15 Mayıs 2007 Salı

KEMALİYE

KEMALİYE

Nereden çıktı bu Kemaliye fikri? Kemaliye’nin nerede olduğunu bilen var mıydı bir ay öncesine kadar? Mustafa Kemal ile ilgili olup olmadığını merak etmiştim. Kurtuluş savaşı sırasında bu isim verilmiş, kemal insanların yaşadığı anlaşılsın diye. Eski adı Eğin, hala Kemaliye yerine bu adı kullananlar var. Bizim için ise bu isimlerde bilinmeyenin çekiciliği saklıydı. Sanırım bir ay önce kadar çalıştığım hastanede duydum Kemaliye’deki Karanlık Vadi ismini. İlk duyduğumda “İşte” dedim “İsim böyle olur, masallarda kahramanların kılıçlarını çekip savaş için tetikte ilerledikleri yerlerden biri olmalı bu”. “Karanlık Vadi”. Hemen internete girip aradım ”Ne menem bir mekânmış bakem bu” diye. Kemav’ın (Kemaliye Vakfı, İstanbul kaynaklı bir vakıf) sitesinde yakında yapılacak etkinliklerin okuduklarımın hepsini burada saymam yer işgal etmek olur ama kısaca şöyle özetleyebilirim: Rafting, kano, doğa yürüyüşleri, kaya tırmanışı, mantar toplama yarışmaları, enduro ve cross motosiklet etkinlikleri, dağ bisikleti yarışmaları, köy gezileri, off-road, paragliding, yamaç paraşütü, cirit (!?), fotoğraf vs vs… Yok yok yani! Özellikle enduro ve cross etkinlikleri ilgimi çekti. Hemen kalacak yer ayarlamasına giriştim. Şenliklerin başlamasından iki buçuk hafta önce aramama rağmen hiçbir otel ya da pansiyonda yer yoktu. Aradığım otel görevlilerinden biri bana zaten bu doğa şenliğine insanların çadırlarında katılmayı tercih ettiklerini söyleyerek teselli etmeye çalıştı. Bir ara vazgeçer gibi oldum, bunda çevremdeki insanların terör konusundaki hassasiyetleri de etkili olmuştu. Bu konuyu ciddiye alıp hem Kemaliye’deki otelleri hem de onların ticari kaygıları olabileceği düşüncesiyle Fırat Üniversitesi’nden etkinlik organizasyonu yapanları ve Malatya-Kemaliye seferi yapan dolmuşları arayarak yolun güvenli olduğu bilgisine ulaştım. İnternette “ev pansiyonları organizasyonu” için Hakan Bey’in telefon’u kalmıştı en son aranacak. Yani Kemaliye’li insanlar evlerinin bir bölümünü sizinle paylaşıyorlar. Kemaliye’ye gitmek istiyorduk ama Hıdır Amca, Kezban Yinge ve biri bebek üçü ergen 4 çocuğu ile kapısı tam kapanmayan yan odada döşekte sıkış tepiş uyumak istemiyorduk. Sonunda şansımıza neyse o olsun diyerek Hakan Bey’i aradım, bana adıma rezervasyon yaptığını Kemaliye’ye gelince aramamızı iki hafta sonra görüşmeyi ümit ettiğini söyleyerek telefonu kapadı. İki hafta mı, yer ayarlayacak mı, ne zaman, nerede, kimin yanında, kaç liraya? O iki hafta içinde birkaç kez Hakan Bey’i aradım ve yerimizi -yok yere- garantiye aldım. O ise her seferinde bana endişelenmememi söylemekle yetindi. Bizler işlerin öylesine kontrol altında olmasına alışmışız ki “Bırak olacağına varsın” diyemiyoruz, kimseye (belki de haklı olarak) güvenmiyoruz. Gel gör ki ciddi turizm tecrübesi olmayan bu insanlar sizi 5 yıldızlı otellerin bile yapamayacağını da vererek utandırıyorlar. Nefis Fırat manzaralı oda, ballı kaymaklı kahvaltılar, sıkı muhabbetler, rehberlik hizmetleri ve tabi limonlu aspirinli vücut masajı (bkz. aşağı); üstelik hepsi ücretsiz. Tabi en önemlisi bunlara değeri parayla ölçülemeyen dostlukları da eklemek gerekir.
Otoparkta motordan garip bir ses geliyordu. Sanki tencerede su kaynamış gibi bir şeyler fokurduyordu. Açtım baktım motoru su haznesinin kapağı yok. Hay bin kunduz! Buraya gelmeden önce uzun yola çıkacağız diye suyu yenilemiştim, sanırım su koyduktan sonra kapağı kapatmayı unuttum ve havaalanına kadar yaklaşık 20 km motor suyunun kapağı açık geldim. Şimdi fokur fokur kaynıyor tabi. Servise yol göründü. Aklımdan ya ellerinde kapak yoksa hafta sonu planı suya düşer diye geçiyor. Motoru açarken fark ediyorum “sol farın üzerinde duran sarı şey nedir?” diye. Havaalanına gelene kadar orada kaportanın altında durmuş serseri ruhlu su kapağı, düşmemiş. Yerine sıkıca monte edip yola koyulduk.





Planımız tıkırında, doğru Arguvan yoluna. Bu yol Karakaya Baraj gölünün kenarından ilerlediğinden zaman zaman suyla toprağın birleştiği güzel manzaralar veriyor. Buradan devam edeceğiz Arguvan’a sapmadan Keban barajına gideceğiz. Orada su kenarında balık yeyip Arapgir üzerinden Kemaliye’ye ulaşacağız. Plan Bu. Yaklaşık 4-5 saat.






Yol, her doğu gezisindeki şaşkınlığımı katmerleyecek şekilde dümdüz çukursuz asfalt. Bergama-Dikili arasındaki yoldan on kat daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Bunun biraz terörle ilgili olduğunu söyleyenler de var; asfalta mayın döşemek zor olduğundan doğu illerinin yollarının asfaltlamak gerekiyormuş.








Buralara şark diyorlar ya; tutup egeden birini getirsek bire bin bahse girerim doğu Anadolu’da olduğunu anlayamaz. Buralar kurak bilinir ya hani, sanki yollar taştandır, doğa çoraktır. Hiç ilgisi yok. İkimiz de, iki egeli olarak buralardan geçerken, bu topraklarda ne büyük potansiyeller olduğu üzerine kafa yorduk.






Toprağın verimi şaşırılacak düzeyde, her yer yemyeşil. Tamam, aslında belki de suyun olduğu bölgelerde dolandığım için doğal güzellikleri tadıyor olsam da bu kadarı bile kimin aklına gelirdi? Bu gezide daha yüksek sesle ortaya çıksa da her gezimde tekrarladığım bir şey var: “ Lan ne güzel acayip bir ülkesin sen böyle!”. Güney sahillerinde Antalya’yı geçtikten sonra falezlerle süslü sahil şeridinde muz ağaçlarını görüp güney Amerika’da olduğunuzu varsayabilirsiniz; doğuya ilerlerken sağınızda güneş batar. Yukarı kırıp doğuya saptığınızda en ürpertici ama en büyük maceranın içinde bulursunuz kendinizi, ıssız yollarda kalplerin en sıcak olduğu yörelere gittiğinizi bilerek hızla ilerlerisiniz. Güneydoğu’da dalga geçmek için konuştuğunuz bütün şiveler hayatınızın gerçeği oluverir, geri döndüğünüzde artık orada olabilmek için dostlarınız size gülse de şiveli konuşursunuz ve birkaç kez ne kadar acayip ve ne mükemmel bir ülkede yaşadığınıza şaşırırsınız. Milyonlarca insanın yaşamak için sıkıştığı kentlerinizde yaşanacak bu kadar güzel yer varken istiflenmiş insan yığınlarına hayıflanırsınız. Ne saçmalık diye düşünmeden edemez insan. Buralar, yaşanılamayacak yerler olsa idi kimse olmazdı. Tamam, imkânlar diğer büyük şehirler gibi olmasa da adları zaten büyük şehir değil. Diğer şehirler gibi işte. Yahu kebap cumhuriyetinde light peynir bile var daha diyeyim?
Yolda pek çok tabela görüyoruz. Hani buralardan da geçtim demek ister ya insan işte bunun havasını atabilmek için tabela önü fotoğraf çekmeden geçmiyoruz.
Malatya’dan çıkarken hava açıktı ama Arguvan’a yaklaştıkça git gide kapandı ve sonra yağmura dönüştü. Öyle uzun sağanak yağmur değil ama. Yaz yağmuru, şor diye aniden indiriyor sonra geçiyor, ara sıra çiseliyor, ara sıra bulutların arasından güneş çıkıyor. Keban yol ayrımına varmadan birkaç jandarma kontrol noktası geçtik. Arapgir-Keban arası 15 km. Barajın biraz ilerisinde meşhur bir alabalık tesisi var. Malatya’dayken de orada durup birer balık yemeden geçmememizi öğütleyenler oldu. Zaten benim de karnım kazınıyordu, hemen oturduk Fırat Nehri’nin kenarına. Bir ızgara bir de güveçte balık istedik. Bira da sordum ama buralarda alkol bulmak kolay değil. Balık rakı’dan uzak durmaları böyle güzel ortamlarda insanın canını sıkıyor. Tam tatile çıkmışım, yanımda sevdiğim kadın, su kenarında balık yerken hazır zevke gelmişken bir kadeh de rakı olsa ne olur yani. Resimde arka planda görülen köprü Keban ilçesine gidiyor. Birkaç km ileride Çır Çır Şelalesi varmış. Pek met ettiler ama zaman kısıtlı olduğu için barajı gezip yolumuza geri dönmeye karar verdik.

Yemeklerimizi yedikten sonra Baraja gittik. Keban Barajı’nı duymayan yoktur herhalde. Ben de filmlerden gördüğüm kadarıyla bir barajın cesametini hayal ediyorum.
Fazla hayal etmiş olacağım ki ilk gördüğümde bana çok görkemli ve büyük bir yapı gibi gelmedi.

Ancak setin üstüne çıkıp kalın betonların arkasında oluşan kocaman denize bakınca şaşkınlıkla birlikte gecikmiş takdir cümleleri de geldi.
Barajın hemen yukarısına göl kenarına da ufak bir kafe yapmışlar çay dondurma filan satıyorlar.
Buradan Arapgir’e doğru yola devam ettik. Yol boyunca birkaç tane daha jandarma noktası vardı. Arapgir’e girmeden hemen önce yol kenarındaki polis minibüsüne yanaşıp sorduk. Meğer şenlik açılışı için bakanlardan biri de Kemaliye’ye gidiyormuş da ondan böyle sıkı güvenlik önlemleri varmış. Onun dışında yollar rahatmış, terör yokmuş. Bunları sorarken benim üzerimde çok cepli bol bir pantolon, spor ayakkabılar, tişört var; saç tıraşım eski ve kirli sakallarım var. Polis tutup bana kütenk diye “Siz asker misiniz?” diye sormasın mı? Yahu ben de hip-hop’çuya mesela Arap Eminem’ine falan benziyorum sanıyordum. Nasıl anladıklarını sorunca halden tavırdan konuşmadan yabancı olduğunuz belli oluyor diyorlar. Demek buralarda yabancı herkese asker gözüyle bakılıyor. Pekâlâ, zorunlu hizmetini yapan bir doktor ya da şenliğe giden bir turist de olabilirdik gibi geliyor bana ama belli ki ilk akla gelen bunlar değil.Neyse. Arapgir klasik bir Anadolu kasabası. Yolların temizliği bizi şaşırttı. Dönüşte de diğer kasabalara kıyasla daha temiz bir yer olduğunu düşündük. Belki bakan geçecek diye temizlemişlerdir, bilemeyeceğim.
Arapgir’den çıkınca birkaç km toprak yoldan gidiliyor. Ardından gelen yol düz asfalt ama dar bir yol. Kemaliye’ye yaklaşık 20-30 km yol kalıyor.
Bu yol üzerinde iki tane dağ geçidi var. Haritalarda yazan bu geçit sözcüğü ilk okuduğumda bana pek bir şey ifade etmemişti.
Meğer şu demekmiş. Önce dar dolambaçlı yollardan yukarı bir yerlere tırmanıp güzel manzaraya ulaşıp o güzel manzaranın merkezine doğru yine dar dolambaçlı yollardan inişe geçiyorsunuz (Eğimi daha fazla olan Urla-Karaburun yolu gibi mesela).





Deniz manzarası yerine de Fırat’ın açık kahverengi suyu var yolun sağında.
Sık sık durup fotoğraf çekerek Kemaliye’ye ilerliyoruz.

Yol üzerinde tepelere yerleşmiş seyrek yerleşimli küçük köycükler var



Bu arada akşam saat 5, yani mesai saati bittiğinden Hakan Bey’i arayıp mesai dışında ne yapacağımızı sorduğumda yine kendinden emin ve nazik bir şekilde bizi rahatlatıyor. Yaklaştıkça hafif yağmur çiselemeye başlıyor. Çok tatlı keyifli bir yolculuk doğrusu.


Kemaliye’nin girişinde tepede kayanın üzerine yapılmış pembe üç katlı (üçüncü katı teras) bir ev var. Hangi deli yapmışsa bunu buraya helal olsun. Doğru dürüst yolu bile yok ama vadiye en hakim yer, deli manzarası var. Sonradan anlattıklarına göre Kemaliye’nin havasına suyuna hayran buralı emekli bir öğretmen büyük şehir yerine buraya taşınmak isteyince karısı karşı çıkıp “Şu tepeye ev dikersen gelirim” demiş. Adam da karısı istediği diye mi, Kemaliye için mi bilmem evi dikmiş kayanın üzerine. Yaz sezonunda geliyorlarmış. Biz gittiğimizde evde kimse yoktu.


Yukarıdan ilçenin görünüşü ilk görüşte beni pek heyecanlandırmıştı.
İçerilere girince ilk dikkatimizi çeken evlerin duvarlarının saçlarla kaplı olmasıydı. Bu kadar çok ağacın bulunduğu bir yerde neden çevreyle uyumlu ahşap evlerin olmadığını merak ettik. İlk başta benim aklıma belki burada ev yapmaya uygun ağaç olmaması geldi. Sonradan İbrahim’in anlattığına göre bu evlerin çoğu son dönemde yapılan, ve göç nedeniyle artan, ya da restore edilen evlermiş. Saç hem rutubeti önlediğinden hem de ahşaptan ucuz olduğundan –maalesef- tercih ediliyormuş. Yemyeşil doğanın ortasında iç karartan gri saçlar pek çirkin görünüyorlar ama ülkemizin malum meseleleri doğal olarak her yerde karşımıza çıkıyor.
Ben buranın doğasını Karadeniz’e benzettim. Her yer yemyeşil, bin bir türlü ot ağaç çalı var. Bir tek tepelerin yüksekleri keltoş. Karadeniz’den bu yönüyle ayrılabilir. Ama gittiğimizde çiseleyen yağmuru da ekleyince bana “Artvin’e hoş geldin” deseler “Hoşbilduk da!” derdim.
Merkeze inip buranın en bilindik oteli olan Bozkurt Otel’in önünde Hakan Bey’i beklemeye başladık. Otelin alt katı aynı zamanda kasabanın en büyük lokantası. Cama yapıştırılmış şenlik programına göz atarken hemen arkasındaki masada oturan iki şişko Japon kıza baktım.

Hakan Bey geldiğinde bizi çok sıcak karşıladı sağ olsun. İlk karşılaşmamızda tokalaşırken yanak yanağa öpüşmek de istedi ama ben fark edemedim. Adamın öne uzayan boynu kısa bir süre havada kaldı. Sonradan onu bu duruma düşürdüğüm için üzüldüm baya. Sanki soğuk bir insanmışım da uzak durmak istemişim gibi oldu galiba. Neyse, umarım boşta kalan öpücüğü uygun bir yere konmuştur. Akabinde bizi evinde kalacağımız kişiyle tanıştırması için yola çıktık. Yola çıktık derken lokantanın önündeki sokağa yani. Çünkü o kişi lokantanın tam karşısında birkaç metre ötede dükkânı bulunan Kemaliye’nin meşhuuur fotoğrafçısı İbrahim idi. Adam dünya tatlısı, nur yüzlü bir şahsiyet. Ağzı kulaklarında karşıladı bizi. Sonradan anlattığına göre ilk görüşte o da bizim gibi tipleri (?) gördüğü için pek sevinmiş. Kısa bir muhabbetten sonra arabayla üç gece kalacağımız adliye lojmanındaki dairelerden biri olan eve doğru yol aldık. Aslında bizi onlarında kısa süre sonra taşınacağı eski ahşap müstakil evlerinde ağırlamayı istemişler ama evin hazırlanması henüz bitmemiş.
Fırat manzaralı güzel arka odalarını ve çek-yat’larını bizim için önceden hazırlamışlar. İbrahim evin yedek anahtarlarını verdikten sonra dükkâna geri döndü, biz de biraz dinlenme fırsatı bulduk. Güneş battıktan sonra dışarı gezintiye çıktık. Benim karnım fena halde şiş, öğlen yediklerimi hala iyi sindiremedim, çok gaz yaptı diye düşünüyorum. Yemek için merkezde bir pasaj girip yeni açılan lokantaya oturduk.


Birer porsiyon köfteyi mideye indirmeye başladık ki eşi Hilal ile birlikte İbrahim geldi. Masamıza oturmalarından üç dakika filan sonra sanki yıllardır arkadaşmışız gibi sıkı fıkı muhabbet etmeye başladık. Midem iyi değildi. Yine de yerimde duramayıp şalgam suyu içtim. Tatsız ağzıma tat kattı. Yemekten sonra karnımın gurultuları artmaya başladı. Tuvalet molası ve akşam yürüyüşü hazırlığı için eve gittik. Pançolarımızı alıp kasabayı gezmeye çıktık. Gece karanlığında dolaştığımız ve yağmur olduğu için etraf pek net değildi ama yürüyüş ve sohbet güzeldi. Görebildiğimiz kadarıyla eski ahşap evler güzeldi. Bu delice akan suyun kenarında kayaların üzerine inşa edilmiş bir evinden altından küçük çaplı bir dere akıyordu. Evin içinde sürekli su sesi olmalı. Çeşme bozulsa anlaşılmaz bu evde, bir de ne biçim rutubet yapıyordur burası diye düşündüm. Hadi bunlar bir yana da akan suyun üzerine kayaya ev inşa edenleri de kutlamak lazım.
Biraz ileride yine ahşap bir evin avlusuna İbrahim’lerin tanıdığı bir ağabey’inin evine gittik. Yaz sezonu için hazırlık yapıyorlardı. Gelen konuklar için klasik Kemaliye evi yenilemesi yapıyorlarmış, odalara yer sofraları kurup evi lokanta yapacaklarmış. Ağabey bize köy peyniri ve ekmek ikram etti. Bizimkiler hapır kupür yediler ama ben pek tadını alamadım. Bu arada ekmek dediğimiz şey okuyanların anladığı anlamda bakkallarda satılan somun ekmek değil. Öyle alışmışım ki artık lavaşa ya da pideye ben de ekmek der oldum. Malatya’da da durum böyle lavaşa ekmek deniyor. Mesela döner alırken İzmir’de “Tek dürüm” derdim burada “Az ekmekli” diyorum.
Benim favorim evin avlusundaki çeşme oldu. Su içmek için çeşmeye eğilip elimizi çanak gibi yapar onun içinden içeriz ya, burada su mermerden yapılmış bir çanağın içinden dökülüyor. Dolayısıyla eli çanak yapmadan kafayı çanağa daldırıp su içiyorsunuz. Pek hoş bir kolaylık ama şapşallar için ağızla birlikte burnun da çanağa girmesine bir çare bulmak lazım.
Ayrılmaya yakın midem iyice bozulmuştu. Artık hissediyordum ama söylemiyordum, kesin ishal olmuştum. Bir de salak gibi yağmur pantolonumu buraya kadar getirip de yanıma almadığım için dizden aşağım sırsıklam olmuştu. Geziyi fazla uzatmadan eve döndük.
Eve döner dönmez ben tuvalete bir girdim ki giriş o giriş. Ertesi gün çıktım desem yeridir. Yatana kadar ve tabi yattıktan sonra defalarca tuvalete taşındım. Yatıyorum ama on dakika sonra yine kalkıyorum. Fena halde de utanıyorum bir yandan, yeni tanışmışız daha arkadaşlarla ben alaturka tuvaletin deliği ile pis bir dilde muhabbet ediyorum. Her sohbet sonunda da sifon gürültüyle kahkaha atıyor. Ne diyeyim kötüyüm işte. Gece bir iki filan olmuştu sanırım yatakta midem bulanmaya başladı. “Boş ver” deyip uyumaya çalıştım bir süre. Tam dalar gibi oldum ki aniden güçlü bir bulantı geldi, koşarak tuvalete gittim. Hayatımda böyle güçlü kustuğumu hatırlamıyorum. Bir ejderha gidiyim adeta, feci püskürüyorum. Şalgam ejderhası, ağzımdan ateş değil saatler önce içtiğim şalgam fışkırıyor kırmızı kırmızı. Bir ara “Lan midem mi kanıyor acaba?” dedim ama sonra hatırladım şalgam içtiğimi. Tam oh bitti diyorum haydi bir daha. Sonunda midemi boşaltıp rahatladım. Elimden geldiğince ortalığı temizlemeye çalıştıysam da o kadar halsiz düşmüştüm ki yatağa dönmek zorunda kaldım. Sabah kadar kaç kez kalktığımı hatırlamıyorum. Bir de ateşim çıktı üstüne. Ateşim çıkınca bilinçsizce inlemeye başladım yine sonra da kendi iniltime uyandım defalarca. Kısacası pek uyumadım. Sabahın köründe uyandığımda berbat durumdaydım. Sulama faaliyetlerim aynen devam ediyordu, ateşim vardı ve çok halsizdim. Bir de gözlerim kararmaya, başım dönmeye başlayınca “Tamam” dedim, “Benim sıvı takviyesi almam şart oldu” Oysa sabaha kadar geçer herhalde diye boş yere ümit etmiştim. Bir yandan da suçluyu bulmaya çalışıyoruz. En olası zanlı bir gece önce Malatya’da yediğim ve adamın bana beyazlaşmış sıvı içinden çıkarıp verdiği haşlanmış mısır. Diğer zanlı ise öğlen Keban’da yediğimiz balıklar.
Sabah 8.30 gibi Devlet Hastanesi’nin acilindeydik. Hemen ringer laktat’a başladık. Serum setleri çok dandikti. Sonuna kadar açmama rağmen damla damla akıyordu. Elime alıp sıkıyorum yok olmuyor, akmıyor. 500’lük bir setin sonuna kadarken gitmesi neredeyse bir saati buluyordu. Hemşire Hanım’ın söylediğine göre bunlar Çin’den gelen adi ürünlermiş, ucuz diye hastane bunu alıyormuş. Yatınca bir de tansiyonuma baktılar, 80/40’mış. Hiç bu kadar düşmemişti ben de çok şaşırdım. “Acaba yanlış mı ölçüyor alet?” diye, beni ölçtükleri aletle hem de acilin içinde duvara asılı duran aletle tekrar ölçtüler. İkisi de aynı sonucu verdi. Bayağı sıvı kaybetmişim galiba. Acil bakım odasında öğleden sonraya kadar yattım. Bir ara parasetamol almama rağmen ateşlenip titremeye başladım.
Halime acıyan hemşire kıyak olsun diye serum şişeme vitamin koydu. Sıvı sarı rengi alınca Hemşire Hanımla aynı hasta psikolojisini hatırladık: Hastalar hastaneye gelir, serumunu takarsın, içine de olur ya renkli bir ilaç koyup da hastayı iyi ettin mi yandın. Mesela diyelim seruma sarı rengini veren vitamin koydun, o zaman hasta her geldiğinde hastalığıyla ilgili olsun olmasın senden sarı serumdan ister. Takarsın iyileşir gider.
Rahmetli babaannem de bu hasta grubundandı. Bana kızardı hep doktor olmuşum da neden onu iyi etmiyor muşum, bir iğne yapmıyor muşum diye. İlk sızlandığında güzel bir hikâye alıp hastalığı anlayıp ona göre tedavi verme eğilimindeydim. Hoş, hikâye almak da pek kolay değildi ama kısa sürüyordu. Şöyle ki:
—Babaanne neren ağrıyor?
—Her yerim. Hikayeyi daha ileri götürmek pek mümkün değildi.
Önceleri doktor olan amcamla değişik ilaçlar denedik ama olmadı. Sonradan anladık ki mühim olan ilaç vermek değil, ilgilenmek. Yani sık sık gidip iğne yapmak. Hapla yetinmiyor illa ki iğne olacak. Ne kadar acı o kadar iyi. Durumu kavrayınca her gittiğimde enjektörlere serum doldurup iğne yapmaya başladım. Sonra iş zıvanadan çıktı. Sonunda sadece iğneyi poposuna batırıp çıkarıyordum.
—Nasıl oldun babaanne iyi geldi mi? Bu ilacı Almanya’dan getirdim beğendin mi?,


—Çok iyi çok iyi, iyi oldum şimdi, sağ ol, deyip sızlanmayı bırakıp sohbete katılırdı. Toprağı bol olsun.










Öğlen olduğunda büyük oranda kendime gelmiştim ama ateşim bir türlü düşmüyordu. Yatmaktan canım sıkılmıştı. Bahçeye çıkıp biraz güneş ışını emdim.








Bir yandan da başlayan ya da biten şenlik etkinliklerinin hangileri olduğunu öğrenip üzülüyoruz. Güneşi görünce sürüngenler gibi enerjim de arttı “Haydi gidelim” diye tutturdum. Biz ayrılırken tesadüfen İbrahim de ziyarete geldi, hep birlikte ayrıldık hastaneden.
Öğlen saat üçte cirit gösterisi var. Spor yapamayacağıma göre “Bana en uygun etkinlik bu” deyip cirit izlemeye gittik.








Giderken dağ bisikleti yarışı için verilen starta şahit oldum. Güya biz de bisiklete binecektik diye hayıflandım. Ben ilk kez izledim ciriti. 5-6 attan oluşan iki takım alanın iki ucunda karşılıklı diziliyor. Önlerinde geçmemeleri gereken bir çizgi var. Bir takımdan oyuncu elinde ciridiyle atak yapıp karşı takımın önündeki çizgiye kadar gelip saldırısını yapıyor. Elinden cirit çıkar çıkmaz o geri kaçarken karşı takımdan biri onu kendi oyun sahasına kadar kovalıyor, o sırada vurabilirse ne ala. Vuramazsa o da çizgi önüne geliyor ve saldırı yapıyor, oyun böyle devam edip gidiyor.

Bence bu gerçekten insanda hayranlık uyandıran bir spor. Hiç bir korunma önlemi olmadan adamların o koca atlar üzerinde yaptıkları hareketler şaşırtıcı.
Bir de tabi yorulan atların ağzından çıkan dumanları, gümbür gümbür duyulan nal seslerini, kasılan kasları görünce insan ürperiyor. İnsanla atın aynı bedenmişçesine beraber hareket edişi izlemeye değer.
Ciridin daha başında çiselemeye başlayan yağmur yarım saat sonra yerini sağanağa bıraktı. Gök yere indi. Gösteri Fırat’ın kenarında oluşturulan boş bir arazide yapılıyor. Eskiden buralar su altındaymış. Yani toprak yumuşacık, yağmuru da yiyince balçığa dönüştü. Arazi araçlarının işi kolay ama yolda kalan ve çamura saplanan arabalar oldu. Yağmurdan kaçan bir abla ve yanındaki çocuğu camdan “Ay bizi de alın!” diye yalvardı. “Tabi buyrun gelin” deyince arkaya bir anda kadınlı çocuklu 5–6 kişi doluşuverdi. “Biz”den kast ettiğinin kendisi ve çocuğu olduğunu sanmıştık ama olsun dedik ses etmedik. Aslında belki daha iyi de oldu çünkü arkası çöken arabanın yer tutuşu güçlendi. Güçlendi güçlenmesine de üstünden geçtiğimiz taşa arabanın altını çarpmamız ve egzoz koruma sacını yardırmamız da aynı nedenle oldu. Sanayide beş YTL’ ye yaptırdık. Bu arada ben yaşadığımız bir saatlik meoceranın etkisiyle olacak yine ateşlendim ve Kemaliye’nin sanayisindeki tuvaleti bile tanıdım.
Hemen eve döndük, yattım ama uyumak ne mümkün. Ateş fırladı yine, inleyip duruyorum. Acil uzmanı arkadaşım Murat’ı aradım, “Ateşini düşürmen lazım” dedi. Ben o sırada üzerimde yorgan battaniye yatıyordum.



Onca sızlanmama rağmen bir güzel soydular, el ve ayak bileklerimi, koltuk altlarımı, boynumu ve alnımı önce suyla sonra sirkeyle soğutmaya çalıştılar. Yaklaşık 1 saat bu şekilde ateşimi düşürmeyi denedik olmadı. Ilık duşa soktu ama bana buz gibi geliyordu valla. Bizim cingöz yemedi ama ne yapayım. Bir ara nasıl olduğuma bakmak için İbrahim geldi. Baktı ki ateşim düşmemiş İbo pansiyonun en özel muamelesine girişti: Aspirinli limonlu vücut masajı. İbrahim aspirin limon karışımıyla beni öyle bir yoğurdu ki böreklik hamur kıvamına geldiğimde ateşim düşmüştü. Her yerim tabi yapış yapış olmuştu. Bu sefer gerçek bir ılık duş aldıktan sonra akşamüzeri saat altı yedi gibi kafayı yastığa bir koyduk ertesi sabaha kadar uyuduk. Açılış konserlerini, köy düğününü, fener alayını ve daha birçok şeyi kaçırmıştık ama sabah uyandığımda artık iyileşmiştim.


Kahvaltının ardından balkonda Fırat’a karşı kahvelerimizi yudumladık. Ben biraz daha yemek istemiştim aslında kahvaltıda ama izin vermediler. Neymiş efendim daha yeni iyileşmişim. Yahu kaymağa bakmaktan gözüm düşecek anlayan yok.
Ardından arabaya atlayıp çevreyi gezmeye çıktık.








Önce Fırat’ın kenarındaki yollarda manzaranın ve doğanın kokusunun ve nefesinin tadına vararak ilerledik bir süre.

Yuva köyünden geçtik
Sebil çeşmenin üzerine saat asmışlar. Böylesine huzurlu, pek kimsenin geçmediği hayatın yavaş aktığı bir yerde kim saate bakma ihtiyacı duyar ki?
Son durağımız bir tepe oldu. Tepenin çevresinde mezar taşları vardı. Ama kimden kalmış ne kadar eski bilemiyorum. Üzerlerinde yazı da yoktu.





Tepede minicik kapısı olan bir kulübecik dikkatimizi çekti. Sanki cüceler için yapılmış gibi. Bir de bu rüzgârlı tepede ne gibi bir işlevi var diye düşünürken İbrahim dağ geyiklerini gözlemek için olduğunu söyledi. Sonraki bilgi alışverişimizde bu kulağa hoş gelen “gözlem kulübesi” lafının pek gerçek olmadığını öğrendim. Hani sanki geçen dağ geyiklerini sayıyorlarmış gibi. Gözlem kısmı doğru da hayvanları saymak doğal davranışlarını izlemek için değil vurmak için.
Daha önce gördüğümüz tepelerin eteklerindeki yollar buradan daha iyi görünüyordu. Yol açmaya müsait olmayan yerlerde dağı delmişler. Hatta Karanlık Vadi’nin yamacından ilerleyen ve buradan Sivas’a kadar üzerinde böyle onlarca tünel bulunan bir yol var. Gitmek istedik ama fırsat olmadı.

Yolu geri dönüp Karanlık Vadi’yi botla gezmek için ayarlama yaptık. Dönüş yolunda yol üzerindeki havuzda da durduk. Havuz kenardan akan derenin suyuyla beslenip devir daim yapıyormuş ama pek temiz görünmüyordu.
Benim ilgimi daha çok havuz kenarındaki minik sevimli mavi kelebekler çekti. Elini uzatıyorsun gelip konuyorlar. Çok güzellerdi.





Oradan istikamet Apçağa Köyü. İbrahim’in Dayı’sı bu köyde oturuyor. İstanbul’da yaşayan ama bu köye aşık olan bir bayan profesörün (adını maalesef hatırlayamadım) resim sergisi var girişte.
Ama bizimkilerin ilgisini serginin karşısında sıcak lavaş yapan fırın daha çok çekti.

Yukarı doğru güzel ahşap evlerin yanından ilerleyerek tepeye çıktık.






Bu eski evlerin hepsinin tahta panjurları var. Kemaliye’dekiler gibi.
Sokaklardan birinin adı Sadık Perinçek, Doğu Perinçek’in babası, buralılarmış meğer.

Tepede manzaraya hakim güzel bir kafe var. Oradan biraz aşağı yamaca ilerleyip Dayı’nın evine ulaştık. Bize güzel bir kahvaltı sofrası kurdular.





Günün ikinci kahvaltısını da burada yaptık. Yöresel peynirler ve karadut reçeli pek lezzetliydi.

Evin altından su aktığını gördüğüm ikinci evdi burası. Alt kattaki odanın içinden şırıl şırıl minik bir derecik akıyordu. Eskiden bu oda her mevsim serin olduğundan buzdolabı niyetine kullanılıyormuş. Duvarda hala paslanmış et askıları var.
Vedalaştıktan sonra bot turu için yola koyulduk. Tura başlamak için gittiğimiz iskelenin yanında rafting ve kano malzemelerinin saklandığı bir depo var. Kemaliye Doğa Sporları Şenliği adı altında yapılan etkinliklerin reklamlarında da rafting ve kano etkinlikleri yer alıyor. O zaman neden Kemaliye’de bulunan tüm kano ve botlar burada hala depolanmış halde anlamak mümkün değil. Irmağın üzerinde yüzer cisim olarak sadece turistik gezi botu var. Bence şenliklerin en önemli eksiği buydu. Hasta olmasaydım mutlaka rafting yapmak isterdim, demek mümkün olmayacakmış. Hayır, madem yapmayacaksın neden ilanlarına bunu yazıyorsun, buraya sadece rafting ya da kano yapmak için binlerce kilometre öteden gelmiş olabilirdim pekala. İbrahim’in anlattığına göre yetişmiş sertifikalı elemanlar şenlikte bulunmadığından botları suya indirmemişler. “Yahu bakan geliyor da rafting ve kano hocası gelemiyor mu?” diye sormak lazım yetkililere. Neyse başka zamana artık.







Bot turuna başladığımızda Kemaliye’nin o güzel yamaçları daha güzel pozlar verdiler.
Bir de tura katılan köylü bir nine vardı botta. Aferin ona.

Vadiden akan su bizim gidiş yönümüzün tam tersine akıyor, genel olarak sakin bir su.






Yer yer vadinin daraldığı alanlarda botu sallayan girdaplar oluşuyor. Daha önce rafting yapmadım ama burası bana sanki kolay bir parkur gibi geldi. Rafting’ten çok sanki gezinti olacak gibi. Sakin akan düz bir su çünkü bu.














Sol yamaçta Sivas’a giden yol yanımızdan ilerliyor. Bazen tünele girip kayboluyor. Arabadakilerle birbirimize el sallıyoruz.



Bir ara botta şaşkınlık nidaları yükseliyor. Dikkatli bakınca sağda dimdik yamaçlarda sanki düz yolda koşuyormuşçasına fişek gibi ilerleyen geyiği görüyoruz (Yukarıdaki resmin ortasına dikkatli bakarsanız görünüyor).



















Bol fotoğraflı gezi çabucak bitiyor. Akşamüzeri de oldu karınlar yine guruldamaya başladı.
İstikamet İbrahim’lerin ahşap evleri. İleride burayı konuk evi yapmayı planlıyorlar. Bu temiz yürekli ve dost canlısı insanlara yakışacak bir uğraş diye düşünüyorum. Marketten alışveriş yaptıktan sonra evin bahçesinde mangal yapıyoruz.
Hastalığım azar endişesiyle iki tek rakı keyfinden mahrum kalıyorum. Yatana kadar muhabbet ediyoruz. Sabah Malatya’ya döneceğiz, kalkış 4.30. Yatmadan önce İbrahim’e bizi misafir ettikleri için teşekkür edip daha önce Hakan Bey’le konuştuğumuz miktarda parayı hazırlıyorum. Kenara çekince bana “Siz bizim dostumuz oldunuz sizden para almamaya karar verdik” diyor. Ne denebilir ki, insanın işte böyle yüreği geniş dostları olmalı.
Sabah erkenden uyandığımızda bir bakıyorum adam üşenmemiş kalkmış bize kahvaltı hazırlıyor. Daha önce bu kadar misafirperver insan tanımamıştım doğrusu.

Vedalaşıp yola koyuluyoruz. Baraj gölü sabahın erken saatlerinde ne kadar güzel görünse de içimizdeki hüznü yok edemiyor. Ne çabuk geçti zaman.