28 Mayıs 2008 Çarşamba

CEYLANPINAR



Uzun süredir narin ceylanları görmek için fırsat kolluyordum. Nihayetinde haftanın yorgunluğu da üzerime çökünce en azından bir günü evde dinlenerek diğer günde de Ceylanpınar’a giderek değerlendirmek kararı aldık. Aslında amacımız Hasan’ın doktorları başta olmak üzere dinleyenleri şaşkına çeviren sarılığı yüzün değişik yerlerine uyguladığı jilet kesikleri ile tedavi eden teyzeyi bulmaktı ama olmadı. Bu hikayeyi ayrıca teyzeyi bulup fotoğrafladığımızda Hasan’ın kendi dilinden yayınlamayı ümit ediyorum.
Ceylanpınar Kızıltepe arası 60 km. Yol sonu gelmez tarlalar arasından ilerleyen kısmen bozuk asfalt. Öğlen yola çıktığımızdan güneş tepede ve kasklara sıkışmış kafalarımızdan şıpır şıpır ter boşalıyor. Ceylanpınar’da bizi arkadaşımız Tolga karşılıyor. Buraya gelmeden önce 18 milyara 96 model sıralı tüplü Grand Cherokee almış. Çok da iyi yapmış çünkü yollar çok bozuk. Motorları evin bahçesine bıraktıktan sonra TİGEM (Tarım İşleri Genel Müdürlüğü) arazisinde yer alan ceylan üretim çiftliğine gidiyoruz. TİGEM’in çok büyük bir arazisi var. Kilometrelerce ekili alan. Türkiye’nin buğday ambarı olduğu söyleniyor. İçeri girmek için güvenliğe kimlik bırakmak yeterli. Girişen biraz ilerisinde tellerle çevrili alanda onlarca ceylan var.



Ben aslında bir iki tanesini evcilleştirip gelenlere sevdirdiklerini sanmıştım, yanılmışım. Ancak uzaktan bakabiliyorsunuz. Tellere ve gelen ziyaretçilere alışık olmalarına rağmen hala tetikteler ve insanların varlığından rahatsız oluyorlar.



Bir de çok küçükler, pek narinler. Boyları dizi ancak aşar. Ayakları iki parmak kadar. Uzaktan sevmekle yetineceğiz.



Küçük bir alanda da oldukça bakımsız birkaç tane deve kuşu var.



Hani bir çocuk şarkısı vardı “Sen hiç gördün mü üç kulaklı bir adam?” diye. Şöyle çevirsek “Sen hiç gördün mü iki parmaklı bir hayvan?” diye, bir cevabı var: Devekuşu.



Ceylanlardan ayrılıp Öğretmen evinde soğuk bir şeyler içmeye gidiyoruz. Burası galiba sınıra en yakın öğretmen evidir. Yakın demek doğru olmaz çünkü neredeyse sınırın üzerinde. Duvarını atlayınca askeri bölgeye giriyorsunuz. 100 metre ötede Suriye’deki binaları görmek hatta selamlaşmak mümkün.
Soluklanıp sulandıktan sonra Tolga’lara motorları almaya gidiyoruz.



Tolga'ların apartmanda yaşayan cana yakın Van Kedisi ile her ne kadar kediyi boğazlamışım gibi görülse de pek sevişiyoruz. Hasan’la motorlara atlayıp TİGEM arazisinde kaçak yaşayan kesici teyzeyi bulmak ümidiyle Ceylanpınar-Viranşehir arasındaki asfalttan sola sapıp, yol dışına "Mars"’a gidiyoruz.



Ufuk çizgisine kadar ufak tepeler dışında uçsuz bucaksız taş toprak bir alan. Ara sıra sonsuz kahve tonunu bölen sütlü kahve renkli nereye gittiği belli olmayan toprak yollar, uzaktan görülen çirkin elektrik direkleri, çöl sessizliğini bölen motor sesleri, Hasan’ın arkasından kalkan yolda olma, gitme duygumu kamçılayan çizgisel toz bulutları, rüzgar çıkınca önümüzden yuvarlanan çalı çırpılar ve denizin ortasında kalmışız gibi tuhaf bir yalnızlık duygusu.



Bir süre gittikten sonra nihayet hayat belirtileri ile karşılaşıyoruz. İlerlerde bir yerlerde dikdörtgen, toprak ile aynı renkte küçük yerleşim yerleri var. O yöne çeviriyoruz tekerleri, kesici teyzeyi soracağız.



Ofa Köçeri’nde meraklı ama çekingen karşılıyor Ali Çakır bizi. İki göz kerpiç evinde, sekiz çocuk dört yetişkin, sayısız sinek ve koyunlarla, elektriksiz ve susuz yaşıyorlar. TİGEM arazisi olduğu için aslında burada yerleşim kurmak yasak olduğu için betonarme ev kuramıyorlarmış. Zaten şu anda oturdukları evi de bir gece elbirliği ile yapmışlar.



Suyu Ceylanpınar’dan tankerle getiriyorlarmış. Yerleşim yasak olduğu için elektrik ve su belediye tarafından getirilmiyormuş. Yine de çocuklar için buraya ve çevredeki diğer köçerlere okul servisi varmış.



Evde masa, sandalye halı gibi eşyalar yok. Salon, oturma odası, mutfak, yemek odası, yatak odası burada geçerli değil. Var olan bütün mekan bütün amaçlar için kullanılıyor. Misafir olarak bizi ağırladıkları için toz kalkmasın diye yere su serpiyorlar. Havada yüzlerce kara sinek uçuşuyor.



Burada ne aradığımızı soruyorlar. Hasan benim sarılık olduğumu kesici teyzeyi aradığımızı söylüyor. 15 km kadar uzaktaymış ama bulamazsınız birinin götürmesi lazım diyorlar. Üstelik sadece Çarşamba günleri kesiyormuş.



Her şey bir yana insan çocuklar için üzülüyor. Her yerde olduğu gibi burada da çok güzeller.



Hasan fotoğraflarını ben de videolarını çekiyorum. Çok utangaçlar.


- Watch the best video clips here



Bu Ali Çakır



Bu Türki Çakır



Bu Fatih Bıçak



Bu Bediha Çakır. Kucağında annelik yaptığı kardeşinin (yumurta kafa) adını bilmiyorum. Bebeğin yanakları sinek ısırıkları ile doluydu. Kendi kendine ağlıyordu zavallı.



Bu da Berfin, Ceylanpınar’ın ceylanı.

Bu kısa ama insanın kalbinde iz bırakan tecrübeden sonra kadim dostum Hasan'ın da söyleyecekleri vardı. Özellikle mecburen bu coğrafyada bulunup aynı coğrafyada mecburen yaşayan "diğerlerini" görmek isteyenlere sunulur:

"Bu ülke garip bir ülke… Gökhan ile bazen durup durup “iyi ki gelmişiz be buralara” diyoruz. Bunu çok çabuk unutup “ne işimiz var lan bizim burada” dediğimiz de oluyor tabiJ. Ama tekrar dönüp her şeye kuş bakışı baktığımızda gerçekten de “iyi ki gelmişiz buralara…”

Neden mi? İşte cevapları:
Batıdan göründüğü gibi korkunç değil buralar. Yıllarca o ismini anmak istemediğim örgütün ismi ile eş tutmuşuz Mardin’i-Urfa’yı. Oysa burası da bizim toprağımız, burada yaşayanlar da öncelikle “insan”. O motorla gezdiğimiz Devlet Tarım Arazisi içerisinde yıllardır kapısız kerpiç evlerde elektrik olmadan, su olmadan yaşayan insanları kitaplarda görsek, dergilerde okusak bu denli iyi anlamaz, hafızalarımıza bu denli derin kazınmaz, bir-iki gün sonra unuturduk. Devlet: “Burası devletin tarım arazisidir, burada yerleşemezsiniz, size su ve elektrik veremeyiz” dese de o insanlar o toprakları bırakmamış yıllarca. Orada durakladığımız 10-15 dakika içerisinde idrak edemedik belki ama onlarca insan, yaşamak için gerekli olan en temel ihtiyaçlarından mahrumlar.

Devletimiz kimi zaman dış ülkelere diğer tabiriyle sosyeteye şık gözükebilmek için birçok Afgan ve Iraklı mültecilere, çok eskilerde Balkanlardan buraya göç eden göçmen vatandaşlarımıza konutlar, topraklar bağışlarken, burada; illegal bir yerde Devlet Tarım Arazisi içerisinde, olmamaları gereken bir yerde yaşayan bu vatandaşlarımızı görmezden mi gelmiş acaba?

Dediklerine göre 60 yılın üzerinde aynı yerde yaşıyorlarmış. Başımızı eğecek kadar alçak kapıdan içeri girdiğimizde ayak seslerimiz ile havalanan yüzlerce karasinek önce bizi telaşlandırsa da sonradan varlığımızdan rahatsız olsalar gerek, üç beş tanesi dışında çöl sıcağında başka bir gölgeye konmaya gittiler.

İki tarafı karşılıklı açık bir hol ve sağlı sollu birer odası olan evde kapı yoktu. Buraya ev demek çok zor! Dediğim gibi ne bir kapı, ne bir elektrik düğmesi, ne bir ampul, ne de su akan bir musluğu yok bu barınağın.

Soldaki oda yorgan, battaniye, yastık ve birkaç ev eşyası ile tavana kadar yüklüydü. Sağdaki odada yine 3-4 yaşlarında bir çocuk sıcaktan bayılmış gibi bir halde, üzerinde onlarca sinekten ve ortamdaki seslerden rahatsız olmadan ağzı açık uyuyordu.

Önce, yerde çok yıpranmış kilimler serili olan çocuğun uyuduğu odaya davet edildik. Hem çocuğu rahatsız etmemek hem de giymesi – çıkartması zahmetli olan botlarımızı çıkarmamak için iki tarafı açık hole bir kenara oturduk.

Bizi karşılayan üç erkek kardeşten yaşadıkları bu yeri ve bu yerde hayatın nasıl geçtiği konusunda bilgi aldık. Suları tankerlerle sağlıyorlarmış, geçimlerini de hayvancılıkla.

Etrafımızı meraklı bakışlarıyla saran 6-7 çocuk devamlı itiş kakış halindeler. Motor kullanımı için gerekli ekipmanlarımız biraz teferruatlı. Kask, eldiven, dizlik, bot ve özel montumuz çocukların çok ilgisini çekti. Kendilerine göre çok farklı kıyafetler içerisinde olduğumuzdan dolayı sanırım onların gözünde bir uzaylı kadar yabancıyız.

Bir anda aklımıza bu çocukların okuyup okumadığı geldi. Ücretsiz bir servis her gün doğru dürüst yolu olmayan bu yerden çocukları alıp okullarına götürüp okuldan sonra geri bırakıyormuş. Çocuklar bu sayede Türkçe öğrenmişler. Bu servis imkânı yokken okula gidemeyen erkek çocuklar ise askere gidene kadar toprakları üzerinde yaşadıkları ülkenin resmi dilini bilmezlermiş. Kadınlar ise zaten okumadıkları için, Türkçeyi öğrenebilme imkanları hiç olmamış.

Türkçesi ana-babalarına göre daha düzgün olan birkaç çocuk elimdeki fotoğraf makinesini ilgi ile izliyorlar. İçlerinden ismi Ali olanın boynuna fotoğraf makinesinin askısını takarak susuzluktan ve sıcaktan kupkuru nasırlı elleri ile fotoğraf makinesini nasıl tutacağını ve hangi düğmeye basacağını gösterdim. Belki de hayatında uzun yıllar bir daha yaşayamayacağı bir tecrübe oldu onun için. Fotoğraf makinesi DSLR makine olduğu için ekrandan değil vizörden bakarak zorlukla taşıyabildiği yaklaşık 1.5 kiloluk makine ile çektiği fotoğraflar gerçekten güzeldi. Onun dünyaya bakış açısıyla fotoğrafladık kendimizi.

Çocukların yüzü o kadar temiz ki… Güneş altında kavrulmuş tenleri, kapkara gözleri ve içlerinde bulundukları halin farkında olmaksızın gülebilmeleri içimizi çok burktu.

İsminin Berfin olduğunu öğrendiğimiz 4-5 yaşlarındaki esmer güzeli o kadar derin ve masum bakıyordu ki objektife, birkaç kare fazla çektim onun fotoğraflarını. Henüz okula başlamamış olduğu için Türkçe bilmiyordu. Onun için sarf ettiğimiz güzel sözler onun kulağında anlamsız sesler olarak yankılandı. O yoklukta – çocuk işte – sağdan soldan bulduğu bilezikleri, kolyesi ve tek kulağına taktığı sallanan küpesi ile ileride kim bilir ne güzel ve süslü bir genç kız olacağının sinyallerini veriyordu.

Oradan ayrılırken içimde bir eziklik bir acı kaldı. Hazırlıksız geldiğimiz için elimizde onlara bırakabileceğimiz bir hediyemiz yoktu. Onlar da bu beklentide değillerdi zaten. Bizi tanrı misafiri olarak görüp en mahrem yerlerine, evlerine davet ettiler, çay ikram edeceklerdi ama zaten zor yaşam koşulları içerisindeki bu insanlara ekstra zahmet vermemek için teşekkür edip yanlarından ayrıldık.

Çocukların neşesi ve gözlerindeki güzel bakışların silüeti gece yattığımızda hala aklımızdaydı…"



Ali Çakır junior fotoğrafa meraklı, çocuklarla resmimizi çekiyor. İlk kez eline fotoğraf makinesi aldığı düşünülürse yetenekli de.



Ayrılmadan önce dönüş yolunu öğreniyoruz. Bugün kestirmeyeceğiz.



Yarı arazi yarı yol sürüşü ile asfalta çıkacağız.






Hep özenmiştim şu arka tekere patinaj yaptırmaya. Hazır yumuşak toprağı görünce daldım içine. Bu arada acaba ekili toprak mı diye tereddüt ettik ama içinde bilumum teker izi görünce bu seferliğine daldık.


- Funny bloopers R us

Tek elle bu yolda sürmek zor olsa da Hasan’ı da kadraja sığdırmayı becermişim.


- Click here for funny video clips

Bu çekimden sonra yoldan çıkıp minik tepeleri ve vadicikleri yol dışı kat ederek asfalta ulaştık. Çok keyifliydi. Hopla, zıpla, kıç at, toz at, sarsıl vs ama düşme. Sanırım içimizdeki erkek çocuğun en somut dışa vurumu bu. Dışarıdan nasıl görünüyoruz acaba? Şehirli züppeler oyuncaklarını almış macera peşinde!

Bizim Hasan çok iyi bir doktor. Birçok hepatitliye tanı koydu ve tedavisini başladı. Ben de elimden geldiğince onun emeklerine katkıda bulunmaya çalışıyorum. Gerektiğinde ultrason eşliğinde karaciğer biyopsisi yapıyorum. Sanırım bu yörede de başka yapan yok. Neden yapsınlar ki, para getirmiyor, üstelik az da olsa komplikasyon riski var. Hasan’ın bir buçuk yıldır sürdürdüğü bu çaba neticesinde uzun zamandır takip ettiği benim de karaciğerini şişlediğim ( biyopsi yani) hastalardan biri onurumuza akşam köyde saat altıda kuzu kesip yemek vereceğini söyledi. Biz de tamam dedik. Saat dört buçuk filandı. Köy Kızıltepe’ye 17 km uzaklıktaki Sürekli Köyü. Erken gitmeyelim diye saptık bağ bahçenin arasındaki toprak yollara. Nasılsa yanımızda benim motora monte GPS’de var, karışık ama yolu rahat buluruz diye düşünüyoruz. Bir çoban amcaya yol sorduk. Amcanın boynunda üç yıldır taşıdığını söylediği kocaman mor bir kitle vardı, muhtemelen hemanjiom ya da lenfanjiomdu, sağlık güvencesi olmadığı için doktora gidemiyormuş. Bir şey yapamadık, ileri inceleme lazımdı. Bize yolun “ayna” gibi olduğunu söyledi. Biz de sandık ki birazdan bozuk asfalt başlayacak. Git babam git yol bitmiyor, gps sağa dön diyor sağda yol yok, sağa yol giriyor gps’de sağı gösteren yol yok. Bir de sulama zamanıymış, yolda bazı yerler resmen bataklık olmuş. Hasan hafif motoruyla geçiverdi ama ben saplandım. Üstüm başım çamur oldu. Motordan inip direksiyonu ileri ittiriyorum ama motorda hareket yok, bense çamura gömülüyorum. Kıpırdamak mümkün değil. Neyse Hasan’la bin bir zahmetten sonra kurtardık benim ağır keçiyi. Saat altıya yaklaşırken biz hala Viranşehir – Kızıltepe arasındaki yolun güneyinde kalan uçsuz bucaksız tarlaların arasında çıkış yolu arıyorduk. Bir ara gps yolu algıladı ve bizi yönlendirdi. Tamam dedim artık asfalta çıkar basar gideriz. Gel gör ki gps yolu dümdüz gösterirken aradaki kocaman vadiyi de dümdüz gösteriyor. Geldik vadinin kenarına aşağı baktık. Karşı tepede ulaşmamız gereken köy, arada keçi patikasıyla inilen imkansız bir yol bakışıp duruyoruz. Olmadı, geçemedik. Benzinimiz de bitmek üzere, geri dönüp ana yola çıktık. Yine de geriye dönüp baktığımda bu işin keyfinin aslında bu olduğunu anlıyorum. Amaç o köye ulaşmak olsa da asıl zevk veren şey yollarda olup sonsuz tarlaların yanından geçmek, fıskiyelerin altından geçerken başını eğmek, suyla ıslanmış toprağı koklamak, yolun kenarındakilere özellikle çocuklara selam vermek, traktörlere yanaşıp yol sormak, zamanı konuşmadan paylaşmak, yoldaşını daha çok sevmek, gitmek ve varamamak, varmak istememek. Bunun gibi şeyler işte.



Davet edildiğimiz eve vardığımızda ağalar gibi karşılandık. Yahu yok olmaz filan dememize bakmadılar bir güzel terli kıyafetlerimizi çıkarttılar, ellerimizi ayaklarımız yıkamak için banyoya soktular, ibrikten su döktüler, bıraksak kafamızı sabunlayacaklar küçük çocuklar gibi. Baktım çoraplar ayakkabılar filan gidiyor “Yahu nereye?” filan dedim yıkmaya götürüyorlarmış. “Bırakın biz hallederiz” yok illa yıkanacak. Kapıdan içeri gireceğiz yolumuzun üzerinde duran iki çift ayakkabıyı çekiyorlar kenara. İnsan kendini kötü hissediyor.



Temiz fistanları geçirdiler üzerimize başköşeye buyur ettiler. Bu cömertlik karşısında ezildik. Sonunda fazla kasmadan havaya girdik ama. Eli silahlı fistanlı poşulu ağalar oluverdik. Onlarda pek güldü eğlendi bu halimize.



İnsanın sürekli rahatını düşünen birilerinin etrafta olması aslında o kadar rahatlatıcı bir durum değil. Bağdaş kuruyorsun mesela biri gelip ayakları çekiştiriyor rahat ol uzat ayağını diye. Dedim ya biz çoktan o moda girmiştik zaten, elimize tespihleri alıp sallamaya başlamıştık bile.



Kuzu tandırları lüplettikten sonra bol bol sohbet ettik.



Karaciğerini şişlediğim evin babası ile şişleme taklidi yaparken fotoğraf çektik.



Çay içtik. Dinlendik, insanları tanıdık. Bana fistanı Hasan’a da tespihi hediye ettiler.

Neden sonra bu yörede her zaman ikinci planda olan kadınlar odaya geldiler.



Selamlaştık. Hal hatır sorduk. İzzeti ikramdan memnuniyetimizi dile getirdik.
Yorgun bedenlerimize bunca rahat fazla olacak ki uykumuz geldi fazla uzatmadan eve döndük. Kuzunun intikamı olsa gerek bayılırcasına uyuduk. Pazar günü on bir’de kalktım yataktan. Buraya geldiğimden beri bu kadar uyuduğumu hatırlamıyorum. Kahvaltıda sucuklu yumurta yedik. Bütün günüm evde kitap okuyup aralarda da uyuyarak geçti. Yatağımı da sevdim o gün.

22 Mayıs 2008 Perşembe

ĞURZ


Diğer radyolog arkadaş Mardin’e geçici görevle gittiğinden beri çok sıkı çalışıyorum. Sabah sekiz buçuktan akşam dört buçuk beşe kadar ultrason yapıyorum. Üniversitedeyken “bugün tamı tamına ottuzz beşşş hasta baktım” filan deyip çok yorulduğumuzdan dem vururduk. O zaman için çok fazla bir rakamdı bu. Son birkaç haftadır bu rakam 90-100 civarında geziyor. Aslında bir radyoloğun yanlış yapmamak çin bu kadar çok hasta bakmaması gerekir ama gel de bunu hastalara anlat. Rakamı sınırlarsam kapıda kargaşa çıkacağından ve belki de dayak yiyeceğimden adım gibi eminim. Tüm gün aynı mesafedeki ekrana odaklanan gözler akşam haliyle iflas ediyor, vücut sağlam ama gözler ve beyin bitmiş oluyor. Yine de işten çıktıktan sonra ağır adımlarla beş dakika mesafedeki eve ilerlerken ayaklarım geri geri gidiyor. Daha başka bir şeyler yaşamak biraz nefes almak istiyorum. İşte bu anlarda güzel bir şehirde yaşamanın özlemi sarıyor insanı. Şimdi İzmir’de olsaydım diye düşünüyorum, sahilde oturup güneş batışını izlerken bir de buz gibi bir bira içseydim, arkadaşlarımla sohbet etseydim, bir de yanımda hoş bir hatun olsa tadına doyum olmazdı diyorum. Ya da yürüseydim biraz sahilde, sonra bir yerlerde karnımı doyurup gelene geçene baksaydım Kıbrıs Şehitleri’nde. Ooof of! Ağır adımlarla ilerlerken eve, kadayıfçı Sıtkı Usta’da çay sigara yapan diğer doktor arkadaşlara selam veriyorum. Yanlarına oturmak çekmiyor beni. Onları sevmediğimden değil, Sıtkı Usta’da nefeslenmek için oturduğumda yine Kızıltepe’nin tozlu yollarına ve betonarme apartmanlara baktıkça içimin daha çok sıkılmasına engel olamadığım için selam verip geçiyorum. Bazen belki de zaten yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için kendimi daha çok işe vurup yorasım geliyor. Akşamlara kadar çalışsaydım da bitseydi bu bitmez gün. Benzer bir yanılgıya üniversitedeyken de düşmüştüm. Bir aralar iş sonrasında eve gitmek için hiç acele etmiyor etrafta dolanıp kendime iş çıkarıyor ve kendimi yoruyordum. Sıkıntılarımla ve biraz da kendimle mümkün olduğunca geç yüzleşmenin bir kaçış yoluydu galiba. Zamanla yararsız olduğunu anlamıştım.
Bu hafta arası soluklanmaları için çevrede motorla dolanıp bir yerler ararken Ğurz’u keşfettim. Dil bilgisi derslerinde “ğ” ile başlayan kelime olmadığını öğrenmiştik.



Gidiş yolunda tabelada “Yeşil Ğurz’a hoş geldiniz” yazıyor. Muhtemelen Kürtçe bir kelime, sordum ama anlamını bilen yoktu



Ğurz’a Mardin’le Kızıltepe arasından ayrılan bir kötü asfaltlı bir yolla gidiliyor



Sapaktan girdikten birkaç km sonra yol tepelerin yamaçlarına tırmanıp buradan vadinin güzelliğini ortaya çıkararak ilerliyor.



Yol boyunca kurulmuş küçük otantik yerleşim yerleri görülüyor.



Bu arkadaki köycükte geçen sene Polonyalılar Afganistan’da geçen bir hikaye için film seti kurmuşlar. Ğurz merkez köyüne toplam 12 köy bağlıymış, hepsinin ayrı isimleri var ama Ğurz denince işte buralar algılanıyor.



Köyde pek bir numara yok, asıl numara daha ileride tepede.



Köyden çıkıp yaklaşık 5-6 km daha sürüyorsunuz. Bu sırada vadinin temiz ve serin havasını içinize çekerken derenin üzerindeki köprüden geçiyor, asfalttan geçen hayvanlara çarpmamaya çalışıyor ve meraklı gözlerle sizi izleyen çocuklara selam veriyorsunuz.





Soldaki alabalık çiftliğini geçtikten sonra sağa sapıyor ve karşınıza çıkan ilk patikadan tepelere giden taşlı yola dalıyorsunuz.



Bu yola sapmadan hemen önce toprak zeminde tatlı su motokrosçuluğu yapmak için güzel parkurlar da bulunuyor.


- Watch today’s top amazing videos here
Kros eğlencesinden sonra kaynağa doğru taşlı kayalıklı tam bizim motorlara göre bir parkur başlıyor.




Arabayla gitmek de mümkün ama tercihen reno toros ve muadilleri olmasını öneririm.



Taşların kayaların üzerinden kıç ata ata denge sağlamaya çalışarak geçen on dakikalık, köpek havlamaları ve güzel vadi manzarası eşliğindeki bir yolculuktan sonra nihayet kaynağa varılıyor.



Burası neyse ki henüz şehirliler tarafından pek bilinmeyen ve yolu bozuk bir yer. Kaynak sefamızın hiçbirinde etrafta bizden başka kimse yoktu.



Serin havada şırıl şırıl akan berrak suların kenarına kurulup şöyle bir “durmak”,



Çantadaki soğuk biralardan açıp su kenarına oturmak,



Yörede yetişen tütünden sarıp keyiflenmek, kargaşadan kaçıp huzuru arayan ruhlar için biçilmez kaftan.



Suyun çıktığı gölette türünü bilemediğimiz balıklar var. Sorduğumuz köylüler de “Balıktır” diye cevap verdi.



Biraz kovalaklık yapayım. Ayıptır söylemesi benim fotoğraf makinesi suda da çekim yapabildiğinden (Sanyo Xacti), eh ben de buralarda pek denize gidemediğimden hemen sokuyorum elimi suya. Akvaryum gibi.


- Funny bloopers R us



Güneş dağların arkasında kaybolduğunda sürüleri ile birlikte çobanlar inmeye başlıyor. Köye dönen yol bu pınarın önünden geçiyor.



Çoğunun ayağında Mekap ayakkabılar var. Çocukluğumda ben de giymiştim. Anlamı günümüzde daha farklı olsa da ben de nostaljik bir tarafı kalmıştır bu ayakkabıların. Hatta girişimsel/anjiografi stajımı yaparken ayağıma damlayacak kan revan ve yapşak kontrast maddeleri hesap edip Kemeraltı’na gitmiştim. Ucuz ve sağlam bir pabuç ararken 10 YTL’ye Mekap’ları görünce hemen almıştım. Burunları koyulaşmış kanla lekelenmiş Mekap’larımı görünce kimler ne düşünmüştü kim bilir? Olsundu, rahattı, çocukluğumdandı. Neden sonra Gaziantep’te gezerken fabrikasını da görmüş oldum.



Geçen çoban ağabeylerle kısa sohbetler edip karşılıklı tütünlerimizden ikram ettik. Bira istemediler ama Antep fıstığını geri çevirmediler.



Koyunların geçit töreninden sonra sırayla inekler ve keçiler geçiyor. İnekler keçiler kadar rahat ve meraklı değiller. Gelmeden önce şöyle bir süzüyorlar su kenarında oturan bu garip mahlukları. Güvenli olduğunda karar verdikten sonra bir yandan su içmek bir yandan da sanki bu anı bekliyorlarmış gibi bodof diye durgun sulara mıçmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Şaşkınlık içinde izliyoruz durumu çünkü biliyoruz ki yaklaşık 15 köyün içme ve kullanma suyu arıtma olmaksızın bu kaynaktan sağlanıyor. Meğer sularını yalnızca sabah erken vakitte in cin buralara uğramadan alıyorlarmış.



Susayan çoban ağabeyler de ellerini balıkların yüzdüğü havuzcuğa daldırıp su içiyorlar. Aslında içinde balıklardan mı bitkilerden mi bilmem çok sayıda partikül var ama, belki de lezzetini veren odur.



En eğlencelileri keçiler. Daha doğrusu keçi yavruları, oğlaklar. Çok hareketliler, meraklılar ve çok sevimliler. Eşekten bile güzel gözleri kadife gibi kulakları var.



Ha bir de galiba mariachiyi seviyorlar. Sırayla hepsi gelip yaladı şişeyi.



Akabinde de ellerimizi



Böylesine korkusuz olup yanımızda dizlerini kırıp su içmelerine şaşırdık. Çevremizde şaşkın şaşkın dolanıp, kararsız kalıp sonunda yanımızda bir yere çömelip su içiyorlar. Halbuki havuzcuk boyunca bir çok boş yer var. Çoban hepsinin bir yeri olduğunu her akşam aynı yerden su içtiklerini ve şimdi oralarda biz oturduğumuz için kafalarının karıştığını söyledi. Yer verelim diye kalksak ürkecekler, biz de oturup bu güzellikleri seyrettik. Ben dayanamayıp birini yakalayıp sevdim. Be-e-e-e-eee diye bağırdı ben de bıraktım. Ellerim keçi keçi koktu. Aklıma Nebahat Teyzem geldi. Geçen ay beni ziyarete geldiğinde Dara’da bir oğlağı zor zahmet yakalayıp ellerini hayvana bastıra bastıra sevmişti. Ellerine kokusu sinsin diye. Sonra da uzun uzun ellerini koklamıştı. Meğer çocukken de keçileri pek severmiş, bu kesif koku ona çocukluğunu hatırlatıyormuş.



Bir seferinde de tütünleri sardık ama ateş bulamadık. Çevredeki tarlalardan birine yürüdüm. İki kadın tütün ekiyorlardı, uzakta bir amca da onları izleyip torunları ile oynuyordu. Selam verip çöktüm yanlarına. Çocuklar bana uzaylıymışım gibi bakıyorlardı. Tütünden, Ğurz’dan, evlatlardan ve torunlardan bahsettik. Amca bana çakmağını hediye etti. Buralarda galiba gerçekten insanlar daha cana yakın.
Her seferinde bu pınardan akşam olmadan ayrılalım da karanlığa kalmayalım diyoruz. Olmuyor, olamıyor, insanın buradan ayrılası gelmiyor.

(Bu yazı turistik anlamda geneli pek ilgilendirmiyor aslında. Nefes almak için mutlaka bir yerlerin olduğu/olması gerektiği inancımı desteklerse amacına ulaşmış olur. Ufak şeylerden de mutlu olabilenlere atfolunur.)


Şahane fotoğraflar için kadim dostum Hasan Peksel'e teşekkür ederim. Ekipman şöyleydi: Fotoğraf Makinası: Canon 40D ,
Geniş Açı Objektif: Sigma 10-20 f 1:4-5.6 DC HSM EX,
Tele Objektif: Canon 70-210 f:1/4,
Çanta: Lowepro Micro Trekker 200