22 Mayıs 2008 Perşembe

ĞURZ


Diğer radyolog arkadaş Mardin’e geçici görevle gittiğinden beri çok sıkı çalışıyorum. Sabah sekiz buçuktan akşam dört buçuk beşe kadar ultrason yapıyorum. Üniversitedeyken “bugün tamı tamına ottuzz beşşş hasta baktım” filan deyip çok yorulduğumuzdan dem vururduk. O zaman için çok fazla bir rakamdı bu. Son birkaç haftadır bu rakam 90-100 civarında geziyor. Aslında bir radyoloğun yanlış yapmamak çin bu kadar çok hasta bakmaması gerekir ama gel de bunu hastalara anlat. Rakamı sınırlarsam kapıda kargaşa çıkacağından ve belki de dayak yiyeceğimden adım gibi eminim. Tüm gün aynı mesafedeki ekrana odaklanan gözler akşam haliyle iflas ediyor, vücut sağlam ama gözler ve beyin bitmiş oluyor. Yine de işten çıktıktan sonra ağır adımlarla beş dakika mesafedeki eve ilerlerken ayaklarım geri geri gidiyor. Daha başka bir şeyler yaşamak biraz nefes almak istiyorum. İşte bu anlarda güzel bir şehirde yaşamanın özlemi sarıyor insanı. Şimdi İzmir’de olsaydım diye düşünüyorum, sahilde oturup güneş batışını izlerken bir de buz gibi bir bira içseydim, arkadaşlarımla sohbet etseydim, bir de yanımda hoş bir hatun olsa tadına doyum olmazdı diyorum. Ya da yürüseydim biraz sahilde, sonra bir yerlerde karnımı doyurup gelene geçene baksaydım Kıbrıs Şehitleri’nde. Ooof of! Ağır adımlarla ilerlerken eve, kadayıfçı Sıtkı Usta’da çay sigara yapan diğer doktor arkadaşlara selam veriyorum. Yanlarına oturmak çekmiyor beni. Onları sevmediğimden değil, Sıtkı Usta’da nefeslenmek için oturduğumda yine Kızıltepe’nin tozlu yollarına ve betonarme apartmanlara baktıkça içimin daha çok sıkılmasına engel olamadığım için selam verip geçiyorum. Bazen belki de zaten yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için kendimi daha çok işe vurup yorasım geliyor. Akşamlara kadar çalışsaydım da bitseydi bu bitmez gün. Benzer bir yanılgıya üniversitedeyken de düşmüştüm. Bir aralar iş sonrasında eve gitmek için hiç acele etmiyor etrafta dolanıp kendime iş çıkarıyor ve kendimi yoruyordum. Sıkıntılarımla ve biraz da kendimle mümkün olduğunca geç yüzleşmenin bir kaçış yoluydu galiba. Zamanla yararsız olduğunu anlamıştım.
Bu hafta arası soluklanmaları için çevrede motorla dolanıp bir yerler ararken Ğurz’u keşfettim. Dil bilgisi derslerinde “ğ” ile başlayan kelime olmadığını öğrenmiştik.



Gidiş yolunda tabelada “Yeşil Ğurz’a hoş geldiniz” yazıyor. Muhtemelen Kürtçe bir kelime, sordum ama anlamını bilen yoktu



Ğurz’a Mardin’le Kızıltepe arasından ayrılan bir kötü asfaltlı bir yolla gidiliyor



Sapaktan girdikten birkaç km sonra yol tepelerin yamaçlarına tırmanıp buradan vadinin güzelliğini ortaya çıkararak ilerliyor.



Yol boyunca kurulmuş küçük otantik yerleşim yerleri görülüyor.



Bu arkadaki köycükte geçen sene Polonyalılar Afganistan’da geçen bir hikaye için film seti kurmuşlar. Ğurz merkez köyüne toplam 12 köy bağlıymış, hepsinin ayrı isimleri var ama Ğurz denince işte buralar algılanıyor.



Köyde pek bir numara yok, asıl numara daha ileride tepede.



Köyden çıkıp yaklaşık 5-6 km daha sürüyorsunuz. Bu sırada vadinin temiz ve serin havasını içinize çekerken derenin üzerindeki köprüden geçiyor, asfalttan geçen hayvanlara çarpmamaya çalışıyor ve meraklı gözlerle sizi izleyen çocuklara selam veriyorsunuz.





Soldaki alabalık çiftliğini geçtikten sonra sağa sapıyor ve karşınıza çıkan ilk patikadan tepelere giden taşlı yola dalıyorsunuz.



Bu yola sapmadan hemen önce toprak zeminde tatlı su motokrosçuluğu yapmak için güzel parkurlar da bulunuyor.


- Watch today’s top amazing videos here
Kros eğlencesinden sonra kaynağa doğru taşlı kayalıklı tam bizim motorlara göre bir parkur başlıyor.




Arabayla gitmek de mümkün ama tercihen reno toros ve muadilleri olmasını öneririm.



Taşların kayaların üzerinden kıç ata ata denge sağlamaya çalışarak geçen on dakikalık, köpek havlamaları ve güzel vadi manzarası eşliğindeki bir yolculuktan sonra nihayet kaynağa varılıyor.



Burası neyse ki henüz şehirliler tarafından pek bilinmeyen ve yolu bozuk bir yer. Kaynak sefamızın hiçbirinde etrafta bizden başka kimse yoktu.



Serin havada şırıl şırıl akan berrak suların kenarına kurulup şöyle bir “durmak”,



Çantadaki soğuk biralardan açıp su kenarına oturmak,



Yörede yetişen tütünden sarıp keyiflenmek, kargaşadan kaçıp huzuru arayan ruhlar için biçilmez kaftan.



Suyun çıktığı gölette türünü bilemediğimiz balıklar var. Sorduğumuz köylüler de “Balıktır” diye cevap verdi.



Biraz kovalaklık yapayım. Ayıptır söylemesi benim fotoğraf makinesi suda da çekim yapabildiğinden (Sanyo Xacti), eh ben de buralarda pek denize gidemediğimden hemen sokuyorum elimi suya. Akvaryum gibi.


- Funny bloopers R us



Güneş dağların arkasında kaybolduğunda sürüleri ile birlikte çobanlar inmeye başlıyor. Köye dönen yol bu pınarın önünden geçiyor.



Çoğunun ayağında Mekap ayakkabılar var. Çocukluğumda ben de giymiştim. Anlamı günümüzde daha farklı olsa da ben de nostaljik bir tarafı kalmıştır bu ayakkabıların. Hatta girişimsel/anjiografi stajımı yaparken ayağıma damlayacak kan revan ve yapşak kontrast maddeleri hesap edip Kemeraltı’na gitmiştim. Ucuz ve sağlam bir pabuç ararken 10 YTL’ye Mekap’ları görünce hemen almıştım. Burunları koyulaşmış kanla lekelenmiş Mekap’larımı görünce kimler ne düşünmüştü kim bilir? Olsundu, rahattı, çocukluğumdandı. Neden sonra Gaziantep’te gezerken fabrikasını da görmüş oldum.



Geçen çoban ağabeylerle kısa sohbetler edip karşılıklı tütünlerimizden ikram ettik. Bira istemediler ama Antep fıstığını geri çevirmediler.



Koyunların geçit töreninden sonra sırayla inekler ve keçiler geçiyor. İnekler keçiler kadar rahat ve meraklı değiller. Gelmeden önce şöyle bir süzüyorlar su kenarında oturan bu garip mahlukları. Güvenli olduğunda karar verdikten sonra bir yandan su içmek bir yandan da sanki bu anı bekliyorlarmış gibi bodof diye durgun sulara mıçmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Şaşkınlık içinde izliyoruz durumu çünkü biliyoruz ki yaklaşık 15 köyün içme ve kullanma suyu arıtma olmaksızın bu kaynaktan sağlanıyor. Meğer sularını yalnızca sabah erken vakitte in cin buralara uğramadan alıyorlarmış.



Susayan çoban ağabeyler de ellerini balıkların yüzdüğü havuzcuğa daldırıp su içiyorlar. Aslında içinde balıklardan mı bitkilerden mi bilmem çok sayıda partikül var ama, belki de lezzetini veren odur.



En eğlencelileri keçiler. Daha doğrusu keçi yavruları, oğlaklar. Çok hareketliler, meraklılar ve çok sevimliler. Eşekten bile güzel gözleri kadife gibi kulakları var.



Ha bir de galiba mariachiyi seviyorlar. Sırayla hepsi gelip yaladı şişeyi.



Akabinde de ellerimizi



Böylesine korkusuz olup yanımızda dizlerini kırıp su içmelerine şaşırdık. Çevremizde şaşkın şaşkın dolanıp, kararsız kalıp sonunda yanımızda bir yere çömelip su içiyorlar. Halbuki havuzcuk boyunca bir çok boş yer var. Çoban hepsinin bir yeri olduğunu her akşam aynı yerden su içtiklerini ve şimdi oralarda biz oturduğumuz için kafalarının karıştığını söyledi. Yer verelim diye kalksak ürkecekler, biz de oturup bu güzellikleri seyrettik. Ben dayanamayıp birini yakalayıp sevdim. Be-e-e-e-eee diye bağırdı ben de bıraktım. Ellerim keçi keçi koktu. Aklıma Nebahat Teyzem geldi. Geçen ay beni ziyarete geldiğinde Dara’da bir oğlağı zor zahmet yakalayıp ellerini hayvana bastıra bastıra sevmişti. Ellerine kokusu sinsin diye. Sonra da uzun uzun ellerini koklamıştı. Meğer çocukken de keçileri pek severmiş, bu kesif koku ona çocukluğunu hatırlatıyormuş.



Bir seferinde de tütünleri sardık ama ateş bulamadık. Çevredeki tarlalardan birine yürüdüm. İki kadın tütün ekiyorlardı, uzakta bir amca da onları izleyip torunları ile oynuyordu. Selam verip çöktüm yanlarına. Çocuklar bana uzaylıymışım gibi bakıyorlardı. Tütünden, Ğurz’dan, evlatlardan ve torunlardan bahsettik. Amca bana çakmağını hediye etti. Buralarda galiba gerçekten insanlar daha cana yakın.
Her seferinde bu pınardan akşam olmadan ayrılalım da karanlığa kalmayalım diyoruz. Olmuyor, olamıyor, insanın buradan ayrılası gelmiyor.

(Bu yazı turistik anlamda geneli pek ilgilendirmiyor aslında. Nefes almak için mutlaka bir yerlerin olduğu/olması gerektiği inancımı desteklerse amacına ulaşmış olur. Ufak şeylerden de mutlu olabilenlere atfolunur.)


Şahane fotoğraflar için kadim dostum Hasan Peksel'e teşekkür ederim. Ekipman şöyleydi: Fotoğraf Makinası: Canon 40D ,
Geniş Açı Objektif: Sigma 10-20 f 1:4-5.6 DC HSM EX,
Tele Objektif: Canon 70-210 f:1/4,
Çanta: Lowepro Micro Trekker 200

3 yorum:

ssbb dedi ki...

burnuma keçi kokusu geldi

pinarhanifekara dedi ki...

Sevgili Gökhan,
bu yazın nedense hepsinden farklı ve güzel.
1-fotoğraflar çok güzel (balıkların ve o ufak şelalenin olduğu foto masaüstü olmaya aday)
2- Sıradan bir ''gezelim öğrenelim'' yazısı olmaktan daha fazlası. Bence kendinle ilgili bişeyler katmak da yakışmış.
Eline sağlık....

meral dedi ki...

Bende tezek kokusunu çok severim:))Diğer gezi yazılarındanki muzip,eğlenceli tarzdan farklı ...Doldurulması gereken zamandan sıkılmış,bunalmış, huzuru, akıp giden zamanın özlemini çeken, biraz yalnız bir gezginin yazısı olmuş daha çokk.