sorduğumda “Şimdi ayıların yemek vakti su içmeye gelirlerse iyi olmaz” diyor.
Ağustos ayında tam bulunduğumuz yerde ayının ısırdığı bir hasta hala hastaneye pansumana geliyormuş.
İşte bu, güzel dağ yürüyüşleri yapamamamın sebebidir. Yabani hayvan tehlikesi! Kışın lojmanların çöplüğünde ayıları görmek rutin bir şeymiş. Ben çocukken babam anlatırdı, ben de tüylerim ürpererek dinlerdim. Kış bastırdığında geceleri köylerine kurtlar inermiş. Dışarıda hayvan kaldıysa parçalarlarmış. Burada da kışın şehrin ortasına olmasa da yakınlara kurtlar geliyormuş. Dün mesela ormana yakın koşu yaparken aklım ayılar kurtlar filan geldi bu strese dayanamayıp arkamdan ayı kovalıyormuşçasına medeniyete depar attım. Neyse, girişteki sebilin üç tane çeşmesi var.
Sağdakinden orta sertlikte soda, ortadakinden az sertlikte soda soldakinden de normal kaynak suyu akıyor. Ben sağdakini beğendim. Küçük yeşil cam şişede satılan sodalarda daha hafif, hani Danone’nin büyük petlerde sattığı sodalar var ya tadı onlar gibi. Böyle sebil olarak akıyor burada.
Buradan ayrılıp Erzurum yoluna birkaç km daha gittik. Doğa muhteşem. Her yer çam ormanı, hava tertemiz.




Çevreye dağılmış küçük köyler var.
Bu yola Kars-Erzurum arasındaki demiryolu da eşlik ediyor. Bir ara dağların eteğinde ilerleyen yük vagonlarını gördüm ama fotoğraf makinesini hazırlayana kadar geçip gitti. Yol kenarında böyle taştan yapılar var.
Söylenene göre makineli tüfek yuvasıymış. Şu sıralar aktif olarak kullanılmıyor olması sevindirici. Bunun arkası da askeri bölge zaten giriş yasak. O nedenle piknik yapanlar yol kenarındaki çimenliklere yayılmışlar.
Buradan ayrılıp kayak merkezlerine yol aldık. Şimdi kar olmadığından bakım ve zemin düzeltme çalışmaları vardı. Burada toplam beş pist var. Hepsi otellerin önündeki geniş alana açılıyor.

Pistin yanında da şu anda toz içinde olan telesiyej bulunuyor. Kapalı olanı kadar ihtişamlısı Uludağ’da bile yoktu, uzay gemisi gibi baya büyük güzel bir şey.





Sarıkamış’ın içinden de birkaç cümleyle bahsedeyim. Meydanı oldukça küçük. Araçlar, yayalar ve hayvanlar trafik kurallarından bağımsız bir biçimde mutlu.
sk meydan
Meydanın yukarısında üzerinde alışveriş mekânlarının bulunduğu iki ana cadde var. Buradaki kalabalık askeri birliğin çarşıya yansımaları ilk bakışta anlaşılıyor. Sağlı sollu askeri malzeme satan bir sürü mağaza gördüm. Bunun dışında kasetçiler, kırtasiyeler ve fotoğrafçılarda da askerlere yönelik ürünler mevcut. Numune olsun diye aşağıdakileri aldım.
Bunları daha önce Sandaletli Seyyahın blogunda Van seyahati bölümünde görmüştüm. Orada da aynıları var. Hakikaten ağır makinelilerin önünde yazılmış “Bugün de ölmedim anne” kartpostalını alan annenin vay haline. Bunlar dışında birkaç tane de kaşar, bal ve tereyağı satan dükkân var. Eski kaşarın kilosu 8,5,
taze kaşar 7,5,


siyah renkli olan hakiki balın kilosu 25 YTL.
Biz Kars’ta toptancıdan daha ucuza aldık.
Sarıkamış’ta görülecek en güzel tarihi eser herhalde halk arasında Katerina’nın köşkü olarak bilinen yapı.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Rusların Kars Vilayetindeki 40 yıl devam eden işgali sırasında Askeri Garnizon şehri ilan edilen Kars’ta olduğu gibi Sarıkamış’ta da imar çalışmaları yapmışlar. Katerina Köşkü olarak bilinen Av Köşkü, Sarıkamış’taki diğer Rus binalarının aksine özgün bir mimari ile yapılmış. Köşkün yapım kitabesi olmamasına rağmen, (1914 yılında Rus Çarı II. Nikola ve Eşi Sarıkamışa gelerek bu köşte kaldıklarından) yapılış ve kullanılış amacı dikkate alındığında, 1900-1902 tarihlerinde inşaa edildiği düşünülüyormuş. Ancak günümüzde askeri alan içinde kaldığından yalnızca zoomlu fotoğraf makineleri veya dürbünle yakından görülebilir. Ancak eski tren istasyonu arkasındaki silüeti de fena değil


Sarıkamış’ta çok fazla gezecek yer sosyal aktivite mekanı yok, ama yine de güneş burada güzel batıyor.
Dur ben size asıl Kars’ı anlatayım o daha güzel. Aslında ben buraya gelmeden önce plan yapmıştık, ayın 22 sinde Özra Malatya’ya gelecekti. O hafta sonu Nemrut’ta olacaktık. Baş başa kalacak güneşin batışını ve doğuşunu Nemrut’tan izleyecektik. Ben Sarıkamış’a gelince Özra da biletini Erzurum’a değiştirdi. Ağustos ayındaki İstanbul görevimde de izin alıp dokuz günlüğüne yanıma gelmişti. Anlattığına göre iş arkadaşları kızcağızla dalga geçiyorlarmış: ”Kız adam senden kaçmak için ta Kars’a gitti yine peşinden gidiyorsun” diyorlarmış.
Erzurum’a inmeden önce ona gerekli olduğunu düşündüğüm talimatları vermiştim. Mesela otogarda insanın üstüne atlayan adamlara dikkat etmesini söylemiştim. Nedense Özra’ya hiç dokunmamışlar, konuşmamışlar bile. Ya adamdan saymıyorlar ya da kadın diye uzak duruyorlar. Özra’nın anlattıklarından, daha çok adam yerine koymama tavrı hakim gibi görünüyor. Örneğin “Sarıkamış’a ne kadar var?”, “Burada neden durduk?” “Teker mi patladı sanayi de ne işimiz var?” gibi sorulara otobüs şoförü ya cevap vermeden çekip gitmiş ya da yarım ağızla anlaşılmaz şeyler söylemiş. 3 saat kadar sonra hastanenin önünde kavuştuk birbirimize. İki küçük bavul getirmiş. Birinde kendi eşyaları diğerinde börekler ve bilumum otlar reçeller filan var. Malum bu akşam gideceğimiz Kars’ta mecburi hizmetini yapan kuzenim Dağlar 6 aylık hamile ve feci aşeriyor. Hoş o gelen otlara ben de aşeriyorum ya. Burada nerede rokaymış dereotuymuş falan. Hasret giderdikten sonra saat 4’te Kars otobüsüne biniyoruz. Yeni aldığım mp3 çalarla hava atıyorum. Bir yandan da hafta sonu için plan yapıyoruz Özra’nın getirdiği dergiyi karıştırıyoruz. Türkiye’ de yaşayan insanlar için fazla şaşırtıcı olmasa da tıklım tıklım dolu olan otobüste bizim dışımızda hiç kimsenin bir şeylerle uğraşmadığını gösteriyoruz bir birimize. Yapılan tek aktivite tespih çekmek. Sarıkamış’tan uzaklaştıkça rakım düşüyor ve doğa yine kuraklaşıyor. Aslında buraya kurak demek pek doğru olmaz. Belki de ilkbaharda gelmiş olsak bu sarı-kahverengi tonun yerini yeşilin tonları alacak. Nitekim Sarıkamış’ta beni gezdiren Nejat Bey “Buraları baharda göreceksin yeşilin her tonu var” diyordu.
Valiliğin önünde inerek Kars’a ilk adımızı atıp hemen ispat fotoğraflarını çekiyoruz.
Bir süre sonra Dağlar ve eşi Kerem bizi almaya geliyorlar. Keremle daha önce tanışmamıştık. Yakışıklıymış bizim damat meoaşallah. Yaz başında düğünleri olmuştu ama ben Malatya’da olduğumdan gidememiştim. Gereksiz eşyalarla dolu olmayan evlerinin odasında benim en sevdiğim yer köşedeki sallanan sandalye oldu. Dayanamadım gidip bira ve çerez aldım keyif yaptım.



Ertesi gün kahvaltıda kendimizi taze otlara kaşara bala ve tereyağına boğduk.
Tıka basa yedik ama karnımız şişmedi. Balık gibiyiz durmaksızın yiyoruz, ye babam ye kahvaltı bitmiyor. Sonra Kerem “Burada insan ne kadar yediğini anlamıyor, hepsi doğal ve hafif ondan galiba, ben 4 kilo aldım geldiğimden beri” dedi de sofrayı kaldırdık. Kars’ı dolaşmaya çıktık. İlk izlenimlerim şöyle:
Burası oldukça modern, güzel taş binaları ve Arnavut kaldırımlı yolları olan küçük ve şirin bir yer.

Özellikle Ruslardan kalma neo-klasik taş binalar pek güzeller.
Pencereleri soğuk nedeniyle çift kat camla kaplı.


Evlerin önlerinde kışın düşen sarkıtlardan koruması maksadıyla sundurmalar yapılmış.




Örneğini şarkta görmek zordur ama burada birçok lokanta açık ve kapısında Ramazan’da açığız yazıyor.


Modern giyimli insanlar görüyorsunuz. Bakkallarda ve marketlerde içki satılıyor. “Başka nerede satılacaktı ya?” demeyin. Sarıkamış’ta sadece iki tekel bayisinde içki satışı var, bakkal ve marketlerde yok. Zaten o iki tekel bayisi de kapalı. Ayrıca Sarıkamış’ta sohbet ettiğim bir esnaf “Biz Kars’lıları pek sevmeyiz, aramıza de almayız” demişti. “Neden?” diye sordum, “Biz” dedi “Biraz sağ görüşlüyüzdür, onlarsa solcudur, fikirlerimiz uyuşmaz” dedi. Kars’ın meydanına doğru taş bir binaya sahip sanat galerisi var.
Önündeki havuzcuğun reytingi fena değildi, her önünden geçişimizde birileri oturuyordu.
Para çekme ıvır zıvır alma etrafta amaçsız dolaşmanın ardından hediye işini bitirmek amacıyla kuzenlerin toptancısına gittik.
Dükkânın bulunduğu pasajda sağlı sollu gıda malzemeleri satan yerler var.
Satılanların hepsine aşinayız: Çeşitli peynirler, zeytinler, pestiller, kuru kayısı, tereyağı, bal, meyve sebze falan filan.


Keremin anlattığına göre köylüler mallarını direk buraya getirirlermiş. O yüzden hem ucuz hem de doğalmış. Bizim alışveriş yaptığımız dükkânda da haliyle ambalajsız olarak daha yeni gelmiş bir leğen peynir ve bir koca torba tereyağı vardı. Leğendeki sebil peyniri görünce dayanamayıp başına çöreklendik.
Dağlar zaten sandalyeyi de çekmiş leğenin başına habire tırtıklıyor peynirleri. Peynirlerini tırtıklamamıza ses çıkarmayan adam bir de kola ısmarlayıp bizi mahçup etti. Anlattığına göre Kars’a verdiğinden daha çoğunu İstanbul’a ve Ankara’ya gönderiyormuş. Bakkal defterinde bir sürü adres ve kargo fişleri vardı. Yani aslında adresini öğrenip Türkiye’nin her şehrinde ucuz ve yerinden gelmiş Kars kaşarı yemek mümkün. Örneğin Sarıkamış’tan Malatya’ya 6 kilo kaşar gönderdim, kargo ücreti 5 YTL tuttu ve 24 saatten önce adrese ulaştı. Halis kaşar, bal ve tereyağı için ucuz bir yol. Yani büyük marketlerden pahalıya almadan direk Kars’tan sipariş veriyorsunuz iki-üç gün içinde evinizde oluyor. Kargo şirketleriyle anlaşmaları da olduğundan o da para tutmuyor. Örneğin ben Kars’taki toptancıdan İzmir’e 12 kg’lik koli gönderdim kargo ücreti 5 YTL tuttu. Bedava! Benzer uygulama Malatya’da da vardı. Orda da adresi ve parayı verince istediğin yere kayısı gönderiyorlardı. Neyse, başına çöreklendiğimiz leğendeki peynir küflenmiş bazı yerleri yeşil renk almış.
Ben küf filan deyince adam atladı oradan “Küf değil o” diyor. “Ne peki?” diyorum, “Yeşil” diyor. Yahu nasıl yeşil baya küf işte filan yok anamıyor. “Peynir bekleyince öyle yeşil olur üniversiteden hocalara ayırıyorum ben onu, yeşili makbul olur” filan diye diretiyor. Tamam, rengi yeşil de o küf işte filan yok anlamıyor küf değilmiş yeşilmiş o. Eh peki peynirci sensin deyip susuyoruz. Burada eski kaşarın kilosu 7.5, taze kaşar 6,5, keçi peyniri (bir çeşit tulum ama çok lezzetli, şu leğendeki) 6.5, doğal siyah petek balı 10 YTL. Biz de yiyecekle dolu gelen bavulu yine yiyecekle; kaşar, bal ve tereyağı ile doldurup geri göndereceğiz. Bir tekerlek kaşar (12 kg geldi) alıp kestirdik. Arkadaşın adı Levent Cengiz, telefon numarası 05358468860. "Bloguma koycam telefonunu, okuyanlar istese gönderir misin?" diye sordum "Tabi ki" dedi. Bu arada Levent paragöz bir adam değil, ben daha ona para göndemeden koliyi çoktan kargolamış. İki gün sonra sordum "Parayı gönderdim aldın mı?" diye "Valla ne yalan söyliyim bakmadım hesabıma" dedi. İster EFT ile ister postaneden ödeme yapılabiliyor. Bence denemeye değer.
Onlar paketlemeyi yaparken biz de biraz taze kaşar tadalım dedik. Büyükçe parçalar kestirip çerez niyetine taze kaşar yedik. Bence eski kaşardan bile lezzetliydi.
Buradan sonra istikamet Ani harabeleri. Kars’a gelmeden önce birkaç kişiden Ani Harabeleri’nin güzel olduğunu duymuştum. Hatta hastaneden bir arkadaş cep telefonuyla çektiği sur fotoğraflarını bana göstermişti. O an aklımdan geçenler zaten buralarda yapacak daha eğlenceli bir şey yok gidip bir göreyim bakalımdı. Daha önce konuyu araştırmadığımdan beklentim birkaç yıkılmış surdan ibaretti. Ben nereden bileyim karşıma kocaman bir şehir çıkacağını!
Kars-Ani Harabeleri arası 45 km, yaklaşık yarım saat sürdü. Yol biraz kötü, bozuk satıh yazan cinsten. Yer yer küçük köyler izleniyor.
Yolda giderken çevredeki onlarca tepeciğe motorumla tırmanmayı hayal ediyorum.


Surların hemen önünde pak ettik, saat 16:30. Benim ilk tepkim “Len bu surlar yeni!” oldu.
Yine Bizim kötü restorasyon anlayışımızı gördük: “Yeniden yap!” Eski ve orijinal parçalar yenilerin arasından tek tük görülüyor. Bunun çok yanlış bir restorasyon şekli olduğunu öğrendim. Çünkü zaten kırılgan ve eskimiş yapının üzerine ağır sağlam taşı koyunca yıkılması hızlanıyormuş. Bu da tabi restorasyonu yapanlar için yeni restorasyon parası gelmesi anlamına geliyormuş. İnternette örnekleri var. Yıkılmış yeniden yapmışlar, daha çok yük binince bir daha yıkılmış yeniden yapmışlar. Böyle saçma bir kısırdöngü. Kapıdan girerken görevli “Altıda kapanıyor” diye uyardı bizi. “Ohoo!” dedik “Bir buçuk saatte dolanamayacağız mı yani?”, ve gerçekten bitiremedik. Çünkü surları geçip içeri girdiğinizde karşınıza eskiden yüz bin insanın yaşadığı bir şehrin harabesi çıkıyor.
Gerçekten muhteşem. Biraz bilgi vereyim:
Bundan bin yıl evvel Ani, günümüz Ermenistan ve Türkiye'nin kuzeydoğusunun büyük kısmını kapsayan bir krallığın başkentiymiş. O dönemler nüfusu yüz binin üzerindeymiş. Derin koyaklarla çevrili bir plato üzerine kurulmuş olan Ani'nin kiliseleri, sarayları ve istihkamı Avrupa'da zamanının teknik ve sanat bakımından en gelişmiş yapıları arasındaymış. Ani, üç yüz sene önce tamamen terk edilmiş.
Kentin çift sur sırası var. Öndeki sur daha alçak, bunun da önünde hendek varmış. Arkadaki sur daha yüksek ve üzerinde burçlar var. Burçların ön yüzeyinde istilalardan kalma binlerce ok başının izi duruyor.
Şehre saldıranlar iki sur arasında kalan dar alanda kaldığından manevra kabiliyetleri azalıyor ve kapıları kırmak için koçbaşı kullanamıyorlarmış.

Kapıdan içeri girince eski yapıların kalıntıları olan molozlar, ancak ayakta kalabilen kiliseler ve bunların arasında kalan patikalardan oluşan bir manzara karşılıyor bizi.


Bin yıl önce kalabalık bir şehrin caddeleri olan bu patikalarda yürümek insanda tuhaf hisler uyandırıyor. Yapılan kazılarda ana yolların altında su boruları bulunmuş.
Karşımıza çıkan ilk yapı Halaskar Kilisesi.


1035 yılında yapımı tamamlanan kilise 19. yy sonuna dek ayaktaymış. Ancak fırtınalar, deprem ve bakımsızlık nedeniyle çoğu yıkılmış.
Saf geometrik şekillerden, küre ve silindirlerden oluşmuş tipik bir Ermeni kilisesi imiş. Kırılmış taş ve beton çekirdek üzerini örten kesme taştan yapılmış. Buralar o kadar sahipsiz ki bin yıl önce bir taş ustasının üzerinde özenle çalıştığı tarihi parçaları alıp gidebilirsiniz.




Her yerde olduğu gibi burada da istisnasız bütün yapıların duvarlarında sevgili ve arkadaş isimleri yazılmış, kazılmış.
Sanki bir halt oluyor, ismini ölümsüzleştirecek. Acaba bunları yazanlar, isimlerini okuyan ziyaretçilerin büyük çoğunluğunun şahısları hakkında hiç de olumlu düşünmediklerini biliyorlar mı?
İkinci durak Aziz Krikor Klisesi.
1215 yılında Tigran isimli zengin bir tüccar yaptırmış. Çevresi kemerle ve kabartmalarla süslenmiş.

Nispeten iyi durumda. Aşağıdan geçen Arpaçay’a bakıyor. Manzarası harika.
İçine girip Özra’yla akustiği test ettik, pek hoştu. Sonra Özra opera söylemeye başlayınca, operanın da nereden çıktığını anlamak zor olmadı.
Sesler bu ortamda insanın bedenine işliyor.
Buradan aşağı bakınca Arpaçay üzerindeki yıkık köprü görülüyor.
Eğer yıkılmamış olsaydı birkaç adımda karşı kıyıya yani Ermenistan’a geçilebilirdi. Aslında onlar için oldukça gıcık bir durum olsa gerek, karşı kıyıda atalarının harabeleri duruyor ama gidemiyorsun. Çayın karşı yamacında tepede Ermenistan topraklarında taş ocağı dikkatimizi çekiyor.


İlk başta çok şaşırıyoruz. Sonuçta buralar Ermenilerin atalarından kalan yerler, bu tepelerin altında yatan tarihi eserleri iş makineleriyle nasıl biçerler diyoruz. Sonradan işin aslını öğrendim: Bu topraklar onlar için kutsalmış. Hıristiyanlığı kabul edişlerinin 1700. yıldönümü adına Ani’den taş çıkarıp Yerevan’da katedral yapmak için 1998’de bu taş ocağını kurmuşlar. Katedral bitmiş ama taş ocağını kapatmamışlar. Her halde kazdıkları yerde tarihi kalıntı yoktur. Fakat iş makinelerinin ve patlamaların neden olduğu sarsıntıların eski yapılara zarar verdiği söyleniyor.
Sonraki durak buradaki en büyük ve en güzel yapı olan Katedral.
1010 yılında yapımı tamamlanmış, yani bin yıllık bir yapı. Dile kolay.
Yine diğer yapılardaki gibi taş ve beton öz üzerine kesme taş kaplanmış.
İçi baya yüksek. Kubbesinin 13. yy’ da çökmüş olmasına rağmen içerinin akustiği yine harika
Yapıda çok az sayıda pencere var, belli ki içerinin karanlık olması amaçlanmış. Duvarlardaki fresklerin üzerindeki beyaz badana ise utanç verici.




Burası şimdi kuşların yuvası olmuş.
Yüz metre ileride Manuçehr Camii (Ulu Camii) görülüyor.
Burası Anadolu’daki günümüze dek süregelen ilk camiymiş. Caminin tarihi ve orijini hakkında tartışmalar varmış.
Ermeniler otörler buranın cami olmadan önce köşk olduğunu ve sonradan camiye dönüştürüldüğünü iddia ediyormuş.
Türk otörler de buranın Türk istilası sonrasında yapıldığını öne sürüyormuş. Cami 1906’ya kadar çevredeki köylüler tarafından kullanılmış. Aynı yıl burada kazı yapmakta olan Nikoli Marr’ın buluntularını saklamak maksadıyla müzeye çevrilmiş. Birinci Dünya Savaşında da yağmalanmış. 1990’a kadar yerlerde yağmalanan sergi vitrinlerinin kırık camlarını ve bazı heykel parçalarını görmek mümkünmüş. Cami binası gerçekten de bizim aşina olduğumuz camilere pek benzemiyor. Minaresi binanın dışında bulunuyor ve yapımı camiden daha eskiymiş. Binası kübik. İçine yapılmış, pek ok parça yeni.

Minarenin tepesine –eğer cesaretiniz varsa- sütunun içinde dönen dik merdivenden çıkmak mümkün.
Ben birkaç adım çıktım ancak birkaç metre sonra etraf zifiri karanlık olunca geri döndüm. Aklıma yarasalar geldi.
Saat altıya yaklaşmaya başladığında kale yönüne gitmekten vazgeçip geri dönüşe başladık. Yol üzerinde Abuğamir Aziz Krikor Şapelini ve 12. yy’dan kalma konut kalıntısını gezidik.
İçinde ocağı bulunan odalar var.
Duvar yıkılmasın diye üstlerine silme beton dökmüşler. Öyle çirkin görünüyor ki. Restorasyondan pek anlamam ama böyle yapılmadığına da eminim. Şapelin girişinde elle dokunulabilecek mesafede duvara kazınmış yazılar var.
Gördüğümüz diğer yapılarda da bunlardan vardı. Hep merak etmişimdir ne yazdığını. İşte hani diyoruz ya bu bina şu tarihte şu kişi tarafından şu amaçla yapılmıştır falan filan, bu bilgiler işte o yazılardan alınıyor.

Bu şapelin yanında yaptıran kişi ve ailesinin betonla kaplı mezarları varmış ancak 1998’de define avcıları tarafından talan edilmiş.
Girişi kanyona bakıyor. Yamaçlarda pek çok mağara görmek mümkün.
Bu görünüm bana Hasankeyf’i hatırlattı. Ani etrafındaki bu kayalık uçurumlar üstte sert bazalt altta yumuşak tüften oluşuyormuş ki bu da kayalara oda oymak için idealmiş.
Eskiden bu mağara odalar depo, mezarlık, güvercinlik, ev ya da dini yapılar olarak kullanılırlarmış. Şimdi ise küçükbaş
ve büyükbaş hayvanların

dinlenme mekanı olarak kullanılıyor. Zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle buraları da gezemedik. Sadece buraları değil ayrıca Bakireler manastırı, Kale, Kale içindeki saray, Tacirin Sarayı, daha birçok kilise, bilumum şapeller ve mozoleler de göremediklerimiz arasında. Buraya kadar anlattıklarım bir buçuk saatte ancak görebildiklerimiz. Benden bir hafta sonra Ani’yi ziyaret eden Baştabip Şehmuz Bey üç saat kadar dolaştıklarını söyledi (Benim fotoğraf makinesinin pili bittiğinden birçok yeri çekememiştim. Fotoğraflarını benimle paylaştığı için kendisine teşekkür ederim). Ani harabeleri ile ilgili daha ayrıntılı bilgi http://www.virtualani.freeserve.co.uk/turkish.htm adresinden edinilebilir.
Bu arada Ermeni Kiliseleri ve yapıları ile dolu bu mekanın girişindeki Ani Harabeleri başlıklı tabelada
bir zamanların Ermeni hakimiyetine dair hiçbir ibarenin bulunmaması da gereksiz bir saptırma ve inkar bence.
Her yerde, yerlerde bile bir zamanlar ermeni varlığına dair kanıtlar dolu yahu! Pek çok binada da Ermenice yazı ve işaretlerinin bulunduğu yerleri beyaz badana ile boyamışlar.
Çıkıp Kars’a dönüyoruz. O an aklımdan geçen şu: Burası bir başkasının elinde olsaydı müthiş turizm potansiyeli ile ülkeye çok iyi gelir sağlarlardı. Şu anki hali içler acısı. Ahanda market, harabelerden o da nasibini almış.
Turizm hizmetinden ekmek yemeye çalışan gördüğüm tek insanlarsa elindeki süsü satmak isteyen bu zavallı çocuklardı.
İlerlerken yol kenarındaki evlerin pek çoğunda harabelerden çıkarılan taşların kullanıldığı dikkatimizi çekiyor.


Dönüş yolunda bir şehitlikle karşılaşıyoruz. Duygulanıyoruz. Tablaları aynen aktarıyorum.

Dağlar biraz yoruldu. Bir bedende üç kişi gezmek kolay olmasa gerek. Kars Kale’sini de görmek isterdim ama hem akşam oldu hem de yorulduk. Bu arada rivayet odur ki Kars Kale’sini ziyaret edersen bir yakının Kars’a görevli gelirmiş. Hastaneden bazıları bu nedenle Kale’ye gitmemişler. Biz de eve döndük dinlendik.
Pazar sabahı Çıldır gölüne doğru yola çıktık. Göl kenarında mangal yapacağız. Yolda gördüğüm en kalabalık büyükbaş hayvan sürüsü ile karşılaştık.
Koca bir ova boyunca yayılmışlar sayılarını tahmin etmek zor
Göl kenarında bir banka yerleşip su kenarında yürüyüşe çıktık.


Yanından geçtiğimiz koyun sürüsünden öksürük sesleri geliyor.
Hayvanlar insandan farksız öksürük sesi çıkarıyorlar. Dillerini dışarı çıkarıp öhhöö, öhhhöö diye öksürüyorlar. Gölün kenarında bir sürü martı ölüsü var.
Sanki martı mezarlığı. Bu martılar da ilginç yaratıklar.
Sen taa Doğu Anadolu’nun bir ucundaki gölü nasıl buldun, denizlerden buraya nasıl uçtun, suyun kokusunu mu aldın? Bir sürü martı var etrafta. Kedi gibi olmuşlar insandan pek kaçmıyorlar. Büyükada’da gördüğümüz martıları hatırlattılar bana. Onlar da baş düşmanı kedilerle birlikte oturmuş kedi maması yiyorlardı, o kadar ki pisi pisi desen gelecek sanki. Yakında miyavlarlarsa şaşırmam.
Geri dönüp hafiften mangal hazırlılarına başladık. Dağlar yakındaki ayçiçeği tarlasından kopardığı ayçiçeğini biraz yedi biraz da oynadı.


Bol bol yaydık dinlendik. Günbatımı burada da güzeldi.

Yalnız bir zamanlama sorunu oldu, biraz geç kaldık. Son tavuk kanatlarını yerken hava artık karanlıktı yanlışlıkla parmakları da dişledik.
Kıçımız donarken karanlıkta piknik yapma azmimize nükteli övgüler yağdırıp eve döndük.

Sabah 5:30’da kalkıp hazırlandık. Özra Erzurum’a giden havaalanı servisine ben de Sarıkamış’a giden dolmuşa bindim. Yine ne kadar çabuk geçti üç gün. Sarıkamış’a yolculuk bir saat sürdü. Biletim olmadığı için ayakta kaldım. Dolmuş Erzurum’a devam ettiğinden Sarıkamış yolcularına bilet vermiyorlar, boş yer varsa oturuyorsun yoksa ayakta kalıyorsun. Önemli değil zaten kafamın içi dolu yolun nasıl bittiğini anlamadım bile. Yine yalnız kalacağım ya, bu hafta biraz buruk başlayacak.