25 Nisan 2008 Cuma

19-21 Nisan, Sıra gecesi, Gaziantep, Urfa-Adıyaman-Malatya-Bismil-Elazığ-Ergani-Siverek-Urfa, Toplam 1360 km

Hafta ortalarında bu hafta sonu ne yapsak İskenderun’a mı gitsek derken Urfa’dan Kemal Usta aradı. Uzun soluklu günübirlik bir motor sürüşü planı çıkarmışlar, sağ olsun beni de davet etti. Aramızda bir yanlış anlama olmuş: Ben motor gezisi cumartesi gündoğumunda başlayacak sanmıştım oysa Pazar günüymüş. Dolayısıyla bir gün erken Cuma günü atlayıp Urfa’ya gittim. İyi ki de gitmişim. Yoksa o akşamki sıraya nasıl katılacaktım. Beş yıl önceki gezide de içkili sıra gecesi aramıştık ama bulamamıştık. Şimdi de durum farklı değil. Urfa’da muhtelif yerlerde turistik sıra geceleri yapılmakta ancak benim ilgimi çekmedi hiç. Müzik var ama mikrofon ve kolonlardan çıkıyor, bazılarında masalarda oturuluyor ve tabi alkol yok. Yemek yeyip şarkı türkü söylerken çay içiyorsunuz. Sanki nişan ya da düğün gibi bir havası var. Kemal Usta bu akşam sıramıza sen de gel deyince ilk sorum “İçki serbest mi?” oldu. Serbestmiş, üstelik kanuna ve kemana eşlik edecek vurmalı saz çalan da yokmuş. Pek sevindim doğrusu, nihayet eş dost arasında yapılan, Urfa’lıların katıldığı, turistik olmaktan uzak bir sıraya katılacak, katılmakla da kalmayıp müziğe eşlik edeceğim. Hemen atılıp bir darbuka, bendir ya da tef ne bulursa temin etmesini rica ettim. Telefonla hemen o akşam bize kanun çalacak Semih’i aradı. Darbuka tamamdır.
Kemal’in dükkanı kapatmasını beklerken kapının önünde Apti ve Hasan Ağabey’ler ile sohbet ettik. Hasan Ağabey sessiz sakin ama hayat tecrübeleri uzun uzun dinlenecek biri. Avrupa’yı Vespa ile gezmiş. “Eyfel’in altında yatarken baktım büyük bir grup motorcu geldi” diye hikayeler anlatmaya başlıyor. Torunu olup da hikayelerini masal niyetine dinlemek isterdim. Sadece Avrupa da değil, Suriye’de tabelalar Arapça olduğundan sorun olur mu acaba diye “olmaz” diye araya giriyor, altında İngilizceleri yazıyormuş. Orayı da gezmiş. Kim bilir daha nereler var. Aslında ud çalıyor ama bu gece keman çalacak. Hasan Ağabey insanların dış görünüşüne aldanmamak gerektiğinin somut bir kanıtı.
Kemal’le birlikte yola koyuluyoruz. Gittiğimiz yer Urfa'nın etrafındaki dumanlı dağlardan birinin zirvesinde,Urfa’ya tepeden bakan kem gözlerden uzak küçük bir ev.
Eve tepelerin yamacından ilerleyen daracık kötü bir yoldan gidiliyor. Hafiften kararan havada aşağıda kalan ampulleri izlemek ve bilinmeyen ama tahmin edilene ilerlemek keyifliydi. Yol kenarında ve diğer tepelerin yamaçlarında yüzlerce mağara var.
Mağaraların büyük kısmı ambar ya da ağıl olarak kullanılıyor. Mağara girişine yapılan betonarme duvarlar ile serin ve kapalı mekanlar haline dönüştürülmüş.
Yol bittiğinde biz de son durağa gelmiş oluyoruz. Hep bir elden hazırlıklar başlıyor.
Mangalları tutuşturmak için kullandıkları küçük tüp ve aparatı çok pratikti. Toplam sekiz kilo et almışlar. Biri eti şişlerken diğerleri sofrayı hazırlıyor salataları yapıyor.
Yarım saat sonra yer sofrası hazır.
Önce karınlar doyacak ki boğazlara güç gelsin. Şişlere yumuluyoruz.
Yerde bırak yemeyi oturmaya alışık olmadığımdan kalça eklemlerim kalas gibi. Bir türlü yeteri kadar kıvrılmıyorlar, rahat edemiyorum. Yarım saat geçince kıpırdanmalarım başlıyor, kalkıp gerinmeden olmayacak gibi.
Dayanamayıp karşı duvardaki ceylanlı halının kenarında sırtımı koyacak yer buluyorum. Sofranın etrafında dizilenlerin kimi içki içiyor kimi içmiyor. Birbirlerine karışmıyorlar, isteyen içeceği miktarda içkisini kendisi getiriyor. Yemek yerken bir başkan muhabbetidir döndü ortamda. Başkan ortada oturan pembe gömlekli ağabeymiş. Meğer her sıranın bir başkanı olurmuş, o kişi her sırada sırayla değişirmiş, sıra gecesinin organizasyonundan sorumlu kişi oymuş, sen şu kadar et al, sen domat al vs gibi şeyleri ayarlıyormuş, sırada da ortaya oturuyormuş. Yemekler yendikten sonra çaylar dolduruldu ve müzik başladı. Bundan sonrasında anlatılacak fazla bir şey yok aslında, izlemek daha keyifli olacaktır. Buyrun...


- Funny videos are here

Kanuni Semih, Kemancı Hasan Ağabey ve darbukatör baryam da bendeniz oluyor. Ortada görülen bakır kovanın içinde buzlu su var. Masada ayrıca su şişesi yok, kovaya bardağını daldırıp alıyorsun.


- Funny blooper videos are here

Uzun havaları patlatan kişi Enişte Kemal, aynı zamanda müezzin, içki içmiyor. Kanuni Semih türkü aralarında bir işaret çakıp enişteye bakıyor, kanun kendini rölantiye alıp uzun havayı bekliyor, enişte de anında bir söz yazıp başlıyor çığırmaya.


- Watch the best video clips here

Urfa’ya kadar gidilir de “Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” söylemeden dönülür mü? Dönülmez.
Bahattin Ağabey baktı darbukatörlük yapmaktan rakı içemiyorum, yardım ediyor, bardağın neredeyse yarısını boca ediyor boğazıma ki daha iyi çalayım.
İbrahim Tatlıses’in bazen hem konuşmasını hem de şarkı söylerken garip sesler çıkarması (sssss diyor mesela) hep abartılı olarak görülür ya öyle değilmiş, adam gerçekmiş, sadece bir anlığına Urfa’lı kimliğine bürünüyormuş. Hoş, İbo'nun jestlerini taklit etmeleri de mümkün.


- The best home videos are here

Bu sanat ne menem bir şey! Kanuni Semih bir ara Kürtçe ağıt okudu (kendisi kürt değil). Okurken sağ gözünden bir damla yaş süzüldü yanağına. Sanatı ve gönlü büyük bir adam işte. Çekim esnasında onu çekmemi istemedi ama sonradan bir şey demedi. Umarım yayımlamama kızmaz. Bu göz yaşının reyting kaygısı yok.


- Watch more funny videos here
Gecenin ilerleyen vakitlerinde grubun yarısı gittikten sonra bahçeye açılan terasa çıkıp son demlerimizi yaşadık. Hava serin manzara şahaneydi.

Kimileri “Ulan erkek erkeğe toplanıp şarkı söylenir mi?” dese de benim aklımda güzel hatıralar kaldı. Kemal Usta ile kızların da olacağı bir sıra organize etmek üzere sözleştik. Bu sefer dökme bakır darbuka isterim yalnız. Yoksa çıkmam abi! (Sanatçı kaprisi işte, öhöm köhöm)
Gece ile ilgili başka bir ayrıntıyı da vermeden geçmeyeyim. Kemancı Hasan Ağabey ve ben işi zevk için yaptık. Ama kanuni Semih bu işi profesyonel olarak yapıyor, konserler veriyor vs. O gece bize yaklaşık 4-5 saat kanun çaldı. Merak edip sordum ne verdiniz diye, bir şey vermemişler. Kemal Usta “Bizde hatır çok önemlidir” dedi, hatır için çalmış. Sonradan Semih’i eve bırakırken kendisine çok teşekkür ettim, o da geceden çok keyif aldığını ne zaman istersek katılmak istediğini söyledi. Ne güzel. Muradıma ermenin rahatlığı ile deliksiz uyudum o gece.
Ertesi sabah Pınar, Yeliz ve ben Gaziantep’e gittik. Öğlene doğru hepimizin karnı acıkmıştı. Benim gps bu sefer pek işe yaramadı çünkü “Şu Halil Usta’nın meşhur küşnemesini yiyeceğiz götür bakalım” yazınca cevap veremiyor. Eski tekel binasının yanında deyince insanlar gösteriyor zaten. Bizim mekanı bulmamız yarım saati buldu. En son yakınındaki bir sokağa girip yer sormak üzereydik ki daha camı açmadan adam devam etmemizi işaret etti. Belli ki bu saklı lezzet cennetine gidenlerin sayısı hiç de az değil.
Halil Usta’nın yeri sokak arasında gayet mütevazi girişi olan bir yer. Önündeki açık alanda ücretsiz otoparkı var. Otoparkı var ama sipariş verebileceğiniz bir telefonları yok. İsteyen buraya gelip yiyor. Sadece öğlen 12 ile 14:30 arasında açık.

Duvarlar boydan boya buraya gelen ünlü simalarla çekilmiş et çiğnemekten mesut fotoğraflarla dolu. Ana yemekten önce sahan içinde bir salata geliyor ki akıllara zarar. Yanında neyse ki kaşık var da etlerin öncesinde girişiyoruz salataya. İçinde bizim ayırt edip de çıkardığımız isot, nar ekşisi, sumak, sarımsak, sirke, nane tadları var.

Ama birleşiminden oluşan tat bambaşka bir şey. Sadece bu salatayı yemek için bile gelinebilir. Masaya garsonu çağırıp sordum içinde neler var diye. Adam “İçinde on bir çeşit baharat ve sos var. Burada çalışıyorum ama içindeki baharatların oranını ben bile bilmiyorum” dedi. Bana yalan söylüyor gibi geldi ama neyse. Ardından gelen şişler de çok lezzetli. Bütün etler koyun etiymiş. Buraya has asıl tat küşneme her bir koyunun ensesinden sadece 35 cm uzunlukta çıkan parçadan yapılıyormuş. Tadı nasıl diyeyim, çok et, tam et, taş fırın eti; lafın özü biraz ağır bir tadı var ama lezzetli. Koyun eti gibi ağır kokmuyor.
Etleri götürdükten sonra merkeze stadyumun arkasındaki otoparkta arabayı park ettik. Burada Yeliz bizden ayrıldı. Bir arkadaşı ile buluşup dedikodu yapmayı Gaziantep gezisine tercih etti. Ah şu kızlar! Dedikodu ve alışveriş yasaklansa eminim toplu kadın intiharları olurdu. Demek ki o kadar kötü şeyler değiller.
Stadyumun arkasında Gaziantep müzesi var. Bence gezmeden geçilmemesi gereken bir yer.

Müzeye giderken özürlü bir vatandaşın Honda kinetic modifiyesini gördüm, pek güzel olmuş.

Müzede Zeugma’dan kurtarılan çok sayıda mozaik var. Her biri mitolojik zamanların hikayelerini anlatıyor. Çoğu zamanında ev ya da havuz tabanı olarak kullanılmış. Fırat’ın getirdiği rengarenk taşlar zamanın mozaik ustaları tarafından ince ince işlenerek birer sanat harikasına dönüşmüş. Hala capcanlılar. Müzenin üst katında kazı çalışmalarını ve halen devam etmekte olan tarihi eser talanını anlatan sinevizyon gösterisini izlemeden ayrılmayın. Gördüğüm en güzel Anadolu müzelerinden birisi. Gerek içeriği gerekse temizliği ve organizasyonu çok başarılı.

Müze açık yüreklilikle hazine talancılarının yaptığı yıkımı göstermekten kaçınmıyor. Kırılıp parçalanmış mozaikler de sergileniyor.

Bu Çingene mozaiği Zeugma’nın sembolu. Bu şekilde parçalanmış olarak bulunmuş. Özelliği ise ne yöne giderseniz gidin o insanın içine işleyen şehla gözleriyle size bakıyor olması.

İşte,

İspatı.

Baraj gölünün tarihi hazineleri sular altında bıraktığını bilmek insanın canını acıtıyor. Ülkemizde doğal hayatın ve kültürel mirasın sağlıklı bir envanteri yapılmadığından, Birecik baraj gölünün suları altında kalarak suyun yıkımına uğrayacak ne gibi hazinelere sahip olduğumuzu da bilmiyoruz. Zeugma için iş işten çoktan geçmiş maalesef, buna rağmen yapılan acil kazılarla Gaziantep müzesinin neredeyse tamamını dolduracak eserler çıkarılmış. Vurdumduymazlığımız hala devam etmekte demek ki yakında aynı şey Hasankeyf’in de başına gelecek.
Zeugma ve Gaziantep müzesi aynı zamanda bulunan “bulla” sayısı ile bir rekora sahip. Tam yüz bin bulla var burada.

Bullaların envanter çalışmaları hala devam ediyormuş. Bulla mühür baskısı anlamına geliyor. Yani bir mektup, ferman ya da paketi başka yerlere göndermek gerektiğinde kapatılıp üzerine vurulan özel mühür baskı demek.
Pişmiş topraktan yapılan bu bullalar, üzerindeki tasvirler ile Zeugma’nın diğer antik kentlerle olan ilişkileri, dönemin ekonomik, sosyal ve dini hayatı üzerine bilgiler veriyor. Bulla sayısının bu kadar çok olması eskiden Zeugma’nın Doğu Roma İmparatorluğu’nun sınır kenti olmasına bağlanıyor.

Seksen binlik nüfusu ile Zeugma eskiden dünya’nın en büyük kentlerinden biriymiş. O zamanlar Atina kadar büyükmüş. Şimdinin metropolü olan Londra’dan ise daha büyükmüş.

Mühürler arasından benim en çok hoşuma gideni silindir damgalar oldu. Yanda görülen silindirik taşı pişmiş toprak üzerinde yuvarlayınca yandaki tasvirler ortaya çıkıyor. Çok eğlenceli.

Pınar mühürleri incelerken “Yahu 2000 yıldır bir şey değişmemiş” dedi, “Hala kaşe vuruyoruz her şeye!”. Doğru, her raporumun altına zıbam diye yapıştırıyorum çirkin mekanik kaşemi. Oysa silindirik bir mührüm olsa, üzerine M.C. Escher’den figürler yaptırsam, onu bassam ne kadar şık olurdu.

Müzede değişik dönemlere ait pek çok sikke sergileniyor. Ben ilk defa gördüm yukarıdaki anlatımı. Zaman ilerledikçe ve populasyon arttıkça yükselen enflasyon o dönemde bile varmış. Alınan şeyler de biraz farklı.

Örneğin M.Ö. 5. yy.’da sekiz tetradrahmi = bir inek = bir kölenin birbuçuk yıllık kazancı = 480 lt şarap. Zamanla drahminin alım gücü düşmüş.

Osmanlı dönemine ait paralar da var.

En mütevazi olanları Fatih Sultan Mehmet dönemine ait olanlar.

İkinci bölümde ise daha farklı buluntular var. Mesela bir timsah fosili ve

Mamut kafası. Dara’da taşlarda kabuklu hayvanların fosillerini görüp buraların bir zamanlar deniz olduğunu öğrenmiştik tamam da bu mamut nereden çıktı.

Bunlarda o dönemde kullanılan tıbbi araçlar. Değerli hocam İskender Sayek’in Temel Cerrahi kitabının kapağı gibi.
Müze ve elbette Zeugma anlatmakla bitmez, zaten beni de aşar. İsterseniz daha çok bilgi için şu adresi tıklayıverin: http://www.zeugmaweb.com/ . Zeugma hakkında çok güzel bilgiler yer alıyor. Sadece bilgilerle yetinmeyip çok önemli yorumlar da yapmışlar. Güncel değil ama bilgiler sağlam.
Müzeden çıkmadan önce hemen girişteki Dösim’e şöyle bir girdik. İçerideki ağabey bize Gaziantep haritası ile birlikte yapılabilecek değişik aktiviteler için broşürler verdi. Özellikler harita nefisti, görülebilecek hemen hemen her yer, yöresel yemekler tadacağınız kaliteli lokantalar, oteller vs her şey üzerinde işaretlenmiş. Sanki Gaziantep’te değil de Marmaris’te filan gezeceğiz. Süper organizasyon. Verdikleri broşürler içinde hayvanat bahçesininki de var. Avrupa’nın en büyük ikinci hayvanat bahçesiymiş. Bugün oraya vaktimiz kalmayacak maalesef. Zamanımız kısıtlı olduğundan hızlı bir Gaziantep turu için pergelleri açıyoruz.

Kale’nin yanından geçip eski çarşı yoluna gideceğiz. İki ay kadar önce arkadaşlarımı ziyaret için bir kez daha Gaziantep’e gelmiştim. Özgün ve Umut’un bir de on dört aylık bebişleri olduğundan bol yürüyüşlü geziler yapamayıp kendimizi iki gün boyunca kebaba ve mangala vurmuştuk. O zaman öğrenmiştim ki Anteplilerin herhalde yarısından fazlası pazar günleri hayvanat bahçesine giden uzun yolda mangal yapıyorlar. Uzaktan bakınca yanan binlerce (evet binlerce) mangalın dumanı sanki ormanda yangın varmış gibi görülüyor. Ben hiç bu kadar çok mangalcıyı bir arada görmemiştim. Çok kalabalıktı, üzerine bir de etraftan yükselen zar zar açılmış müzik sesleri de binince benim sinirlerim bozulmuştu. En yakında arkasına subwoofer yerleştirmiş, sesini açmış “Hele hele hele entepli” şarkısına el çırpan gruba gidip benim de hafta sonu kafamı dinlemeye hakkım olduğundan dem vuracaktım ki bu sefer 30 m arkadaki grup halay havası eşliğinde oynamaya başlayınca vazgeçtim. Bunu çevrede oturan arabasında müzik sistemi olan herkes izledi. Duyargaları kapatamayınca da kaçış yoksa zevk alalım bari diye Özgün’le karşılıklı göbek attık. Orada Umut Antep’lilerin gerekirse iş yerlerini kapatıp pazar günleri mutlaka mangal keyfi yaptığını o gün tonlarca et tüketildiğini söylemişti. Sonradan annemleri gezdirmek amaçlı bir pazar günü Antep’e gittiğimde gerçekten de turistik eski çarşı da sadece bir kaç dükkan açıktı, turistler anlamsızca geziniyordu. Boşuna değil galiba Türkiye’nin en zengin mutfağının burada olması, sadece kebap çeşidi 150 civarında. Sabahları bile et (cartlak kebabı) yeniyor. Cartlak çiğerden yapılıyor. Derince bir tencerede tereyağı, kuşbaşı ciğer, domates, biber ve bilumum baharat karıştırılıp dürümlenip afiyetle yeniyor. En güzelleri stadın karşısındaki ara sokaktakiler yapıyor. Sabah için fazla ağır ama denemeden de olmaz, oldukça lezzetli.

Kale yolunun bitimi çarşıya çıkıyor. Burada bol çeşitli dükkan bulmak mümkün. Turistik olarak başı bakırcılar, baharatçılar ve yemeniciler çekiyor. Bakırcılar çarşısında pek çok değişik el yapımı bakır ürünü görmek mümkün.

Bence alınabilecek en güzel ve orijinal hediye ehlikeyifler.

Ben de geçen sene Malatya’da böyle bir şeyin varlığından haberdar oldum. Ortadaki bardaklığın çevresi boş, içine su doldurup buzluğa bu şekilde atılıyor. Can rakı çekince rakıya buz atmadan bardaklık kısmına koyuluyor. Böylece içine buz atıp rakıyı kristalleştirmeden ve rakınız ısınmadan uzun süre içilebiliyor. Süper bir icat. Batıda böyle bir şeyin yaygın olmaması çok ilginç ayrıca. Bir sürü meyhaneye gittim ama hiç ehlikeyif görmedim. Bu işin ticaretine mi girsek ne?

Ehlikeyifler desenine göre fiyatlanıyor. Benim beğendiklerim Mardin’de 20 YTL iken burada aynılarını 10 YTL’ye aldım. Daha ağır işlemeli olanlar 15 YTL. Bir de kalaysız bakırdan yapılan 5 YTL’lik ucuzlar var ama kullanınca yeşeriyorlarmış. Eh artık her yerde de kalaycı olmadığından almamak daha iyi olur.

Bakırcılar sokağının (Elmacı pazarı) aşağısında yemeniciler var. Yemeni astarsız elle dikilen deri ayakkabılara verilen isim. Eskiden insanlar bu ayakkabıları sokakta da kullanıyorlarmış ama şimdi pek mümkün değil gibi.

Yemenici Hayri Usta Truva filminde Brad Pitt dahil bütün oyuncuların dönem ayakkabılarını üretmiş. Brad Pitt’in botunun bir örneği ve imzalı fotoğrafı dükkanda sergileniyor. Truva dışında Hayri Potur (Harry Potter) filmine de yemeni üretmişler.

Yemenilerin özelliği çıplak ayakla giyilebilir ve ayağı kokutmaz olmasıymış. Ben de bir tane aldım evde terlik niyetine kullanıyorum, ayağım üşürse giyiyorum. Henüz koklamadım. Klasik yemeniler dışında hoş tasarımları olan sandaletler ve terliklerde bulmak mümkün.
Bu çarşıdan çıkıp aşağıda tarihi baharatçılar çarşılarına gidiliyor. Bol miktarda baharat, kuruyemiş, meyve ve sebze dolu.

Bana çok ilginç gelmedi. Türkiye’de pek çok ilde görülebilecek manzaralar. Belki menengiç kahvesi alınabilir, o her yerde yok. Kavanozu 5 YTL.

Çarşıyı gezerken çevrenize bakarsanız pek çok tarihi han ve cami görmek mümkün.
Bizim sonraki durağımız birer yorgunluk kahvesi içmek üzere 370 yıllık Tahmis Kahvesi. Tahmis kahve dövülen yer anlamına geliyormuş.

1640 yılında yapılan kahve 1900’lerin başında çıkan bir yangınla yanmış. Feyzullahoğlu Şeyh Mehmet Munip efendi cebinden harcadığı 130 bin kuruşla kahveyi onartmış. Maalesef o zamandan bu yana fazla da bir şey yapılmamış olacak ki içerisi çok bakımsız. Sıvalar dökülmüş, üst katın tabanı eğrilmiş, tepeden çirkin floresanlar sarkıyor. Birilerinin bu kültür mirasına sahip çıkması gerekiyor. İçeride daha çok kağıt ağırlıkta olmak üzere değişik oyunlar oynayan emekli ağabeyler var.
Biz de oturup kahve ısmarlıyoruz. Kahvenin yanında Fethi Sabunsoy’un “Kahvehaneler” isimli fotoğraf albümü de geliyor.

Türkiye’nin farklı şehirlerinden, İran, Irak ve Suriye’den siyah beyaz insan fotoğrafları olan bir albüm. Fotoğraflardaki insan suretleri çok etkileyiciydi. Hep fotoğraflardaki ağabeyler gibi durağan olabilmeyi istemişimdir.

Tahmis kahvesinin hemen yanında Mevlevihane var. Buraya minare altındaki yoldan geçiliyor. Çok temiz bakımlı, kapıda güvenlik görevlilerinin nöbet tutup aynı zamanda bilgilendirdikleri bir yer. İçeriği pek geniş değil. On dakikada gezilebilecek bir yer.

Camekanlar içinde çok sayıda el yazması Kuran’ı Kerim yer alıyor. Mevlevi felsefesini anlatan poster yazılarını hoparlörlerden çalan ney eşliğinde okumak mümkün.

Karşı binada ise eski kilimler sergileniyor.

Girişte de kilimler üzerindeki figürlerin ne anlam ifade ettiğini anlatan posterler var.
Buradan çıkıp birkaç tarihi mekan daha gezdikten sonra karnımızın sesine kulak veriyoruz. Gaziantep’e gelip de Güllüoğlu’nda baklava yemeden gidilir mi? Valla ben gittim, yemeden gittim. Çok üzgünüm, bir an aklımdan çıkmış. Bizim tercihimiz

Yörem Lokantası oldu. Gerek iç gerekse dış dekorasyonu ile şık bir yer. Lezzet açısından salaş esnaf lokantalarını tercih ederim ama yorgunluğun üzerine bu lüks de iyi geldi doğrusu. Yuvarlama çorbası, kuru biber dolması ve Ali Nazik yedik. Hepsi de pek güzeldi. Yuvarlama aynı düğün çorbası gibi, içinde yuvarlak bulgur köfteleri var.

Gaziantep’e gidecekler için söylemeden geçmeyeyim, kebap yemek istiyorsanız İmam Çağdaş’a gidin. Eski pazarların çok yakınında. 120 yıllık geçmişi olan masada lezzet fırtınaları yaşayacağınız bir lokanta. Mevsime göre keme (Halep’ten gelen bir çeşit mantarmış) ya da yenidünya (çekirdekli sarı meyve hani) kebabı gibi farklı lezzetler de denemek mümkün. Tatlıları diğer tatlıcılardan daha pahalı ama bir kereliğine değer.
Bugün iyi dinlenmem gerek. Plana göre yarın sabah 4:30’da kalkıp Kemal Usta’nın dükkanda buluşacağız ve 5:30’da güneş doğumuyla birlikte yola düşeceğiz. Görev bilinciyle Urfa’ya dönüş yolunda arabanın arka koltuğunda sızıyorum.
Buluşmaya ilk giden benim. Çok geçmeden diğerleri de geliyor. 6:00’da dağ yolundan Adıyaman’a doğru yoldayız.

Adıyaman’da kahvaltı niyetine çorba içiyoruz.

Malatya yoluna çıktığımızda aşağıda gayet ılık olan hava rakım arttıkça soğumaya esen rüzgar motorları savurmaya başlıyor.
İlk durağımızda motor üzerindeki herkes o boğazda nasıl savrulduğundan motoru zor toparladığından bahsediyor. Bu şevk kıran bir şey değil aksine zevk veren bir durum. Üzerine bol bol virajlı yollarda ciğerlere çekilen dağ havası da eklenince tadından yenmez oluyor. Bir de tabi grup sürüşünün verdiği keyif var. Motorlar şunlar: Benimki Yamaha XT 660 R 2008 model, Bekir’inki KTM 990 Adventure 2008 model, Özgür’ünkü BMW 1150 GS 2001 model ve Kemal’inki Harley Davidson Sportster 2006 model.

Nadiren durduğumuz sigara ve benzin alma molaları dışında Malatya’ya doğru ilerliyoruz.

Malatya’da Lider Motosiklet’in sahibi Ali Ekber Bey karşılıyor bizi. Fırına vermek üzere bir sürü şey hazırlatmış ama bizim zamanımız yok. Herkes ihtiyacına göre motosiklet malzemeleri alıyor. Ben de güneş gözlüklerinin çerçevelerinin kaskın baskısına dayanamayıp kırılmasından ya da camlarının düşmesinden sıkıldığımdan motor için yapılmış e(p)lastik ve havalı bir gözlük alıyorum.

Ali Ekber Bey alacaklar birikince masasının yanına bir tablo asmış. Başlık “Borcunu ödemeyen değerli müşterilerimiz”. 2001 yılından bu yana hala borcunu ödemeyenler var. İşe yaradı mı diye sorduk, biraz yaradığını söyledi, insanlar utanıp veriyorlarmış.

Usuldendir, başka şehre giden motorcu şehrin dışında karşılanır ve çıkışa kadar birlikte sürülür. Ali Ekber Bey’de Kömürhan Köprüsü’ne kadar bizimle geldi. Baraj gölü kenarında tadımlık Kömürhan kavurması yeyip çay içtik. Açlıktan kazınan karınların sesini biraz olsun bastırdı.

Sonraki durak Bahattin Ağabey’in Bismil’deki köyü. Köprüden yaklaşık 5 km sonra sola yol ayrımı var. Eskiden asfalt olan yol, yol genişletme çalışmaları nedeniyle toz toprak durumda. Yolda derin tekerlek yarıkları var. Bu ana kadar asfalt zeminde süren yolculuk tepelerin arasında ilerleyen bu stabilize yol ile beni keyfin doruklarına taşıyor. Taşımasına taşıyor ama insanı öyle yoruyor ki anlatamam. Bismil’e vardığımızda kendimi çok yorgun hissediyorum. Saat öğlen üç civarında. Sabah altıdan beri yollardayız ve kurt gibi açız. Dikkatler dağılmış. Bütün bunlar birleşince ben de bu motorla ilk kez milli oluyorum ve park ederken motoru sol yana deviriyorum. Bir hasar yok neyse ki. Yemekler daha yeni ocağa konmuş. Organizasyonda sorun var. Eğer beklersek geceye kalacağız. Birer soğuk su içip Elazığ üzerinden Hazar Göl’üne nazır lokantalardan birine oturuyoruz.

Şimdi bu manzaraya karşı birer tek almadan da olmaz ki. Yanında da kavurma ve bol salata.

Üzerimize rehavet çökmeden yola çıkıyoruz. İstikamet Maden, Ergani, Siverek ve Urfa. Ergani’de Özgür ve ben hızlı gidip gruptan ayrılmanın cezasını çekiyoruz. Yanlış yola girip kendimizi küçük bir köyde buluyoruz. Hem zamanı hem de enerjimizi boş yere kaybediyoruz. Yola geri döndüğümüzde diğer ekip elemanlarını bir çeşmenin önünde beklerken buluyoruz. Hava kararmaya başlamış. Bu son mola bundan sonra durmak yok.


Saat akşam yedi. Benim ilk uzun gece sürüşü tecrübem. Kısaca şöyle “Öndeki motorun kırmızı lambasını takip et” çünkü başka bir şey görülmüyor. Akşam 9:15 gibi Kemal Usta’nın yerindeyiz. Kilometre ölçer 699,8 km’yi gösteriyor. İyi tecrübe oldu bana doğrusu. Önemli bir işi sorunsuz bitirmişim gibi huzurlu hissediyorum kendimi, geri döndüğüm için mutluyum. Motora minnet duygularımı sunuyorum gizliden, o da çok yoruldu bugün, hor kullandıysam onu günahlarım affolsun. Yarın ona benzinin en güzelini alacağım, deposunu fulleyeceğim, karnı iyice doysun. Bu hafta sonu 1360 km yol yapmışım, daha ne olsun?