20 Ekim 2009 Salı

İĞNEADA

İĞNEADA




İstanbul’a taşınalı üç ay olmuş. Zaman ne kadar çabuk geçiyor. Geriye baktığımda henüz mükemmeli bulamasam da kısa mesafeli kafa dinleme yerleri arayışımın hala devam ettiğini görüyorum. Her seyahatin başına heyecanla başlıyorum ama hafta sonu ile kısıtlı vakit insanın heyecanını kursağında bırakıyor. Pazar öğlen tam dinlenmeye başlarken dönüş için hazırlıklara başlama zamanı gelip çatınca insanın çocuk gibi mızmızlanası geliyor. Hele ki dönüş yolunun berbat trafiğine takılınca bazen evde pineklemek daha çekici olabiliyor.
Bu kısa seyahatler arasından memnuniyetle döndüğüm ender gezilerden biri İğneada olunca paylaşmaya değer buldum



Kamp kurmak üzere Cuma akşamı alışveriş yapıp motoru yükledim. Cumartesi sabahı erkenden yola çıktım. Neyse ki bu saatte İstanbul’dan çıkmak o kadar zor olmuyor. Otoban sürüşü motora binmeyi özlediğimden olsa gerek keyifli geçti. Otoban çıkışındaki benzinlikte durup dinlendim. Beleş limonatalardan birkaç bardak içtim. Güneydoğu’da da beleş kaçak çay içerdim. Orada yanımda insanlar olur “Nereden, nereye, ne iş yaparsın, bu yolu da yapmadılar gitti vs..”gibi muhabbetlerle benimle birlikte keyfederlerdi. Şimdi yaz sıcağında sıcak kaçak çay yerine soğuk limonatamı yalnız başıma içiyorum. Hoş geldim.



Vize ve Saray üzerinden yola devam ettim. Ayçiçeği tarlalarının arasından keyifle geçtim.



Istranca ormanlarının arasından kıvrılan yollarda tertemiz havada acele etmeden ilerledim. Yola çıkmamın üzerinden 3 saate yakın zaman geçmişti, nihayet kendimi iyi hissetmeye başlamıştım. Yol boyunca uzanan orman o kadar sıktı ki birkaç metre ilerisi bile görünmüyordu.



Dışarıda toprak kokusu, ağaç kokusu, rüzgar sesi ve yeşilin bin bir tonu vardı. Dayanamayıp kaskımı açtım. Birkaç dakika boyunca ormanın kokusunu taşıyan rüzgarın yüzümü yalayan serinliğine kendimi bıraktım. Tabi rüzgar zevkle birlikte börtü böceği de taşıdığından gözüme sinek kaçması gecikmedi.



İğneada’ya vardığımda sorup soruşturarak kamp alanlarının yerlerini öğrendim. Merkeze yakın olanı seçtim. Alana varınca yakındaki göl nedeniyle etrafta çok sinek olduğunu ve geceleri bazen su yılanlarının çadırların altında dolandığını öğrendim. Üstelik çok “aile” bir havası vardı.



Kumsalda çadır kurmak yasaktı ama şansımı denemeye karar verip merkeze yakın olan kumsala sürdüm. Kumsalın göbeğine otel kondurmuşlar. Gidip fiyat sordum geceliğine 70 istedi. Vazgeçip dışarı çıktım. Motora atlayıp ayrılmak üzereyken otelin yakınındaki bisküvi kutularına benzeyen betonarme bungalovları gördüm. Denize yaklaşık 30 metre uzaklıkta, önlerinde de manzarayı engelleyecek hiçbir şey olmayan bungalovu geceliği 20’ye kiraladım.



İçerisi de dışı gibi minyatürdü. İki göçmüş yatak bir kırık pencere bir de kumlu tozluk o kadar. İşin özü çadırdan pek farkı yok. Kokan yastıkların üzerine uyku tulumuyla yatacağım. Yeteri kadar rakıdan sonra hiçbir önemi kalmaz bu ayrıntının.



Bir de pencerenin önüne kumsala nazır sandalye koymamışlar mı? Hemen seviverdim burayı. Biramı kaptığım gibi şezlonga yayıldım.



İlk izlenim olarak şunları sevdim. Birincisi İstanbul’a bu yakınlıkta bir yerin çoktan mahremiyetini yitirmiş olması gerekirdi. Çevreden mangal kokularının ve insan gürültüsünün yükselmesi lazımdı. Olmadı. Dalgaların sesinden ve bu salaş lokantadan beklenmeyecek şekilde arkadan mırıldanan Bob Marley’den başka bir şey yoktu kulaklarımda tınlayan. Gözlerimin önündeyse her birinin eşsiz olduğunu düşündükçe şaşkınlığımı alamadığım birbirinden farklı dalgalar ve iki günlüğüne de olsa doyasıya özgür olduğumu hatırlatan Karadeniz vardı.



İkincisi buraya gelmeden önce kısa bir kumsalı olduğunu düşünmüştüm, oysa gördüm ki başımı her iki yana çevirdiğimde kumsalın sonunu göremiyorum. Şimdi halim yok, dinlenensim var ama bir gün uzun kumsal yürüyüşü yapmak istersem aklıma İğneada yazıldı.



Hiçbir şey yapmadan öylesine uzandım bir süre. Getirdiğim dürbünle geçen gemileri ve martıları izledim. Dalgalarla oynayan insanları seyrettim. Bir ara sızmış olabilirim, hatırlamıyorum.



Karnım acıkınca yanımdaki nevalelerden bir şeyler hazırlayıp bungalovun önündeki sandalyelerden denizi seyrederek karnımı doyurdum.



Akşamüstü yürüyüşe çıktım. Sahil kenarında denize nazır güzel balık lokantaları vardı. Ara sokaklara daldım. İlçe otogarında düğün hazırlıkları yapılıyordu. Demişlerdi ki bana Trakya’da düğünlerde her masaya rakı koyarlarmış, insanlar içip Romen havalarıyla coşarmış. Bu gece eğleneceğim ümidiyle düğünü beklemeye koyuldum.



Bir kamyon kasasına konuşlanmış Romen orkestrasının ses kontrolünü seyrettim. Davulcu sanki eğlence çoktan başlamış gibi eğleniyor davuluyla dans ediyor ilginç hareketler yapıyordu. Fotoğrafını çekmeye başlayınca iyice coştu. Onca fotoğrafından hareketsiz olanı sadece üsttekiydi.



Bir de tabi fotoğraf çektiğimi görünce “Beni çek beni çek!” diye bildikleri bütün dans figürlerini sergileyen minikleri de unutmamak lazım.



Düğün hazırlıklarını bırakıp sahile indim. İşportadan 20 TL’ye mayo aldım. Etrafta bir sürü yabancı vardı. Satıcıya sorunca yabancıların Bulgar olduğunu, burada çoğunun yazlığı bulunduğunu söyledi. Muhabbet sıkılaşınca kendinin de aslında Bulgar olduğunu itiraf etti. Çok şaşırmadım aslında. Bulunduğum nokta Bulgaristan sınırına 12 km uzaklıkta ve Bulgar’ların vize sorunu yok, onlar Avrupa Birliği üyesi.



Romen düğünü ve rakı muhabbeti düşüyle düğüne geri döndüm ama hayallerim suya düştü. Burası da köklü değişimden nasibini almış olsa gerek ki sadece çay ikramı vardı, gelin iyi kıvırsa da türbanlıydı. Onca güzel müzik boşa gitti.



Dans pisti dolmadı bile. Davulcu da deriye öylesine vuruyordu sanki. Başlangıçtaki şevkini kaybetmişti. Eğlenemeyen, müziğe ve dansa katılmayan bir topluluğa çalmak nasıldır bilirim. Birkaç sıkıcı fotoğraf çektikten sonra ayrılmak üzere kalktım. Baktım akşamüzeri fotoğraflarını çektiğim minikler etrafımı sarmış oynuyor resimlerini çekmemi istiyorlar. Kırmadım çektim ama süt içecek havam olmadığımdan vakit kaybetmeden ayrıldım.



Bungalovumun önündeki kumsala serilmiş şezlonglar gel seril bana birlikte yıldızları seyredelim diye çağırıyorlardı. Yeteri kadar yumuşak olmadıklarına kanaat getirip lokantaya oturdum.



Akşam serinliğinde içimi rakıyla ısıtıp kavun karpuzla tatlandırdım. Uykuya dalana kadar Karadeniz’i dinledim.



Ertesi sabah Bulgaristan sınırına gittim. Aslında burası geçiş olan bir sınır değil. Yolun sonunda Anadolu’nun kim bilir neresinden gelmiş mazlum askerin “Buradan ileriye geçiş yok ağabey” dediği yerde yol bitiyor. Tarlaların arasındaki toprak yoldan ilerleyince karşıda Bulgar Köyü görülüyor. Yarım saatlik kulaç mesafesinde.



Daha ileride ise yalnız kalmak, kafa dinlemek ve romantik anlar yaşamak için biçilmiş kaftan sakin bir kumsal var. Ayastafanoz Kampink!



Ara yollarda biraz vakit geçirdikten sonra dönüş için hazırlanmaya geri döndüm.



Düz ve boş yolda göğsüme işlesin diye buranın kokusu hız yapıp rüzgarın cildimi gerdirmesine izin verdim.



Dönüş yolu yine keyifliydi ama keşmekeşe geri dönüşün hüznünün gölgesindeydi.



Üzerine sert rüzgar ve mıcır dökülmüş yollar eklenince dönüş yolunun yarısı motosiklet becerisi testine dönüştü.
Eve vardığımda ne zaman gittim de geri geldim diye düşünüyordum. Bir ay beni idare edecek donanımla yola çıkıp ertesi gün geri dönmek yakışmamıştı. Ne çabuk bitti yahu, daha yeni başlamıştık!







1 Ağustos 2009 Cumartesi

SAROZ KÖMÜR LİMANI



Cumartesi sabahı Zekeriyaköy'de iki hasta baktıktan sonra saat 11:30'da yola koyuldum. Her uzun yol öncesinde olduğu gibi önceki gece uyuyamamıştım ve yorgundum. Yola çıkınca ayıldım ama ilk dik virajda motoru yatırdım. Moralim bozulsa da kısa zamanda toparlandım.



Tekirdağ'da heryerde meşhuuuur olduğu yazan köfteden yedim. Masada görülen herşeye 15 TL ödedim. İnegöl köfteden farkı nedir anlamadım. Bence pahalıydı. "Burası İstanbul olm!" diyerek kendimi avuttum.



Gelibolu'ya yaklaşırken denizi ilk gördüğüm anda keyfim yerine geldi. Neden Ankara'da yaşamadığımı hatırladım (deniz yoktu).



Gelibolu'ya girmeden GPS'in gösterdiği üzere köy yollarına girdim. Ayçiçek tarlalarının arasından ilerlediğim toprak yol olabildiğince ıssız ve keyifliydi. Havayı öyle soludum ki sanki İstanbul şehrine döndüğümde işime yarayacaktı.



Kömür limanına yaklaştıkça denizin manzarası daha da güzelleşti. Ege'nin mavi-laciverti selamladı yeni yolcuyu.



Ön sırada denizin kenarında yer kalmadığından arkada bir yerde çadırımı kurdum. Manzaramda hala denizin olmasıyla avuttum kendimi.



Önceki gece aldığım indirimdeki Jameson viskimden koyup sahile indim. Denize bir metre uzaklıkta yere serilip içkimden bir yudum aldığımda içim güldü.



Etrafı seyretmekten canım sıkılınca gidip ders kitabımı getirdim. Kitap bir süre okunsa da ardından viski galibiyetini alıp üste geçti.



İnat edip tabureye kitap koyup okudum ama okuduklarımı kısa sürede unuttuğumu fark edince inadımdan vazgeçtim.



Zaten güneş de batıyordu. Deniz ne kadar soğuk olsa da zaten üç kadeh devirmiş bünyem için fark etmeyeceğini düşünerek suya atladım.



Atladım ve bunu kaydettim. Sürç-ü lisan ettiysem affola...

14 Mayıs 2009 Perşembe

MOTORLA SURİYE - ÜRDÜN



Son bir buçuk yıldır Suriye sınırına 12 km mesafede yaşıyorum. Yaz başında buralardan ayrılacağım. Muhtemelen uzun yıllar buraya bir daha yolum düşmeyecek. Hal böyle olunca aylar önce bu kadar yakın olup da komşuyu ziyarete gitmeden olmaz diye bir kurt düştü içime. O kurt büyüdü gelişti, gezi böceği oldu beni ısırdı. Artık zehirlenmiştim, geri dönüşü yoktu. Zaman ilerledikçe planlar keskinleşti zaman belirlendi ve yola çıkıldı.



Her uzun yolculuk öncesinde olduğu gibi yine bendeniz haftalar öncesinden başlayan heyecanım ve tez canlılığım neticesinde bir hafta önceden motosikletin bakımlarını ve çantaları hazırlamış yola çıkmayı bekliyordum. Nihayetinde 30 Nisan öğlen iki buçukta işten çıkıp otoparka gittim. Arabada hazır beklemekte olan kıyafetlerimi giydim, çantaları motora yerleştirdim ve yola çıktım.



Daha önce muhtelif defalar girmemeye yeminli olduğum Kızıltepe-Urfa yolunu (yol denebilirse eğer) pas geçip Ceylanpınar üzerinden Urfa’ya oradan da Antep’e 5 saatte ulaştım. Yıllardır bitmek bilmeyen Fırat Viyadük’ü nihayet bitmiş. Artık Urfa ve Antep otobandan çıkmadan bağlanıyor.

Fazla dolanmadan Antep merkezindeki iki yıldızlı Büyük Otel’e gittim. Beni hatırladılar. Birkaç ay önce Tanya buradayken “Hadi Antep’i gezelim” diye yola çıktık. Gece on birde vardığımız şehir merkezinde sırtımızda çantalarla bir saat içinde en az on otel dolandık. Hiçbiri evli değiliz diye bizi almadı. En son canımıza tak etmişti, yatacak dört ya da beş yıldızlı otel bulup parasını verip bu eziyetten kurtulacaktık. Son olarak şunu da deneyelim deyip Büyük Otel’e girdim. İlk sözlerim “Kardeşim ne biçim şehir burası, ayıp vallahi, gecenin bir yarısı kaldık dışarıda millet evlilik cüzdanı diyor. Ayrı yatalım diyoruz ona da izin yok. Ben doktorum, kaçakçı değilim, pezevenk değilim nedir bu muamele. Sen de yer yok diyorsan bana en yakın dört yıldız otelin adresini ver bari” deyince respsiyondaki arkadaş “Sakin ol abi yer var kalırsınız” demişti. Çok rahatlamıştım, bize de iki gün çok iyi davranmışlardı. Sonradan adamlara sorunca aslında otellerin müşteriyi geri çevirme yetkileri olmadığını söylemişlerdi. Ne kadar doğru bilmiyorum. Sonuç itibariyle aramızdaki gönül hesabına 35 TL oda ve kahvaltıya anlaşıp motoru da otelin önüne park edip odaya yerleştim.



Akşam iki ay önce açılan Sahan’a gittim. Eski bir hanı çok şık bir restaurant’a çevirmişler. Yöresel yemekler yanında rakı da olunca hemen kendime masayı kurdum. Karışık meze tabağı, içli köfte, kuru patlıcan ve biber dolması ile 20’lik rakı içtim. Mezelerden muammara ve pazı sarma harikaydı. Hesap 50 TL ödedim. Pek ucuz sayılmaz. Gece yarısı odama çekilip yarı TV yarı kitapla uykuya daldım.
Sabah sekiz buçukta yola çıktım. Bakırcıların arasından sabah serinliği ve sakinliğinde Arnavut kaldırımlar üzerinden acele etmeden tadını çıkara çıkara ilerledim. Kilis yoluna çıktım. Amacım Kilis’ten Suriye’ye geçiş yapmak. Karadeniz türküleri ile çoşarak sınıra ilerledim. Suriye’ye GPS alınmıyor diye bir efsane olduğundan sınıra 10 km kala GPS’i eşyaların içine sakladım.
Dokuz buçuk’ta sınırdaydım. Araçla çıkış yapmanın bedeli 15 TL + yarım saat. Suriye’ye girmek ise o kadar kolay değil. Daha bir hafta önce Suriye Konsolosluğu’nu arayıp sorduğumda vizeye gerek olmadığını bütün kapılardan alındığını söylemişlerdi. İkinci kez teyit etmek istedim aynı cevapları aldım. Bu uygulama kurban bayramından beri devam ediyormuş. Ne var ki sınırdaki Suriyeli görevliler konudan bihaber. İlk girişte vize soran kapı görevlisi vizem olmadığını öğrenince giremezsin dedi. Ankara ile yaptığım görüşmeleri anlatınca beni görevlilerin olduğu binaya sevk etti. Burada evraklarımı alıp derdimi dinleyip yaklaşık 45 dk beklettiler. Sonunda bir adam umursamaz bir tavırla beni çağırıp şişko bir yüzbaşının yanına götürdü. Ona anlattıklarımı (Konsoloslukla görüşmelerimi, doktor olduğumu, motorla turistik geziye çıktığımı vs…) yüzbaşıya iletti. Yüzbaşı adamın sözünü bir yerde kesip elindeki pasaportumu bana doğru fırlattı. Arapça meali defolsun gitsin vize alsın olduğunu sandığım bir takım tükürük saçan cümle savurdu. En son ne zaman böyle hayvan muamelesi gördüğümü hatırlamıyorum. Sinirlerim bozuldu. Bir sürü kaydımı alıp beni geri defettiler.
Tamer Ağabey’i aradım. Onlar da yarın bu kapıdan geçeceklerdi. Planlar alt üst oldu. Moralim çok bozulmuştu. Böyle durumlarda motor kullanmadan önce sakinleşmek gerektiğinden bir kenarda sıkkın vaziyette dinlenmeye başladım. Bu sırada Tamer Ağabey de başkonsolosa ulaşmaya çalışıyordu. Yanıma gelen Türk memurlara durumu anlatınca Antakya Reyhanlı’dan girmemi önerdiler. Başka çarem olmadığından motora atlayıp 145 km ilerideki Reyhanlı Cilvegözü sınır kapısına sürdüm. Dağların arasından bahar havasını içime çekerek geçtiğim bu dolambaçlı yollar moralimi yükseltti. Sınırda çıkış işlemleri 45 dk (+15 TL daha) kadar sürdü. Geçiş sırasında sabah yaşadıklarımı anlattığım görevliler duruma anlam veremediler. Çünkü söylediklerine göre iki ülke arasında yapılan antlaşma gereği Türk vatandaşlarına kapıdan vize vermeleri gerekiyormuş. Üzerine gördüğüm muameleyi de anlatınca sinirlenen bir memur “İşte onlar bizim vatandaşlara böyle hayvan gibi davrandıkları için biz de onlara it gibi davranıyoruz” dedi. Neyse iki saat sonra başka bir ülkeye girişim olmadan ülkemden ikinci kez çıkmış oldum.
Suriye’nin gümrük binası sabahkinden daha büyük ama aynı virane hava hakim. Printer’lar ve bilgisayarlar 15 yıl öncesinin teknolojisi, camekanlar pis, etraf fakirlik ve vurdumduymazlık kokuyor. Binaya girmeden önce Türkçe ya da İngilizce konuşulduğunu düşünmüştüm ama nafile. İçerisi kalabalık ne yapacağımı bilmeden salak salak geziniyorum. Görevliler sorularıma manasız göz ucu bakışlarla cevap veriyor. Neden sonra yardımıma İlhan yetişti. Antakya kökenli Özhan Turizm’in otobüsünde görevliymiş. Türk tarafında yanıma gelip motorla seyahate çıkmamı takdir etmişti. Evraklarımı elimden aldı o banko benim bu banko senin birlikte dolaştık. İşin yürümesi için az da olsa rüşvet vermek gerektiğini söyleyince kabullenip oraya 100 SL(Suriye Lirası) buraya 150 SL sakal bıraktık (100 SL=3.3 TL).
Sıra beklediğimiz bir yerde görevli seccadesini serip namaz kılmaya başladı. Bekleyenler uzun bir kuyruk oldu. Sıramız geldiğinde adam işini yapmaya ve rüşvetini almaya devam etti. İlhan namaz kılıp sonra rüşvet alan memura okkalı bir küfür savurdu.
Vize, triptik ve sigorta işlemleri tamamen iradem dışında İlhan sayesinde bir şekilde ilerleyip bittiğinde binada bir buçuk saat geçirmiştim.
Sınırla Halep arası 45 km. Bir saat sonra Halep trafiğindeydim. Hiç de öyle anlatıldığı gibi insanın üzerine süren, motoru sıkıştıran araçlar yoktu. Aksine motoru ilginç bulup daha fazla bakmak isteyen sürücüler yol veriyorlardı. Bu tutum tüm Suriye turu boyunca devam etti. Bizim büyük şehirlerde motor sürmeye alışkın sürücüler için sorun olmayacak bir deneyim.
Lonely Planet’in internet sayfasından indirdiğim ucuz oteller listesinden Turist Otel’i aramaya başladım. İlk sorduklarım motorlu polis memurları oldu.



Yedi yüz elli cc’lik Honda kullanıyorlar, komik kaskları var, çok yardım severler ama İngilizce bilmiyorlar. Birkaç tanesi oteli bilemeyince yoluma içgüdülerime güvenerek devam edip kendimi merkezden uzak mahallelere dışgütmüş oldum. Aynı polisin önünden ikinci kez geçince bezip kenara çektim. Bezginlikle motordan indiğimi gören esnaf çevremi sarıp motorla ilgilenmeye başladı. Aralarından birinin İngilizce bilmesi sayesinde en azından Baron Otel’in nerede olduğunu öğrendim. Olmadı orada kalacağım. Baron Otel Halep’in en eski otellerinden biri, zamanında Atatürk dâhil pek çok ünlüyü ağırlamış. Esnaf tarifle yetinmeyip arkama çıraklarını oturttu. Çırağın yönlendirmesiyle Baron Otel’i elimle koymuş gibi buldum. Teşekkür edip geri dönmesi için taksi parası vermeye çalıştım ama almadı. Baron’un otoparkına park edip oda bakmaya gittim. Oda varmış ama single olmama rağmen 64 dolar istediler. İndirim de yapmadılar. Başka bir yer bulana kadar motorun parkta kalmasına da izin vermediler. Nahoş hislerle oradan ayrıldım. Motoru kaldırıma park edip karşı köşedeki otele Turist Otel’in yerini sordum. Meğer Baron’un bulunduğu köşeye açılan sokak içindeymiş. Sadece o değil bu sokakta birçok ucuz otel varmış.
Saat akşam beş olmuş, karnım aç ve yorgunum. Turist otelde çift yataklı odayı (başka boş odaları yokmuş) 1000 SL’den (33 TL) tuttum. Biraz pahalı geldi ama daha fazla dolanacak sabrım kalmamıştı.



Motoru park etmem için yakındaki bir garajı önerdiler. Garajda bir aydır yolda olan üç İtalyan motorcuyla tanıştım. Bir Transalp ve iki Africa Twin ile seyahat ediyorlardı. İtalya’dan yola çıkmışlar, kuzey Afrika’yı geçmişler Türkiye üzerinden eve döneceklermiş. Aceleleri yok gibiydi. Sormadım ama bu genç adamların ne iş yaptıklarını şimdi merak ediyorum. Bu kadar boş vakit nereden?



Otele dönüp duş alıp kendime geldim. Otel insanda sanki 1970’lere zaman yolculuğuna çıkmış hissi uyandırıyor. Her şey eski ama bakımlı. Koridorlar tertemiz, sakin ve sessiz. Biraz oturup kafamı dinlemek istedim ama açlıktan midem yapışmıştı.



Dışarı çıkıp gördüğüm ilk fırına gözüm takıldı. İnsanlar ayaküstü bir şeyler atıştırıyorlardı. İçeri girdim rast gele bir şeyleri işaret ettim. Bol baharatlı iki fındık lahmacunu dürüme sarıp verdiler, yanında da ayran. İlaç gibi geldi. Ayrana bayıldım, alıştığımdan daha yoğun, keskin ve hayvansal tadı bakiydi.



Kaleye doğru ilerlerken yolda bir yandan elindeki rehber kitabı okuyan diğer yandan kaybolmuş gibi etrafa bakınan 30’lu yaşlardaki Japon’la tanıştım. Yolda lak lak edip birlikte yakınlardaki camiyi gezdik. Avluya girerken ayakkabıları çıkarmak gerekiyordu. Giriş pabuçlarını giyen çıkaran insan kalabalığı ile doluydu, ekşi ayak kokuyordu.



Açık kadınlara giymeleri için örtüler veriyorlardı. Yabancı yaşlı kadınlar bu durumdan kendilerine eğlence çıkarmışlardı. Siyah ve gri renkli pardösüleri içinde neşeliydiler.



Caponla sohbete devam ederek kaleye çıktık. Kalenin önündeki meydan ana baba günüydü, sanki Halep burada toplanmış. Elimizde fotoğraf makinesini gören çocuklar toplanıp fotoğraflarını çekmemizi istiyorlardı.



Kaleye çıkış kapalı olduğundan çevresini gezinmekle yetindim. Meşhur kapalı çarşı da günlerden Cuma olması nedeniyle kapalıydı. Kalenin karşısındaki kafelerin altındaki küçük çarşı açıktı sadece.



Adam boyunu aşan bakır ibrikler ve mırra cezveleri güzeldi, Türkiye’de bu kadar büyüğünü görmemiştim.



Açık Exchange ofisinden 100 dolar bozdum (=4700 SL). Sınırdaki rüşvetçi memur 4500 veriyordu, iyi ki fazla bozdurmamışım.
Meydanda değişik yiyecekler yapan seyyar satıcılar vardı. Binaların çevresindeki çimlere yayılıp piknik yapan insanlar ve çevrelerindeki çöp yoğunluğu ise Türkiye’yi aratmıyordu.



Kadınların büyük kısmı kara çarşaflıydı. Kiminin gözünü bile görmek mümkün değildi. Bu kadarını beklememiştim doğrusu.



Çevrede gezindikten sonra caponla yollarımızı ayırdık. Hava kararırken otele döndüm. Oteldekilere arak (rakı) içip meze yiyebileceğim meyhane sordum. Beni zengin mi gördüler bilmem Hıristiyan mahallesini işaret ettiler. Gelmeden önce buraların pahalı ve lüks yerler olduğunu okumuştum. Yürüyerek gitmeye karar verdim. Yol üzerinde halkın takıldığı salaş meyhanelerin nerede olduğunu sorsam da herkes aynı yönü gösterdi. İçki olmayan bilumum lokantayı teftiş ettikten sonra sonunda Hıristiyan mahallesinde gayet lüks, garsonları papyonlu ve güzel İngilizce bilen bir lokantaya oturdum.



Küçük şişe arak, meze tabağı ve salata yedim. Muammarayı çok beğenip ekstradan bir tabak daha söyledim. Benimle ilgilenen garson çok sevecen bir amcaydı. Ona da aslında uygun bir soru olmamakla beraber bana halkın gittiği meyhanelerin yerini söylemesini istedim. Bana yine Hıristiyan mahallesindeki lüks yerleri önerdi. Bir ara benim garsonun yanlarında durduğu karşı masadan bana el sallayan iki kişi gördüm. Antep’ten ziyarete gelmişler. Viski içiyorlardı, birazdan kızların olduğu mekanlara “akacaklarmış”. Tipim olmadıklarına kanaat getirip kendilerine iyi eğlenceler diledim. Kitabımı okuyup keyfime baktım. Arak şişesi altı üstü 25 cc ama şişenin sonuna öyle şaş oldum ki sormayın. Beni çarpmaz böyle iki kadeh diyorum, yoruldum bugün herhalde ondan çarptı diyorum, yok, çakır keyfi aşmışım çoktan. Meğer arak denen nanenin alkol derecesi %52 imiş. Hiç belli etmiyor meret, lıkır lıkır da akıyor. Yanında leziz humus ve muammara da olunca içimine doyum olmuyor. Bizim rakılardan daha aromalı ve içimi hafif. Ssbb’nin işini bildiği ortada.
Hesaba 500 SL (=18 TL) ödedim. Dün gece Antep’te benzerine 50 TL vermiştim. Dışarı çıkıp taksi tuttum. Taksiciler Baron Oteli bildiğinden oranın adını verdim. Taksi şoförü Kürtmüş, Kızıltepe’den öğrendiğim kadarıyla çat pat iletişim kurmaya çalıştım. Birkaç km’lik yolculuk 25 SL ( 80 Kuruş) tuttu. Kafam güzeldi 50 verdim. Suriye’de taksiye binmekten korkmak gereksiz çünkü çok ucuz ve konforlu. Yollardaki arabaların neredeyse yarısı da zaten taksiler.
Baron Otelin yanındaki sanayi sitesine benzeyen sokaktan otelime gittim. Sızdım.



Sabah erken uyanıp kahvaltı yapmaya çıktım. Yukarıdaki resimde görülen Baron Otelin önünden cadde boyunca ilerledim. Dükkanlar daha kapalıydı ama sinemalar açıktı.



Bizde de çok eskiden olurdu ya hani, film afişleri hazır fotoğraf baskılardan değil de bizzat suluboyayla resmedilirdi. Sinemaların afişleri de böyleydi, ressamın elinden çıkmış kim olduğunu anlamadığım aktör sanırım Sılvistır Sıtalonne’nin resmiydi. Yanında bilumum sert ağabeyler ve silahların bulunduğu başka resimler de olduğundan ne filmi gösterdikleri belli olmuyordu. Kafayı içeri uzatınca erotik resimler de vardı. Belki de 3 devamlı olanlardandır.
Sinemanın karşısındaki sokakta felafelcinin tabelasını gördüm. Ssbb’den bol bol duyduğum bu nane molla nedir acaba diyerek daldım içeri. Dürümün içine nohut köftesini parçalıyorlar, üzerine sos ve salata koyup dürüyorlar. Suriye’nin fast food’u. Felafel+ayran 75 SL ödedim. Bizde de olsa ne iyi olur. Gariban aç kalmaz vesselam.



Karnımı doyurup yönümü kapalı çarşıya çevirdim. Hazır boş vaktim var hediye işini bitireyim istiyorum.
Yol boyunca herhalde pazara mal taşıyan teyzeler vardı, çuvalları kafalarının üzerinde ustalıkla taşıyorlar, bir yandan trafiğin içinden kıvrılarak geçiyor, bir yandan da esnaftan alışveriş yapıyorlardı, çuval kafada sabit... Aklıma eski filmlerde dans derslerinde kafada kitap taşımaya çalışan batılı kadınlar geldi. Kendimi çarşaflı dans eden kadın fantezisine kaptırdım.



Her ne kadar Suriye’nin Türkiye’den onlarca yıl geriden geldiği söylense de yolların binalara değil, binaların yollara göre yapıldığı göze çarpıyor. Hem çok şık duruyor hem de aşağı gördükleri bu mahalleler ufak da olsa şehir planlaması dersi veriyor.



Kalenin karşısındaki kapıdan kapalı çarşıya girdim. Derler ki kapalı çarşının sokaklarının uzunluğu 10 km’yi bulur. Benim gezim 3 saat sürdü ama eminim alışverişe meraklı bir hanım burada bütün gününü geçirebilir.



Baharatçılar, hediyelik eşya dükkânları, kasaplar, kuyumcular, konfeksiyoncular, halıcılar, ayakkabıcılar ve aklıma gelmeyen pek çok dükkan.





Ben de yakınlarıma hediyelikleri aldıktan dışarı çıktım. Ha bu arada gideceklerin kulaklarına küpe olsun diye söyleyeyim. Söyledikleri fiyatın yarısına alırsanız kazıklandınız demektir. Dörtte biri ya da duruma göre üçte biri normal fiyattır. Hoş söyledikleri baz fiyat bile çoğu zaman Türkiye’den ucuz oluyor.



Ara sokaklardan birinde eski bir okulun avlusuna girdim. İçerideki konferans salonunda Alman aksanlı İngilizce konuşan yaşlı bir adam Halep’in Old City denen eski mahallelerinin orijinal haliyle korunması gerektiğini, göç eden insanların nasıl geri getirilebileceğini ve buranın doğal dokusunun turizmin yozlaştırmasından korunması gerektiğini anlatıyordu. Dinleyiciler arasında değişik milletlerden insanlar vardı.



Dışarı çıkıp Mardin’inkilere benzeyen dar sokaklarda dolaştım.



Karnım acıkınca otelin çevresindeki kebapçılardan birine oturdum. Burada kebapçıların camekânları kasabı andırıyor. Camın önünde etler asılı ama içeride masalar var. Karnımı kebapla doyurup su almak için taze meyve suyu satan yan yana dizili büfelere gittim. Sabah odayı boşaltıp eşyaları depoya bırakmıştım. Bugün otelde yer yokmuş. Yeni bir otel bulmam lazım. Büfede İtalyan motorcularla karşılaşınca bana kendi kaldıkları oteli önerdiler. Eşyalarımı alıp aynı sokaktaki Somar Hotel’e yerleştim. Günlük 800 SL.
Bu arada sabahtan beri Tamer’leri arıyorum ama ulaşamıyorum. Turkcell hiç çekmiyor. Avea ile de sadece anneme ulaşabiliyorum. Dolayısıyla komuta merkezi Annem. Annem de Tamer’i arıyor ama ulaşamıyor. Dün gece iletişim sorunumuz olursa Sheraton’da buluşuruz, olmadı resepsiyonuna not bırakırız diye konuşmuştuk. Öğlen 3’te Sheraton’a gittim, 4’kadar bekledim ama gelen olmadı. Tamer Ağabey’e not yazıp resepsiyona teslim ettim. Nota göre saat 19’da, 21’de ve 23’te uğrayacağım eğer yoklarsa ertesi gün Şam’a yalnız gideceğim yazıyordu. Bulunduğum yeri Şam’da internetten yazacaktım.



Kebabın ve sabahtan beri sokaklarda sürtmenin verdiği yorgunlukla yeni otel odama gidip yattım. 18:30’da annem aradı, Tamer Ağabey’e ulaşmış, Sheraton’un önünde beni bekliyorlarmış. Beş dakikada yanlarına ulaşıp resepsiyona gittim.Resepsiyondaki gerzek kız bizimkilere mesaj yok demiş. Oysa yazdığım mektup zarfı bir metre arkasındaki mesajlar bölümünde duruyordu. Neyse, buluştuk ya olsun.Yorulmuşlardı, birlikte otele döndük. Onlara da yer ayırtmıştım. Burak sabah 5’ten beri yoldaydı. İstanbul’dan motoru trene atmış, Malatya’da indirip Antep’e gelmiş. Burada eşi Seçil ve Tamer ile buluşup Reyhanlı’ya sınıra, oradan da Halep’e gelmiş. Yani 12 saattir yolda zavallı.



Soyunup dökündükten sonra yemek için dün akşamki lokantaya götürdüm onları. İlk günden yerel yemeklerle mideyi bozmak istemediler.



Burak’la Seçil ana yemekle karnını doyurdu. Ben ve Tamer Ağabey de arak ve mezeyle karnımızı bayram ettik. Hıristiyan mahallesinde ufak bir yürüyüşten sonra Burak’la Seçil odalarına çekildi. Biz de meyve suyu büfelerinden nihayet meyhanelerin nerede olduğunu öğrendik.



Meğer kaldığımız otele 100 metreden daha yakın mesafede bir tane varmış. Oturup geç vakte kadar humus, cacık, salata yedik, arak içtik, sohbet ettik. Üzerine de birer bira içtik. Hesap 500 SL geldi (16.5 TL). Burası cennet mi acaba? Türkiye’de kazanıp burada yemek mümkün mü ki?





Arak öyle güzel ve temiz bir içki ki ertesi günün sabahına yorgunluğu sarkmıyor. Yataktan uykumu almış ve dinç uyandım. Eşyaları toplayıp motoru almak üzere garaja gittim. Bizim İtalyan üçlü de bugün Türkiye’ye doğru yola çıkmaya hazırlanıyordu. Benzin fiyatları ve radarları fark etmek üzerine kısa bir sohbet ettik.
Nedense yola hazırlanan motorcu tayfasında ben de dahil olmak üzere tuhaf bir heyecan oluyor. Yola çıkmaya hazırlanan; çantaları takan, zinciri yağlayan, GPS’i yerleştiren vb. aktiviteler içindeki motorcuların kafası yarı dünya işleri yarı trans halinde oluyor. İstediğin kadar akşamdan kalma ol, sabaha karşı yatmış ol, o oteli terk edip uzaklaşma anında beyin motorun başına gelince toparlanmaya, sivrileşmeye başlıyor. İlginçtir sersemce hazırlandığın ve geri dönmeyeceğini bildiğin bu anlarda hiçbir eşyanı unutmuyorsun. Sanırım keyfimi kaçırmayan tek disiplinli aktivite budur.
İtalyanlar bize Şam’da kaldıkları uygun otelin adını ve adresini verdiler. Seyahat öncesi internet çalışmalarımın arasına not ettim.



Taze sıkılmış meyve suyu ve peynirli tost ile kahvaltımızı yapıp yola koyulduk.



Halep’ten çıkmak bir saati aldı. Sürenin uzun olmasına trafiğin yanında yolu bilmemenin de katkısı oluyor. Sıkça durup yoldakilere sormamıza rağmen birkaç km’de olsa yanlış yola girdiğimiz oldu. İşin en can sıkıcı tarafı da yanlış gittiğin yolu hayda bir daha geri dönmek. Hele bir de uzun yol ve esen rüzgar için sıkı giyinmiş olduğundan daimi olarak terlemek de işin cabası.
Çıkıştaki ilk benzincide durup demir atları yemledik. Burada 95 oktan benzin süper olarak anılıyor. Pompaların üzerinde 95 yazıyor. Litresi 40 SL, yani yaklaşık 1,5 TL, bizimkinin yarısı.
Otoban’a çıkıp Hama’ya kadar ara vermeden sürdük. Otoban dediysem bizimkiler gibi değil. Şerit sayısı aynı ama yolun kenarından otobana fırlayan motorlar, insanlar ve traktörler bizim otoban adına alışık olmadığımız manzaralardı. Çevrede de görecek fazla bir şey olmadığından yol sıkıcıydı.



Hama girişinde bir köşe başında 6-7 kişilik BMW ağırlıklı motorcularla karşılaştık. Nasıl oldu bilmiyorum, plakalarını görmedim ama Türk olduklarını anladım ve “Merhaba” dedim. Ankara’dan geliyorlarmış. Bir yerde durmadan direk Akabe’ye ineceklermiş. Durmuş olduğumuz noktada trafiği tıkadığımızdan sözü fazla uzatmadan birbirimize iyi şanslar dileyip ayrıldık. Bu arada bize su değirmenlerinin yerini de tarif etmiş oldular.



Su değirmenlerinin hemen yanına park ettik. Motosikletler her yerde olduğu gibi yerel halkın yoğun ilgisine maruz kaldılar. Yine de çok rahatsız edici değil çünkü genelde motorun yanında fotoğraf çekmekle yetiniyorlar. Üzerine çıkmaya çalışan pek yok.



Asi Nehrinin su seviyesi, kent seviyesinin oldukça altında olduğundan, su ihtiyacını karşılayabilmek için bu "su asansörleri", yani değirmenler inşa edilmiş. Hama Müzesi'ndeki mozaiklere bakılırsa bu koca çarklar M.S. 5. yüzyılda bile varmış. Ancak bugün de var olanları, 13. yüzyılda Eyyubiler tarafından yapılmış. Şu anda 17 tanesi kalan ve şehrin içinden geçen nehrin her iki yakası boyunca yer alan bu çarklar, Memlûklular ve Osmanlılar zamanında ya tamir görmüş, ya da yeniden yapılmışlar. Birkaç tanesi büyük bir gürültüyle gıcırdayarak hala çalışıyor. En büyüklerinden biri olan Noria al-Mamuriyya, şehrin en merkezi yerinde kurulu bir parkın içerisinde; yaklaşık 20m çapında. Ahşaptan yapılmış olan çarkların ortasındaki ahşap miller, taş kaideler üzerinde bulunan -yine- ahşap yataklar üzerinde dönüyorlar. Gece gündüz durmadan çıkardıkları ritmik homurtu insanda bu koca değirmenlerin canlı olduğu sanrısı oluşturuyor.
Hama’nın bir de trajik hikâyesi var. 1982’de Müslüman Kardeşler Örgütü devlete karşı ayaklanınca, 8000 asker bu şehre dalıp talan ediyor, şehir bombalanıyor. Yirmi beş gün süren kuşatmada 20 bin insan ölüyor. Tamer Ağabey internete koyduğu fotoğrafın altına “Acaba bu değirmenlerin sesi onların çığlığı mı?” yazmış.



Değirmenlerin kenarında gazoz içip serinledik. Yakındaki seyyardan 100 SL’ye (3.3 TL) adi güneş gözlüklerinden aldım. Dinlenme faslı bitince Hıms’e doğru yola çıktık. Transalp’lerin benzin deposu küçük olduğundan en yakın benzincide duracaktık ama burada da otobanlar da benzinci yok. Mecburen Hıms şehir merkezine girdik. Sorduğum liseli çocuklar çat pat bir yerler anlatmaya çalıştı ama anlamadım. İleride bizi izleyen kavruk tenli çikolata renkli iyi İngilizce bilen adama derdimi anlatınca birkaç saniye düşünüp “Follow me” dedi ve aracına atladı. Yaklaşık 5–6 km adamı takip edip benzinciye ulaştık. Suudi Arabistan’lıymış ama burada yaşıyormuş, adı da Adnan. Cömertliğine teşekkür edip arkasından el salladık. Atları benzinledikten sonra yandaki bakkaldan atıştırmalık meyve suyu ve tatlı alıp açlığımızı bastırdık. Sonraki durağımız Şam olacak, enerji gerek.



Şam’da tabelalardaki City Center yazısı bitene kadar ilerledik. Şehir merkezine geldiğimize karar verince motorlu polisin yanında park ettik. Tamer’le ben adreslerdeki otelleri bulmak için geldiğimiz yolu yayan yürümeye başladık. Seçil ile Burak da motorları beklediler. Bu bekleyişleri sırasında yine halkın yoğun ilgisine ve standart sorularına maruz kalmışlar.
Bunları şöyle sıralayabiliriz: Kaç yapıyor?, Kaç bin dolar?, Eşeğimi/devemi/motorumu/arabamı versem değişir misin?, Nereden geldiniz?,Müslüman mısınız? vb…



İtalyanların tavsiye ettiği oteli yarım saatlik aramadan sonra ancak bulabildik. Otel çevresindeki Arnavut kaldırımlı sokaklarda çok hoş yerel büfeler ve kafeler vardı ama otelde yer yoktu. Aksi gibi çevresindeki otellerde de yer bulamadık. Motor pantolonuyla kıçımdan ter akarken etraftaki gölgelere yayılmış nargile tüttürüp kahve içen yabancı turistlere gıcık oldum. Mecburen geldiğimiz yol üzerinde gördüğümüz salaş otellerden birine yerleştik. İki kişilik odabaşı 800’e anlaştık (26 TL). Geri dönüp Seçile Burak’ı aldık otele getirdik.
Duş almak için banyonun kapısını açtığımda duş ve tuvaletin yaklaşık bir metrekare bir alanda bir arada olduğunu gördüm. Başımı yıkarken dirseklerim duvara çarpıyordu. Hacet ederken girdiğim sıkıntıları varın siz tahmin edin.



Hazırlanıp dışarı çıktık. Yakınlarda bir yerde kebap, pilav ve kuru fasulye yedik. Hiçbiri bizimkilerden daha lezzetli değildi. Ardından Hamidiye Çarşısına gittik. Çarşı girişindeki panoda Beşar Esad’ın “İ believe in Syria” yazan panosu vardı. Genelde gördüğümüz Beşar Esad resimleri halkı selamlarken çekilmiş buna benzer fotoğraflar. Bazılarında parmakları biraz kıvrık ve yüzü gülmüyor. Bu haliyle Street Fighter’da “Aduuket” diye bağırıp elinden ateş çıkartan dövüşçüye benziyor. Burak’la bu resimleri gördükçe aynı pozu verip “Aduuuket!” diyerek birbirimize ve Esad’a sanal ateş topları fırlattık.



Hamidiye çarşısı karşılıklı dizilmiş dükkânlardan oluşan yaklaşık bir km uzunlukta oldukça düzenli bir çarşı. Alt katta dükkânlar üstte ise depo ya da bürolar var. Çarşıya son hali Sultan II. Abdülhamit'in Şam ziyareti sırasında 19. yy’da verilmiş. Yerel ve yabancı turistlerin en çok bulunduğu yer burası.
Genel olarak kumaşlar, kadın giysileri, çeyizlik, ayakkabı ve turistik hediyelik eşyalar satılıyor. Suriye’nin ucuz olduğunu düşünerek marka arayışına girmek ise boş bir heves olur. Çünkü bulduğunuz markaların tamama yakını düşük fiyatlı olsa da sahte. Ben de trekking ayakkabım yok diye gördüğüm şekli şemali yerinde ve ucuz Nike’lardan birini aldım ama çakma olduğu her halinden belliydi.



Türbancı dükkânın önünde durup yakında biz de bu görüntüleri kanıksarız, hazırlıklı olalım diye iç geçirdik.



Çarşının ortasında el yapımı, bisikletten devşirme bir motosiklet hepimizin ilgisini çekti. Sahibi yakında olsaydı tebrik edecektik.



Çarşının sonu bütün ihtişamıyla Emeviye Camii ile sonlanıyor. Girişte bayanların 50 SL’ye başlıklı pardösü kiralamak zorunlu. Camiye girmeden önce gökyüzüne uzanan roma sütunları ile karşılaşıyorsunuz.



Boşuna değil, bu mekan M.Ö.3000 yıllarından beri bir tapınma mekanı olarak kullanılmış. Başta Arameanlar'ın tanrısı Hadad için yapılmış bir tapınakken, Romalılar zamanında tanrı Jüpiter adına genişletilmiş. Constantin'in Hristiyanlık'ı benimsemesinden sonra mevcut yapı bir bazilikaya dönüştürülmüş.



Müslümanların, M.S. 636 yılında Şam'a girmesi ve sonrasında Şam'ın İslam Dünyası'nın başkenti olmasıyla10 yıl boyunca 1000'den fazla taş ustası ve sanatçının emeği ile yeni cami ortaya çıkarılmış. Duvarları pahalı çiniler, mimberi kıymetli taşlar, tavanı altın kakmalı ahşapla süslenmiş ve tam 600 tane -her biri altından- lamba ile aydınlatılmış. Tabii böyle bir ihtişamın maliyeti de biraz tuzlu olmuş: Tüm Suriye'den toplanan 7 yıllık vergilerin tamamı... Moğollar'ın istilası, depremler ve yangınlardan sonra kalan bugünkü durumu bile göz kamaştırıcı... ( Bilgilere buradan bakabilirsiniz)



İçeride huşu içinde namaz kılan onlarca insan vardı.
Ayrıca Müslümanlar tarafından kıyamete yakın Hz.İsa'nın yeryüzüne ineceği rivayet edilen "ak minare" de bu camiye aitmiş.



Camiden çıkıp cami duvarlarının kenarındaki onlarca turisik eşya satan dükkânlara bakarak arka sokaklara ilerledik. Uygun olan her yerde insanlar çökmüş dinleniyorlardı. Buraya genel bir huzur hakim.



Motorların yan çantalarına yapıştırmak için Suriye bayraklı sticker aldık. İleride turistik objeler satın alan adam Türk olduğumu öğrenince babasının Türk olduğunu söyleyip içeri davet etti. Kasasından 1930’lara ait bir nüfus cüzdanı çıkardı. Cüzdandaki adamın vesikalığından 25-30 yaşlarında olduğunu söyleyebilirim. Doğum yeri İstanbul-Eminönü yazıyordu. Satıcı bana Eminönü’nü anlatmamı istedi. Ben de babasının yaşını sordum. Hiç görmedim dedi. Basit bir hesapla şu anda 110 yaşında filan olmalı. Satıcı da 30 yaşında desek, amcanın 80 yaşında halvet olması gerekiyor. Adamın niyetini anladığımdan dükkandan çıkmaya yeltenince içerideki eşyalara bakmamı, almak zorunda olmadığımı söyledi. Bence hepsi beni dükkanın içine çekmek için bir numaraydı. Uyanık!
Geri dönüp yol üzeri kafelerden birine oturduk. Nargile tüttürdük, kahve içtik. Meşhur masalcı amca da burada sahne alıyor ama biz gelmeden önce gösterisi bitmiş. Arapça anlattığı masal ve hikâyeleri turistler de bir şey anlamamalarına rağmen merakla dinliyorlarmış. İlginin dağıldığını hisseden masalcı sopasıyla aniden önündeki demir levhaya vurup ilgiyi kazanırmış. Kaçırdığıma üzüldüm doğrusu.



Otele dönmeden önce Burak’lar motor için kuzu postu aldılar.



Ardından tatlıcıya girip künefe yedik. Yorgun ama mutlu adımlarla otelin önüne park ettiğimiz motorların yanında sohbet ettikten sonra odalara çekilip saniyeler içinde uykuya daldık.



Sabaha karşı rüzgarın ve yağmurun sesini duymuştum. Kalkıp dışarı bakınca yağmur, pardon gökten çamur yağdığını gördüm. Aslında Kızıltepe’den alışık olduğum bir doğa hadisesiydi.



Böylece motoru da ilk defa bu kadar kirletmiş oldum. İşte şimdi biraz enduro havası oldu sanki.



Kahvaltımızı Suriye’nin bütün merkezi yerlerinde bulunan taze meyve suyu büfelerinde yaptık. Ekibin gerisi peynirli tost tercih etti, ben felafel yedim. Hava kapalıydı, güneş görünmüyordu, yağmur kah çiseliyor kah duruyordu. Şamdan çıkmak için yola koyulduk ama havanın ağırlığı kaybolmaları çekilmez kıldığından taksi tutmaya karar verdik. Taksi bizi Amman yoluna kadar götürdü (100 SL=6,5 TL).



İlk benzinlikte durup lastik basınçlarımızı ayarladık. Bu arada Burak da dün gece sokaktan aldığı koyun postunu seleye yerleştirdi.



Amman’a giden yol uzun olmasa da kuvvetli esen rüzgar sürüşü zorlaştırdı. Hele ki Burak ve Seçil’in motoru arkadan bakıldığında denizde savrulan yelkenli gibi görünüyordu. Ürdün sınırına yaklaştığımızda olay rüzgardan çıkıp kum fırtınasına dönüştü. Belki serin hava alırım diye kaskın vizörünü azıcık açtığımda ağzıma kum doldu. Görüş mesafesi 100 metrenin altındaydı. Yol kenarlarında fırtınadan yıkılmış ağaçlar vardı. Fırtınanın etkisiyle yana yatmış vaziyette yer yer alçalan rüzgar şiddetiyle düzelip sonra tekrar yatarak ilerliyorduk. Suriye çıkışındaki görevli memurların ağızlarında kumdan korunmak için tıbbi maskeler vardı. Biz de Buff’ları ve balaklavaları burnumuza kadar çekili vaziyette gözümüzde güneş gözlükleri ile soygunculara benzesek de sınırdan sorunsuz çıktık.



Ürdün tarafına geçtiğimizde fırtına da hafiflemişti. Baba oğul Esad’ların ülkesinden baba oğul Abdullah’ların ülkesine geçmiş olduk. Burada da bol bol baba oğul resimleri asılıydı. Kimi askeri üniformalı, kimi ceket kravatlı kimi de poşulu fistanlı resimlerdi.
Gümrük binasında bürokrasi daha hızlı ve rüşvetsizdi. Vize sigorta şu bu derken Ürdün’e giriş için 61 Dolar verdim. İşlemler bittiğinde gittiğim tuvalette pisuvarlardan sarkan hortum dikkatimi çekti. Yandaki amcadan gördüğüm kadarıyla (sadece hortumu ha!) işeme sonrası penisi yıkamak için kullanılıyormuş. Bu manzara Ürdün’ün umumi tuvaletleri boyunca devam etti. Son damladan bu kadar rahatsız olurken ıslak penisi dona sokma fikri hoşuma gitmedi. Bildiğim gibi yaptım.
Sınırdan çıkıp Jerash’a doğru yola çıktık. Yol boyunca fırtına yine şiddetlendi demir atlar birer yelkenliye döndü. Bir ara arkadan gelenleri beklemek için yolun kenarında durdum. Ayaklarım yerde olmasına rağmen esen rüzgârın şiddetinden motoru dik tutmakta zorlanıyordum. Sonradan yolun kritiğini yaparken hepimizde de belli bir hızda gitmenin durmaktan ya da yavaş gitmekten daha istikrarlı olduğu konusunda hemfikirdik.



Jerash Ortadoğu’nun en iyi korunmuş ve en büyük antik Roma kenti. Motorları park edip fotoğraf makinelerini kuşandıktan sonra içeri girdik. Bilet kişi başı 8 Dinardı (20YTL).



Bu büyük antik kentin tarihi 6500 yıl öncesine uzanıyormuş. Bizim Efes’i andırıyor biraz. Kolonlarla çevrili yolları, Zeus ve Artemis tapınakları, iki büyük tiyatrosu ile insanın antik dönemi hayal etmesine, içindeymiş gibi hissetmesine olanak veren bir yer.



Etrafta yüzlerce insanın fink atmaması bir sütunun kenarına oturup zaman makinesi fantezisi kurmaya olanak veriyor.



Kazılar hala sürüyormuş. Çok iyi korunması ve büyüklüğü nedeniyle buraya Asya’nın Pompeii’si takma ismini vermişler.



Kapıdan girerken bir İngiliz bilet gişesindeki memurla pazarlık ediyordu. Tekerlekli sandalyesinde oturan 85 yaşındaki annesi için para vermek istemiyordu. Bir saati aşan turumuzun sonunda nineyi girişe yakın tiyatroda sandalyesinde oturmuş müzik yapan Ürdün’lü grubu coşkuyla alkışlarken buldum. Yaşlanmaya fırsatım olursa umarım ben de yaşama sevincimi böyle koruyabilirim. Gidip elini öpseymişim keşke.



Jerash ile Amman arası 50 km. Ön çalışmalarda yazdığım otelin peşine düştüm yine. Yol boyunca durup sorduğumuz herkes iyi derecede İngilizce konuştuğundan şehir merkezini bulmak zor almadı ama aradığımız oteli bulamadık. Onun yerine yine merkezdeki Concord Otel ile anlaştık. İki kişilik odalarda adam başı 10 Dinar (23 TL). Şu ana kaldığımız en lüks odaydı. Resepsiyondaki kadın mükemmel İngilizce konuşuyordu.



Motorları otelin önüne kilitleyip biraz dinlendik.



Bu eski şehir merkezinin geçtiğimiz yollardaki Amman görüntüsüyle hiçbir ilgisi yok. Şehrin çevresi daha lüks ve derli toplu iken burada pek otantik sayılmayacak kötü binalar ve pis sokaklar ön planda. Tek ilginç mimari yapı otelin karşısındaki antik Roma tiyatrosuydu. Bugün Jerash’ta antiğe doyduğumuzdan kimsenin ilgisini çekmedi. Karnımızı doyurmak üzere çarşıya yöneldik. İlginç hiçbir şey yoktu. Tamer Ağabey’le ben felafelciden 1,5 Dinara 2 felafel alıp götürdük. Kesmeyince bir lokanta seçip karnımızı doyurduk. Bir tam tavuk, fasulye, iki çeşit pilav, salata ve yoğurt yedik. Hesap yanlış hatırlamıyorsam dört kişilik bu yemeğin bedeli 15 Dinardı (x2.3 TL)
Sindirelim diye gecenin onunda hala açık olan pazara girdik. Çeşitlilik şaşırtıcıydı. Bizim pazarlarda ne varsa burada da aynısı vardı. Hatta elmaların üzerindeki küçük etikette “Exported from USA” yazıyordu. Ürdün’de Amerikan elmasımı yiyeceğiz diye kesmece karpuz aldık. Adam kesmek istedi ama kestirmedik. Sonradan otelde kabak çıktı.



Suriye’de olduğu gibi caddelerde taze meyve suyu büfeleri vardı. Birinin önünde kasasında şeker kamışları olan bir kamyonet durmuş. Adam da kasadan kamışları birer birer alıp kocaman bir makineden içeri sokuşturuyordu. Ezilen kırılan tahta sesiyle birlikte alttaki musluktan şeker kamışı suyu akıyordu.



İşin en ilginç tarafı ise bu adamın bile İngilizce konuşuyor olmasıydı, aynen pazarcılarda olduğu gibi. Sonradan öğrendiğime göre ilkokul birinci sınıftan itibaren İngilizce dersi görüyorlarmış. Şeker kamışı suyuna gelince, tadı fena değildi ama içtikten sonra insanın ağzında düpedüz tahta tadı kalıyordu. Hijyen konusuna hiç deyinmeyeceğim.



Dolanırken bilgisayar oyunu oynanan bir yer dikkatimizi çekti. Aynen bizim çocukluğumuzda Atari oynadığımız köhne mekânlara benziyordu. Oyunlar da mekânın bu görüntüsünden nasibini almış olacak ki girişteki makinede Pacman vardı.
Otele geri dönüş yolunda Amman merkezinin kısırlığı hepimizde hayal kırıklığına neden olmuştu. Daha otantik bir yer bekliyorduk doğrusu. Ne güzel bir bina, ne otantik bir kafe, ne hoş bir cadde, hiçbir şey yoktu. Yolda üniformalı bir adam kendini tanıtıp arabasıyla yanımıza yaklaştı . Yakınlarda bir yerde itfaiye eriymiş. Ürdün’de ziyaret edebileceğimiz yerleri anlattı. Pek çoğu zaten listemizdeydi. Asıl Amman’da ne yapmak lazım diye sorunca otelin karşısındaki antik Roma tiyatrosunu işaret etti. O an Amman’da bir halt olmadığına kanaat getirdik. Zaten sınırlı vaktimiz vardı, fazla zorlamanın anlamı olmayacaktı.



Arkamızdan ağlamasın diye tiyatroya da şöyle bir göz atıp otele geri döndük.



Tepelere yaslanmış evlerin gece görüntüsü Mardin’i andırıyordu. Mimarileri hariç ama, sadece ampulleri.
Güzel yataklarımıza yerleşip mışıl mışıl uyuduk. Geziye başladığımızdan beri Tamer Ağabey 30 saniye ben de tahminen 3 dakika içinde uyuyoruz. İyi gezip kendimizi yoruyoruz; ama deyiyor hani…



Yanıma kısıtlı sayıda çorap, iç çamaşırı ve tişört aldığım için akşam duş yaparken üstün körü de olsa kıyafetleri yıkıyorum. Tiril tiril olmasalar da en azından berbat kokmuyorlar. Sabahları uyandığımda bazen kıyafetlerin kurumadığını görüyorum. Çözüm olarak ise, ütü derdim olmadığından, en ıslak olanları yan çantaların taşıma elciklerine asıyorum. Böylece yolda rüzgârdan kısa sürede kurumuş oluyorlar.
Bu sabah da aynı üçkağıdı uyguladıktan sonra kahvaltı etmek için felafelciye gittik. Dün gece tanesine 0,50 Dinar ödediğimiz felafellere bu sabah 0,25 ödedik. Bir gecede gelen bu indirim bizim sevindirmekten ziyade yediğimiz turist kazığı vesilesiyle canımızı sıktı. Her şey için pazarlık etmek gerektiğini biliyorduk ama felafel için bile olacağını düşünmemiştik. Sokaktan simit alırken pazarlık yapıyor muyuz?



Biz ayaküstü felafel ve taze sıkılmış meyve suyuyla kahvaltı yaparken çevremizde gezinen polis de yol üzerine park etmemize ses çıkarmadı. Üstelik yakınlarımızda durup araçları bizden uzak tuttu.
Karnımızı doyurduktan sonra Madaba’ya doğru yola koyulduk. Doğru yolu bulmak zor olmadı çünkü sıkışan trafikte yanaşıp sorduğumuz taksi şoförleri de iyi İngilizce biliyorlardı. Yaklaşık bir saat sonra Madaba üzerinden Nebo Dağı’na ulaştık.



Nebo Dağı’nın Hıristiyanlar ve Museviler için kutsal bir önemi var. Musa peygamber yahudilere vaad edilmiş toprakları buradan göstermiş (Deuteronomy 34:1). Bu noktadan açık bir havada Kudüs görülebiliyormuş.



Yukarıdaki resimde vaad edilmiş topraklar görülüyor. Bu dağ ayrıca Musa Peygamber’in son günlerini geçirip öldüğü yermiş.



Dağın yüksekliği 817 metre. Vaad edilmiş toprakların solunda deniz seviyesinin 400 metre altında bulunan Dead Sea, yani Lut Gölü yer alıyor. Bu rakımla eşsiz, yeryüzünde denizden bu kadar aşağıda başka bir göl yok.



Panoramik görünümün olduğu terasta şimdiki isimleriyle beraber kutsal kitaplarda geçen isimleri ile vaad edilmiş toprakların şehirleri belirtilmiş. Çevrede turistik amaçla gezinenlerin yanında hacı olmaya gelenler ve beline urgan bağlamış din adamları da yer alıyor. Ayrıca antik buluntuların bulunduğu bir salonu vardı. Sergilenen mozaikler Antep ve Antakya müzeleri ile karşılaştırıldığında devede kulak kalır. Benim hiç ilgimi çekmedi. Dini duyguları bütün arkadaşlar için tavsiye edilebilir.



Papa II. John Paul 2000 yılında burayı ziyaret ederek bazilika’nın arkasına barışın bir sembolü olarak zeytin ağacı dikmiş. Günümüzde Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında barış sembolü olan bu ağacın işlevsel olduğunu varsayarsak, çaktırmadan Yahudiler ve Müslümanlar için de İncir ağacı diktiği konusunda şüphelerim var.



Kutsal mekândan ayrılıp harika virajlı yollardan karşıda uzanan deniz manzarasına doğru çok keyifli bir sürüş yaptık. Yaklaşık 1200 metre aşağı indik. Yolda yine iki kez polis çevirmesi oldu ve yine sadece nereye gittiğimizi sorup “Welcome Jordan” dediler.



Burada halk plajı olmadığını biliyorduk, mecburen kıyı şeridindeki tesislerden birine girdik. Kişi başı 12 Dinar ödedik. Aslında pahalı ama buraya kadar gelip de Akdeniz’den 8 kat fazla olan suyun kaldırma gücünü denemeden olmazdı.



Adının geldiği yer de ilginç: Bu topraklar Lut Peygamber’in yaşadığı topraklarmış. O zamanlar burada yaşayan insanlar arasında homoseksüellik, hırsızlık ve cinayetler yaygınmış. En sonunda Tanrı bir test daha yapmaya karar verip Lut’un evine parlak adamlar kılığında melekler göndermiş. Bunu duyan halk eve akın edin parlak abilere uygunsuz davranışlarda bulunup Lut’un parlakları kendilerine vermesini istemişler. Bu onların son terbiyesizliği olmuş, Tanrı Cebrail’i göndermiş. Cebrail şehri havaya kaldırıp ters yüz edip sallamış. İnançsızlar ölürken inananlar korunmuş. Denir ki burası işte bu ters yüz edilme yüzünden deniz seviyesinin altında (Kaynak wikipedia). Yani özetle diyor ki, homoseksüel olursan yerin dibine geçersin.



Gölün eğlencesi şu: Suyun kaldırma kuvveti yüksek tuz oranı nedeniyle fazla olunca suya batmak mümkün olmuyor. Sadece su üzerinde duba gibi durabiliyorsunuz. Elleri ayakları dışarı çıkarıp su üzerinde batmadan durabilmek hoş bir deneyim. Öğrendiğin bütün yüzme numaralarının bittiği bu noktada vücut ne tepki vereceğini bilemiyor. Yüz üstü yüzmek imkansız.



Bir süre sonra alışıp şezlongdaymış gibi sırt üstü uzanıp keyif yapmak yolun hediyesi oluyor.



Boş durmak da gerekmez, eş zamanlı olarak Burak’ın yaptığı gibi muz yemek, gazete okumak filan mümkün.
Boşuna Dead Sea dememişler, içinde bakteri ve mantar dışında organizma yaşamıyor. Yani balık ve yosun yok. Üzerinizde ufak da olsa yara varsa tuz dökmüş gibi acıyor. Suyun tadı da çok kötü.



Kıyıda bir adamın kovada sattığı siyah çamurla cilt bakımı yaptıran yabancı turistler vardı. Bense çamura para vermem, maymuna benzemem arkadaş zihniyetiyle bu aktiviteden uzak durdum. Zaten bu güneşte daha fazla kalırsam iki gün sonra aynı renkte olacağıma eminim.



Gölden çıktıktan sonra muhakkak duş almak gerekiyor yoksa tuz cildinizi kalıp gibi kaplayabilir.



Günlerdir yollardayız işte bu havuz sefası tüm yorgunluğun hediyesi gibi oluyor. Arkamızda izlenen kıyılar İsrail’e ait. Kudüs bulunduğumuz noktadan yaklaşık 50 km uzaklıkta. Aslında orayı da göresimiz var ama Suriye pasaportunda İsrail vizesi olanları ülkesine almıyor, yani İsrail’e gidersek dönüşte Suriye’den geçemeyiz.



Birkaç saatlik göl, havuz keyfi ve şezlong mayışmasından sonra yola koyulduk. Sağda Lut Gölü solda kayalık tepeler, kaymak gibi asfalt, keyfimiz yerinde.



Yol üzerindeki köylerden birinin bakkalında bir şeyler içmek için durduk. Çevremize toplanan 10 kadar çocuğun masumluktan uzak tacizkar davranışlarına dayanamayan Burak ve Seçil içeceklerini alıp ilerledi. Tamer Ağabey ve ben kalıp hızlıca soğuk kolalarımızı (Bu arada kola olarak sadece Pepsi vardı. Coca-Cola şirketinde Yahudi ortaklığı olduğu için arap ülkelerinde satılmıyor) içtik ama gözümüz sürekli eşyaların üzerindeydi. Zevkten uzak bir duraksamaydı. Sonunda çocukların elebaşısı olan yanık tenli şişko arkamdan motora tekme vari bir hareket savurdu.



Güzel yolda devam edip rotamızı belirledik. Amacımız bu akşam Petra’da olmak.



İlerde solda büyük bir kanyon gördük ve durduk. Bizim Saklıkent’e benziyordu. Kapıdaki görevli Türk olduğumuzu öğrenince daha bir sevecenleşti. Herkesin bağımlısı olduğu Türk yapımı “Black Man” diye bir diziden bahsetti. Hangisi olduğunu çıkaramadık. Neden sonra mafya silah falan diyince aklımıza Polat Alemdar demek geldi. Dizi Kurtlar Vadisi’ymiş meğer. Ürdün’de de bağımlıları varmış.



Bu kısa muhabbetin hatırına olsa gerek bizden giriş parası almadı. Kısa bir yürüyüşle kanyonun başlangıcına gittik. Merdivenler direk suya iniyordu. İleride güzel bir şelale varmış ama bu kıyafetlerle gidemezdik. Zaten zaman da sınırlıydı. Geri dönüp yola devam ettik. Park yerinde MTV partilerinden fırlamışa benzeyen aşırı havalı sarışın kızlar vardı. Kocaman bir jiple gelmişler. Birisi sigara içerken motorları ve bizi uzun uzun süzdü. Artık imrendiğinden midir yoksa “Deliler bu sıcakta o kıyafetle yanıyordur” diye düşündüğünden midir bilemiyorum. Şahsen beni süzerken “Şu yakışıklının arkasında olsaydım da beni de götürseydi bilinmez diyarlara” dediğini düşünmeyi tercih ettim.



Bir süre sonra Karak tabelasından sola dönüp dağlara doğru tırmanışa geçtik. Bu yol bana Nusaybin Midyat arasındaki yolu anımsattı. Yine virajlarda döne döne, şahane asfalt üzerinde çok keyifli bir sürüş yaşadık.



Karak Kale’si yolun solunda tüm ihtişamıyla “Gel bana!” diye çağırsa da akşamüstü saat 5 olduğundan orayı pas geçtik.
Seyretmekte olduğumuz yol MÖ 5. yy’da Pers imparatoru Darius tarafından yapılmış meşhur Kral yolu. Şimdilerde deve kervanları yerine motorlu araçlara hizmet verse de bol virajları ve içinden geçilen onlarca yerleşim yeriyle çok keyifli bir yol.
Lut Gölü’nün -400’ünden dağların +1600’üne ulaştıkça hava sıcaklığı da belirgin olarak azaldı. Sonunda dayanamayıp Tamer Ağabey’e yaklaştım ve mola vermek istediğimi işaret ettim. Bir süredir aynı soğuktan o da muzdarip olduğundan zevkle kabul etti, bunu başını şevkle sallamasından anladım. Uygun bir bakkal bulmak için köylerin çevresine bakınmaya başladık.



Sonunda üstteki resimde arka fonda görülen derme çatma yapının önünde durduk. Aslında durmadan geçiyorduk ama içeride meyve sularını görünce geri döndük. Yoksa dışarıdan bakkal olduğunu belirten herhangi bir işaret yoktu. Durup şeftali suyu aldım. Dibinde şeftali posası da varmış. Öyle birden pasoları ağzımda hissedince irkildim, “Eyvah Ürdünlü sümüğü de mi yuttuk yoksa” derken ağzımdan tükürdüklerimin şeftali posası olduğunu anlayınca rahatladım. İşte resimde buna gülüyorlar.



Burak’lar genelde arkadan geliyorlardı. Önden biz gittiğimiz için çevreden zombiler gibi motorlara koşan çocuklar bize sadece tuhaf hareketler yapabiliyorlardı, onlar ulaşmadan biz uzaklaşmış oluyorduk. Tabi bu sefer arkadan gelmekte olan Burak ve Seçil’e hazırlıklı olan çocuklar hedefteki motosiklete taş, sopa ve hortum gibi bilumum malzemeyi fırlatmışlar. Neyse ki hiçbiri Burak ve Seçil’e isabet etmemiş. Ayaküstü muhabbette bu davranışın kötü niyetten değil de oyundan kaynaklandığı konusunda hem fikir olduk.



Güneş battığında sağımızda gökyüzünün büründüğü kızıl renkleri izleyerek Petra’ya devam ettik. Bakkal molamızda iyi ki giyinmişiz. Ben içlikler dışında kazak da giydim. Ancak tutuyorlardı. İklimin bu kadar değişmesi şaşırtıcıydı. Öğlen güneşten pişip havuz sefası yaparken şimdi tişört, sıvitşört, kazak, içlik ve montla ancak ısınıyordum.



Akşam 8 olduğunda Petra’ya ulaşmıştık. Üç koldan ayrılıp otel aramaya başladık. Merkeze yaklaştıkça fiyatlar artıyordu. Sonunda Al-Anbat Otel ile iki kişilik oda başına 40 Dinara (92 TL) anlaştık. Bu fiyat ilk başta fazla gelse de açık büfe yemekleri ve saray yavrusu odayı görünce hemen yerleştik. Üstelik otelde her ne kadar bizi ilgilendirmese de sauna, hamam ve havuz vardı. En makbule geçen hizmetleri ise Petra’ya ücretsiz servisti.
Soyunup dökündükten sonra açık büfe yemeklere daldık. Öğlen de yemek yememiştik, üzerine o kadar yol binince kurt gibi acıkmıştık. Bu yemeğin bende en az beş ünite kan yaptığına eminim.



Her yerde olduğu gibi burada da aile boyu iktidarın resimleri tasvir edilmiş. Ne yalan söyleyeyim bu aile Suriye’dekinden daha sevimli ve sempatik. Hep gülümsüyorlar.



Burak’la Seçil odalarına çekildiler. Biz de Tamer Ağabey’le bira avına çıktık. Motorlara atlayıp kısa bir şehir turu attık önce. Marketlerde içki satılmıyordu. Kısa bir hayal kırıklığından sonra Elgee Oteli tarif edip orada içki bulabileceğimizi söylediler. Bu arada içimden sürekli Suriye’den içki getirseymişim diye geçiriyordum. Oteli bulup içeri girince köşede renkli ışılarla aydınlatılmış tuvaletten bozma beşinci sınıf bir Amerikan Bar gözümüze ilişti. İçeride insan değil sinek bile yok. Neyse ki köşedeki buzdolabında bira şişelerini görünce sevindik. Bu sefer uyanıklık edip fiyatını sorduk. Orada içersek 8 siyah torbalarla alıp dışarı götürürsek 5 Dinar. Böylelikle hayatımızdaki en pahalı birayı da almış olduk. Tanesi 11,5 TL, üstelik siyah poşet içinde elimizde.
Otelimize dönüp balkonda Petra’ya karşı Petra marka biralarımızı içtik. Tadı mı? Boktandı.
Aşağıda otoparkta onlarca karavan vardı. İlginçtir çoğu da otelde kalıyordu. O zaman neden karavanla geziyorsun kardeşim diye çıkıştık kendi kendimize. Takip eden günlerde bu kalabalık karavan grubuyla pek çok yerde karşılaştık. Yarın Petra’ya gideceğiz. Biraz heyecanlıyım, gezinin favori yerlerinden biri. Haydi hayrola.


Sabah motorları kontrol için otoparka indiğimizde Hollandalı bir gezgin ile karşılaştık. Birkaç yıl önce karısını kaybettiğinden bu yana başta Afrika olmak üzere geziyormuş. Kirli görünümlü, pantolonunda modadan uzak kocaman bir yırtıkla kendini salmış virane bir hali vardı. Sıcak esprilerle bizimle tanıştı. Üç hafta öncede Petra’da araba çarpmış sağ ayak bileği yaralanmış. Gaza basamadığı için burada iyileşmeyi bekliyormuş. Üstünde yatağı olan Land Rover’ı ile Afrika turundan Hollanda’ya dönmekteymiş. Bize Afrika’nın pek çok ülkesinde kalınacak güzel otellerin ve lokantaların GPS koordinatları ile yardımı dokunacak insanların adres ve telefonlarının bulunduğu yararlı bir liste verdi. Bir de kartvizitini. Kartvizit dediysem bizim anladığımız türden değil. Kendisi yapmış bilgisayarda, vesikalık fotoğrafının arkasına (muhtemelen onu da kendisi çekmiş) iletişim bilgilerinin yazmış. Çok sevimli bir adamdı. Türkiye’den 6 kez geçmiş. Aslında daha fazla gezmek istermiş ama bizde benzin çok pahalı olduğundan birçok araçlı gezgin gibi o da Türkiye’yi en kısa yoldan terk etmenin yoluna bakıyordu. Çapraz geçip Yunanistan’dan çıkacakmış. Bu arada ben yaptığı geziye imrendiğimden benim de böyle kapsamlı bir tur yapmak istediğimden bahsedince “E yap o zaman” dedi. Çalıştığımı söyleyince 6 ay ücretsiz izin almamı önerdi. İnsan hayatında bir kez de olsa böyle bir macera için 6 ayı kendine ayırabilirdi. Aklıma yattı ama demek ben de o höt olmadığından tabi ki yapmadım.



Otelin Petra’ya servisi olduğundan motorları almadık. Motoru almayı düşünen şapşal kafam şapkayı almayı ve güneş kremi sürmeyi akıl edemeyince serin başlayan yürüyüş akşama tavuk gibi kızarmış cilt ile sonuçlandı. Neyse ki tavsiyeler üzerine 3 şişe büyük su aldık da içeride kazıklanmaktan kurtulduk.



Petra’ya giriş ucuz değil. Günlük 21, üç günlük 36 JD (x 2.3 TL). Gerek gitmeden önce yaptığımız ön çalışmalarda gerekse tanıştıklarımızla sohbetlerde bir günün yetmeyeceği söylenmişti ama bize yetti. Zaten ilk görüşte başlayan şaşkınlık ve hayranlık benzer yapılardan onlarca görmeye başlayınca aynı etkiyi yaratmıyor. Arkeolog değilsen bir gün yeter de artar bile.



Yukarıda resmi görülen bendeniz Petra ile ilgili biraz bilgi vereyim (Tabelaya bakıp yanılma olmasın bilgiler tabelanın işaret ettiği istikametten değil Wikipedia’dan alıntı)



Petra MÖ 100. yıllarda Nebatilerin başkentiymiş. Kayaların kesilmesiyle yapılmış kocaman bir şehir. Dünya’nın yeni yedi harikası içinde sayılıyor. Bin sekiz yüzlerin başına kadar batı dünyasının bihaber olduğu şehri İsveçli kaşif Johann Ludwig Burckhardt keşfetmiş. 1985’te UNESCO tarafından dünya mirası olarak kabul edilmiş.



Kayaların arasından ilerleyen bu yarlar eskiden önemli bir ticaret rotasıymış. Batıda Gazze, kuzeyde Şam, güneyde Akabe ve doğuda İran’ı birbirine bağlıyormuş. Hakkında fazla tarihi bilgi olmayan Nebati’lerin işte bu yollardan geçen kervanlardan aldıkları haraçlarla var oldukları düşünülüyor.



Nebatiler çölün ortasındaki bu coğrafyada çok sayıda suyolu yaparak suyu kontrol altına almışlar ve şehri sel götürmesini engellemişler.



Girişte Siq denen yar 3-4 metre darlığa ulaşan yarıklardan ilerleyerek şehrin merkezine ulaşılıyor. Bu yürüyüş biraz Fethiye Saklıkent’i hatırlatıyor.



Kimisi eşek ya da at arabası ile konforlu seyahati tercih etse de bence çok gereksiz.



MS 100 civarlarında Roma hâkimiyetine giren şehirde kayalara oyulmuş yapıların önüne Helenistik dönem etkisiyle sütunlar dikilmeye başlanmış ve Roma her yere olduğu gibi buraya da sonsuza kadar imzasını atmış olmuş.



Yukarıdaki resme aşina olanlar için Indiana Jones 3’ün son sahnelerinin burada çekildiği bilgisini vereyim. Filme bu kapıdan girip içerilerde aksiyona devam ediyorlardı. Ben de içerde kim bilir neler vardır diye girdim ama boşmuş.



Büyükçe bir salon kadar oda varmış. Hayallerimde ki iç mekan filmin stüdyosundan ibaretmiş. Sadece bu filmde değil ek olarak Passion in the Desert, Mortal Kombat: Annihilation, Sinbad and the Eye of the Tiger, the Sisters of Mercy muzik videosu "Dominion" ve Transformers: Revenge of the Fallen isimli filmlerde de gösterilmiş bu ihtişamlı eserler.



Yukarıdaki amcayı koymuşlar şekil olsun diye. Boş salonun başında nöbet bekliyordu.



Tabi Romalılar gelince ilerleyen yüzyıllarda kayalardaki pek çok yapı da kiliseye dönüştürülmüş. Olağan olarak en etkileyici yapılar da bunlar zaten.



Etrafta “Taksi, taksi” diye gezen çok sayıda develi, eşekli ve atlı adam var. Yaşlı değilseniz gerek yok. Binecekseniz de pazarlık etmeyi sakın unutmayın.



Akşamüstüne kadar bu koca antik yerleşimi bitireceğiz diye görsel doygunlukla yetindik. Ara sıra yabancı turistlere yapıların tarihini anlatan rehberlere yanaşıp beleş bilgi de almadık değil. Şu anda hiçbirini hatırlamıyorum. Bahse varım o anda dinleyenler de hatırlamıyordur.



Şahsen geniş açılı objektifle bol bol fotoğraf çekmekle ilgilendim.



Hediyelik eşyalardan en çok değişik renkli kumla cam vazo içinde yaptıkları develi ve çöl manzaralı şişeler hoşuma gitti. Burada pahalı olacağını düşünerek almadım.



Öğlen olmuştu ve tenimde kızarmayla birlikte hafif bir sızı başlamıştı. Ben esmerim bana bir şey olmaz yanılgısıyla yoluma devam ettim.



Develerse tepedeki yakıcı güneşe aldırmadan öylece oturuyorlardı.



Taksilerden eşek de çoktu. Kuyruklarının altına bağladıkları eşek tangalarının rahatsız edici olduğunu düşünmeden edemedim. Tanga dediğin ince olur, bu çok kalın ve gergin! Üstelik hiç seksi değil!



Öğlene yaklaşırken Roma Tiyatrosuna varmıştık. İyi korunmuş bir tiyatro. Çevresindeki kayaların kırmızının değişik tonlarıyla oluşturduğu katmanlı duvarlar etkileyici.



Biraz ileride hoş mizansenler oluşturmuşlar. Kayalara oturmuş kaval benzeri bir çalgı öttüren adam,



Yerde çomak oynayan adamlar,



Atkuyruğunun bir tek telinden yapılmış garip bir saz eşliğinde şarkı söyleyen adam, onun yanında kılıçlı bir asker, yemek yapanlar, kılıç dövenler vs… Çakma da olsa hoş bir tiyatral gösteri, verdiğimiz 21JD’yi düşününce olacak tabi.



Yolun sağındaki yamaçta güzel bir kilise vardı. Oraya tırmanmak için yola çıktık. Kayaların yapısı biraz önce söylediğim katmanlı görünümü çok iyi yansıtıyordu.



Kilisenin tavanı sanki özel olarak böyle boyanmış gibiydi.



Dışı bildiğimiz sütunlar, hediyelik eşya satıcıları vs…



Birine yanaşıp sorduk bu paralar antik değil diye, “Değil tabi Türkiye’den geliyor” dedi. Bizimkiler buraya bile el atmış. Yıllarca yurtdışına tarihi eser kaçıranlar işler kesat gidince çakma tarihi eser işine girmiş olmalı.



Aşağı inerken yol üzerinde hediyelik “taş” satmaya çalışan anne ve çocuklarla karşılaştık. Biz eşeklere pek aşina değildik ama iki yaşındaki bebek üzerinde ana kucağı kadar rahattı. Yok yere elindeki sopayla eşeğin boynunu dürtüyordu. Eşek de çocuktur işte diye sesini çıkarmıyordu zavallı.



Aşağıda yine Roma sütunları, büyük taşlı kaldırımlar ve kilise harabeleri arasından ilerledik.



Bu alanda taksiler (eşek, at ve develer) park etmiş müşteri bekliyorlardı.



Bazı taksilerin sibopları meme yaptığından yığılıp kalmışlardı.



Taksiye (deveye) yanaşıp sibop meme filan deyince “Hığaarghhh!” dedi.



Sekiz yüz basamaklı merdivenlerden tepedeki tapınağa gitmek üzere yol çıktık. Öğlen sıcağı feci yakıyordu. Ufak da olsa bir gölge bulunca kendimi serdim hemen yere. Bu arada önümden geçmekte olan 70 yaşlarındaki teyze yavaş ama emin adımlarla yukarı tırmanmaktaydı. Gıptayla seyrettik. Bazıları tırmanmamak için eşek tutmuştu.



Yolda çatlamış bir eşekle karşılaştık. Hareketsiz yatıyordu. Şişko bir turist hayvanı telef edince burada bırakıp gitmişler herhalde.



Bazı gezi notlarında hiç kasmayın eşek kiralayın yazıyordu ama bence gerek yok. Fazla zorlamadan yarım saatlik bir merdiven tırmanışıyla yukarı çıkmak mümkün. Hele ki genç yaşta eşekle çıkıp da 80’liklerin yanınızda batonlarıyla yürüdüklerini görürseniz yerin dibine geçersiniz. Gerek yok.





Aslında pek çok yer görmüştük, Petra’nın havasını solumuştuk. Yukarıda bu eziyete değecek bir şeyler olmalıydı.



Derken bu manzaranın önünde soluklanmak bizi kendimize getirdi. Tam karşısında da soğuk bir şeyler içilebilecek kafeler ve hediyelik eşya satan dükkânlar vardı. Sedirlere yayılıp bu görkemli yapıyı seyreylemek merdivenleri unutturuyor.



Çevrede biraz dolandıktan sonra yolun devamına yürüdüm. Dünya’nın sonunun manzarasına doğru…



Burada derin kayalık yarlarla şehir bitiyor ve kendini ufuk çizgisine kadar uzanan tepelere bırakıyor. Kayalıkların üzerindeki barakalarda manzaranın keyfine varmak mümkün.







Şahsen bizde daha güzelleri olduğundan pek etkilenmedim. Sadece sıcaktan kavrulmuş bedenime vuran rüzgârdan keyif almaya baktım.



Dönüşte biraz önce ayrıldığım tapınağın kayalara oyulmuş görüntüsü muhteşemdi. Bizler büyük binalar görmeye alışık olduğumuzdan bu görkemi anlamakta zorlanabiliriz ama 2000 yıl önce çadır ve mağaralarda yaşayan insanlar için inanılmaz olmalı.



Geri dönüşe başladığımızda saat öğleden sonra 4 civarındaydı. Gitmediğimiz birkaç ufak tefek yapı kalmıştı ama başka tepelere çıkarak enerjimizi ve zamanımızı harcamak istemedik. Zaten en önemlilerini görmüştük.



Son grup fotoğrafını da çekip çıkışa yöneldik.



Çıkışta Ürdün PTT’sinden oteli arayıp servisi çağırdım, 20 dakika içinde geldi ve bizi otele götürdü.



Mutfağa bıraktığımız kıyafetleri üzerimize geçirip yol için hazırlandık. Yeni dostumuz Luke bize esprileri ve sıcak sohbeti ile eşlik etti. Biz onun, o da bizim fotoğraflarımızı çekti.
Motorlara atlayıp şehir içindeki tavuk dürümcüye (Burada şavurma deniyor) gidip karnımızı doyurduk.



Bu gece amacımız Akabe’ye ulaşmak. Kısa molalarla Kral yolundan ilerleyip Akabe ile Amman’ı bağlayan otoban’a çıktık. Dağlardan aşağı deniz seviyesine indik.



Yol kendini inişten düzlüğe bırakınca artık çöl de başlamış oldu. Daha önce çöl görmemiş bizler için içimizi sevinçle dolduran bir tecrübeydi bu. Çölün ortasına çölü yararcasına yapılmış otobanda ilerliyorduk. Her yer kumdu. Uzaklarda yüksek kayalıkların güneşle yaptıkları ışık oyunlarını izleyerek çok keyifli bir yolculuk yaptık.



Böylelikle bu yolda kendimi ifade ettiğim fotoğraflardan biri de çekilmiş oldu.



Artık yan çantamda iki ülke bayrağının daha yapıştırması var. Arkada batan güneş, çöl, tepeler ve ben. Daha ne olsun?
Akabe’ye vardığımızda hava çoktan karamıştı. Merkezde durup daha önce motosiklet forumlarından ve Luke’tan öğrendiğimiz otelleri aramaya karar verdik. Luke’un tavsiye ettiği oteli bulamadık, üstelik arayış esnasında vakit de kaybettik. Durup diğer oteli aramak üzere yola çıktık. Ben öncüydüm. Arkama baktığımda aynadan bir sürü far ışığı görüyordum, hangisi bizimkilere hangileri arabalara ait ayıramıyordum. Nitekim birbirimizi kaybettik. Meğer ben durduğumuz yerden ayrıldığımda önlerine duran bir araba nedeniyle hareket bile edememişler. Ben de ha gelirler ha geldiler diye gittikçe gitmiş bulundum. Geri dönecektim ki aradığım oteli buldum. Gecelik kahvaltı dahil iki kişilik oda 30 JD’ye anlaştım. Çok merkezi düzgün bir oteldi. Her şeyden önemlisi otoparkı vardı.



Motora atlayıp en son birbirimizi gördüğümüz noktaya geri döndüm. Böyle anlaşmıştık, birbirimizi kaybedersek en son ayrıldığımız noktada buluşacaktık. O da olmazsa komuta merkezi İzmir’deki annemdi. Beni bekliyorlardı. Otele doğru yola düştük ama 1 km içinde trafik yüzünden yine birbirimizi kaybettik. Bu sefer Tamer Ağabey gidip Seçil’le Burak’ı getirdi otele. Asansöre doldurduğumuz motor çantaları görmeye değerdi. Bu kadar şey taşıdığımıza biz de şaşırdık.



Kendimi duşa attım. Yeniden doğmak gibiydi. Duşta yıkadığım çamaşırları da perdelerin yanına astım. Kısa bir dinlenme sonrası dışarı çıktık. Seçil ve Burak yürüyüş yapmak üzere ayrıldı. Ben ve Tamer Ağabey de bu yorgunluğun üzerine arak/meze nasıl güzel olur diye Ali Baba Restaurant’a oturduk.



Sunum bizimkinden farklıydı. İki buz kabı vardı. Birinin içinde buza batırılmış bardaklar duruyordu, diğerinde sadece buzlar. Garson gelip “Half half?” diye sorunca “Ok” dedim. Yani “Yarıya mı abi?” diyor ben de “He canım” diyorum. Sanıyorum ki bardağa adabına uygun olarak önce rakı sonra su koyacak. Alıyor eline sürahiyi önce Arak şişesini sonrada aynı miktarda soğuk suyu dolduruyor. Akabinde buzdan soğumuş bardağa sürahiden servis yapıyor. Her bardak bitişinde de gelip buzdan yeni bardak çıkarıyor ve sürahiden bardağa rakı, pardon arak dolduruyor.



Kafalar çakır olunca insanın otele dönüp yatası gelmiyor ama buralar her ne kadar Marmaris’e benzese de eğlence sektörü pek parlak sayılmaz. Saat 24’te kalktığımız Ali Baba’dan sonra üç beş tane farklı gece klübü ve bara uğramamıza rağmen içerideki müşteri sayısı personel sayısından az olduğundan ve düdükleneceğiz hissi oluştuğundan bir saat kadar sokaklarda dolandık. Eğlence anlayışının fiyasko olduğuna karar vermiş otele dönüyorduk ki bizim otelin hemen yanındaki Çatı Barını gördük. Aradığımız şey dibimizdeymiş aslında.
İçeride bilardo oynayan birkaç adam dışında kimse yoktu. Oturup birer bira istedik (Heineken). Siz siz olun Suriye’den gelirken içkinizi yanınıza alın, burada içki çok pahalı.
Oturduğumuz yerden Kızıl Deniz’in en iç kısmı olan körfez ayaklar altındaydı. Bu tuhaf coğrafyadan bahsettik biraz. Karşıdaki ışıklar İsrail’e ait, onun solu Mısır’a, bizim oturduğumuz yerin solundakiler de Suudi Arabistan’a. Biz de oturmuş ortada Ürdün’de bira içiyoruz. Çok hoş be!



Ertesi günün tarihi 7 Mayıs, benim doğum günüm. Geçirdiğim en güzel doğum günlerinden biri olacağını düşünmemiştim.
Sabah kahvaltıda yumurta, beyaz peynir, zeytinyağı ile karışık zatar (bir çeşit baharat karışımı), bal ve çay ile karnımızı doyurup yola düştük. Sahil yolundan güneye Suudi Arabistan sınırına ilerledik. Motorlayız ama bu seferlik kuralları çiğneyip sadece kask taktık. Malum 15 km kadar asfalttan halk plajlarına gidip denize gireceğiz. Yoksa Akabe’nin içinde de denize girilecek yerler varmış ama pahalıymış. Yol boyunca dizili rafineri ve limanlar dikkatimizi çekti. Bu 15 km’lik kıyılar koca bir ülkenin denize açılan tek kapısı olmasına rağmen denizin berraklığı ve temizliği bizi etkiledi. Korumayı bilmişler. Suudi sınırına gidip yukarıdaki fotoğrafı çektirdik.
Geri dönüşte yanlışlıkla otoban benzeri ayrılmış bir yola girdik. Ben geri dönüş yolu buldum diye en arkadan giderken karşı yola geçiş denemesi yaptım ve becerdim. Baktım bizimkiler benim denememden habersiz basmış gidiyorlar. Ben onlara yetişene kadar uzaklaştılar. Böylece birbirimizi bir kez daha kaybetmiş olduk. Bu sefer aksi gibi buluşma noktası da planlamamıştık. Akabe’ye kadar dönüp bütün yolu bizimkileri arayarak geçirdim. Yaklaşık yarım saat sonra beğendiğimiz plajlardan birinde Burak’ın bana el salladığını gördüm de buluşmuş olduk. Park ettiğimde güneşten bacaklarım ve kollarımın üst kısmı kızarmış yanıyordu. Üzerimde sadece şort ve tişört ile kafamda kask vardı. Evdeki hesap çarşıya uymadığından ellerim gidonda motor kullanırken kollarımın üstü güneş kızartma olmuştu.
Plaja inip şnorkel ve palet kiraladım. Kiralayan dükkân 9 JD dedi 6 verdim anlaştık. Hep pazarlık hep pazarlık yahu!
Dışarıdan denizin görünüşü oldukça sıradandı. Deniz çok temiz görünüyordu, kıyıya yakın kayalar vardı. Mercanların nerede olduğunu merak ettim. Meğer o kaya dediklerim mercanmış.



Kıyıdan on metre kadar ileride denize yürüyüp paletleri ve gözlüğü taktım ve daldım. Herhangi bir doğal güzellikten bu kadar etkilendiğimi pek hatırlamıyorum.



Büyülendim. Kafamı sudan çıkaramadım. Sanki izlediğim sualtı belgesellerinin içindeydim.



Demek boşuna değilmiş mercan resiflerinin belgesellerin önemli malzemelerinden biri olması ve hatta ekran koruyucu olarak kullanılması.



Yukarıdaki şapşal balık Nemo’nun akrabası mesela (palyaço balığı). Bıcır bıcır dolanıp bana bakıyordu. Profil fotoğrafını çekmek zor oldu. Ne tarafa gitsem o da yüzünü dönüp beni izliyordu.



Bu harikaları kaya sanarak büyük haksızlık yapmışım doğrusu. Her bir resif bir mahalleydi sanki. İçinde adını sanını bilmediğim birçok sakin yaşıyor. Balıklar, mercanlar, ahtapotlar… Her birinin koruduğu bir yuvası var, bizlerden farkları yok. Birlikte dünyanın en güzel renklerini oluşturmakla meşguller.



Kimisi üstlerinde yüzen büyük yabancıdan rahatsız olsa da çoğunun umurunda bile değildim.



Bir ara dalıp gri bir balığın peşinden gidip video çekimi yaptım. Önce ilgilenmedi benimle. Kamerayla dibine girince rahatsız olup hızlandı. Ben de hızlanıp yine sokulunca sinirlenip ani bir hareketle ileri fırladı. Yetişemeyeceğimi anlayıp yavaşlamam ve sağ kolumdaki sızıyı hissetmem bir oldu. Kıyıya yanaşıp kızaran koluma “Hak ettim ama!” diye düşünerek baktım.



Bir ara da durmadan renk değiştiren kararsız bir ahtapotun peşine takıldım. Yine benden rahatsız olup uzaklaştı ve yüzeye yakın bir resifin üzerine yerleşip kaya taklidi yaptı. Ama nereye gittiğini gördüğüm için yutmadım numarasını. Kendisini üstteki resimde ortada kahverengi tonlarında görebilirsiniz.



Sonra bir başkası, şu hani şişip oklarını fırlatan balığa rastladım. İzmir’de Miko’nun sokağında bunların kurutulmuş yavrularını hediyelik niyetine üç kuruşa satan bir dükkân vardı. Bu haliyle görseler sanırım yapamazlardı. Neyse ki belgesellerden bu arkadaşların canımı yakacağını bildiğimden kendisini daha az rahatsız ettim.
Resif sakinlerini rahatsız ederek ve rontlayarak geçirdim zamanımı.



Bir ara dalgıçların peşine takıldım ama derinleşince korktum geri döndüm.



Tabi her şey mükemmel değildi. Mesela dipte teneke kutular, poşetler ve hatta lastikler vardı. Mona Lisa’ya bok sürmüş kadar rahatsız ediciydiler. Döndükten sonra belgeselde izledim, mercanların beyazlaşması kirlilikten olurmuş. Resimlere daha dikkatli bakınca gerçekten de mercanların bazılarında renk kaybı fark etim. Göründüğü kadar temiz değilmiş demek ki.



Mercanlarla çevrili alanlardan birinde milyonlarca minicik balık yavrusu sürüsüne rastladım. Ortalarına dalıp sürüyü yardım ama yine birleştiler. Bugün kaç bin balığı rahatsız edip magandalık yaptım bilemiyorum. Neyse ki hafızaları yok, bir dahakine beni hatırlamazlar.



En güzeller mercanlardan biri renkleri turuncu sarı arasında değişin üstteki resimde görülenler mercanlardı. Daha yakından bakmak için birkaç metre daldım. Bu esnada kameramın 2 metreye kadar su geçirmez olduğunu unutmuştum. Nitekim yarım saat sonra kilitlenip iki hafta sonra Kızıltepe’de açıldı. Sanırım bana olduğu gibi onun da içine Kızıl Deniz kaçtı.
İki saattir sudaydım, ellerim buruşmuş dudaklarım şişip morarmıştı. Üzerine bir de üşüyüp titremeye başlayınca sudan çıktım. Kıyıda krem sürmediğimi ve kollarımdan sonra sırtımın da güneş kızartması olduğunu fark ettim.



Bu kısa ama etkileyici tecrübeden çok hoşlandığımı gören Tamer Ağabey “burası bir şey değil Mısır’da Sharm’da Ras Muhammed’i görmelisin” deyince bir sonraki tatilimi orada yapmak üzere saliseler içinde kararımı almış oldum.
Yanımıza yanaşan kavruk tenli adam pazarlık sonrası kişi başı 7 JD’ye tekneyle açıktaki resifleri gezdirmeyi teklif etti. Kabul ettik ama meğer tekne filan yokmuş, yanlış anlamışız. Vazgeçtik; bizimle birlikte yüzsün diye para vermek istemedik. Zaten zaman da daralmıştı. Yanımızda getirdiğimiz ananasları götürüp motorlara atladık. Daha Wadi Rum’a çölde safariye gidecektik.


Motorlara atlayıp Akabe’ye geri döndük. Merkezde durup felafel yedikten sonra üstümüzü değiştirmek üzere Otele uğradık. Pantolon ve montları giyip 50 km kuzeydeki çöle yöneldik.



Akşamüzeri serinliğinde iki yanımızda uçsuz bucaksız uzanan kızıl kum denizinin ortasından ilerledik.



Yol kalitesi mükemmeldi. Rüzgarda yol kenarında biriken kumlar konusunda uyarılar okumuştum ama bu sefer yol temizdi.







Wadi Rum girişinde motorları durdurup 4x4 kiralamak için pazarlıklara başladık. Parka giriş için kişi başı 2JD ödedik. Çevrede onlarca müşteri bekleyen kamyonet vardı. Etrafımızı sarıp toplu halde pazarlığa başladılar. Pazarlıkla iki saatliğine, sonradan öğrendiğimize göre birkaç dekatlık frenleri tutmayan 4x4’ü 30JD’ye kiraladık. Şoförümüz ve rehberimiz orada yaşayan genç bir bedeviydi.



Kısa bir yolculuktan sonra bizi Arapların Osmanlı’ya karşı ayaklanmasına ön ayak olan Arabistanlı Lawrance’ın çeşmesi olarak anılan yere götürdü. Buradan Lawrance’in daha da ünlenip bir efsane olmasına neden olan 1962 yapımı filmin çekildiği alanı da görmüş olduk. Lawrance zamanında Hicaz demiryolu’na saldırarak Osmanlı Ordusun önemli zararlar vermiş. İngiliz hükümetini de Arapların özgür olmasının İngilizler için daha faydalı olacağına ikna etmiş. Aslında Lowell Thomas isimli savaş muhabiri bu bölgede filmler ve fotoğraflar çekip dünyanın bir çok yerinde hikayeler olarak anlatmış. Daha sonra pek çok İngiliz’in de katkısı bulunan hikayeleri Lawrance üzerine alınca aslında hak etmediği bir üne kavuşmuş. Ne hissedeceğimi fazla bilemedim. Sonuçta biraz abartılmış bir kahraman diyordu tarih ona. Neyse olan olmuş, en azından artık buralara mecburi hizmete gelme derdim yok.





Çölde olmak çok garip bir duyguydu. Her şey çok uzaktı. İnsan bu uzaklık duygusunu bir de denizde yaşıyor.



Kamyonetin romörk kısmı sanki şaseden ayrı hareket ediyordu. O kadar çok sallanıyoruz ki sanki lunaparktaki oyuncaklardan birindeyiz. Çocuklar gibi şeniz.





Bedevi kardeşimize aracı kullanmak istediğimi söyleyince o da benimkini kullanırsa olur dedi. Hadi len! dedim ama o nezaketini bozmayıp anahtarları verdi. Aracın gıcırdamayan hiçbir parçası yoktu, aksi bir durumda elimde direksiyonla hırdavat yığınının içinde oturuyorken hayal ettim kendimi. Frenleri de tutmuyordu yokuş aşağı hoplaya zıplaya gittim. Bedevi gösterdi sonradan nasıl durdurduğunu: Yokuş yukarı bir kum tepesine yaklaşınca meyil nedeniyle kendisi duruyor zaten. Yerçekimine şükürler olsun!



Karşıda görülen tepelere doğru yol aldık. Buradan güneşi batıracağız. Doğanın bütün renkleri kızıla yaklaşmaya başladı.





Bu büyük boşlukta insan ne düşüneceğini bilemiyor. Bakakalıyorsunuz sadece ufukta birleşen kum tepelerinin haşmetine. O kadar küçüksünüz aslında işte.





Burak dağcılığını konuşturup kaya tırmanışı yapıytı. Güneşi en yüksek yerden batırdı.





Hava kararmadan dönmemiz gerektiğinden (farımız yok) kızılın koyu tonlarını göremeden yola koyulduk. Gezimiz sona ermiş, bedevimiz akşam yemeğine yetişme derdinde olduğundan olsa gerek gazı köklüyor. Neredeyse kamyonetin kasasından dışarı uçacağız.



Motorcu rüzgarı sever deyip keyfimize baktık.



Hızlı gidiyoruz diye düşünürken arkadan bizi geçmek için yaklaşan kamyoneti fark ettik. Bu adamlar deli. Kumun etkisiyle yalpalayan aracın soldan mı sağdan mı geçeceğini anlamak kolay değil. Zaten ne fark eder ki, sanki yol var.
Akşamları istenirse Bedevi çadırlarında kalmak da mümkünmüş. Fakat kalan birkaç kişiden pislikten keçeleşmiş yastıklara baş koyamadıkları için uykusuz kaldıklarını öğrendik. Nevresimleri ya da uyku tulumlarını alıp gidilebilir ama. Organize olsaydık geceyi çölde geçirmeyi tercih ederdik.



Çölün girişinde küheylanları çalıştırıp geri dönüşe hazırlandık. Batan güneş ve tepelerin arasından parlayan dolunay gezinin en güzel fotoğraflarının da habercisi oldular.







Bu coğrafya da motosiklet sürebildiğim için şanslıyım. Solumda batan güneşin kızıl tepeleri, solumda doğan dolunay, iki yanımda kum denizi, altımdan akan asfalt ve esen tatlı rüzgar. Doğum günümde yaraşır anlar yaşıyorum bugün.



Kaldığımız otelin adı Al-Shweiki Otel, oldukça merkezi bir yerdeydi. Arka sokaklarda yarı fiyata kalınabilecek oteller de vardı ama otoparkları yoktu.

Karnımızı doyurmak için soyunup dökünüp dışarı çıktık. Seçil ve Burak Burger King’e gitti. Biz de Tamer Ağabey ile otelin karşı caddesindeki Tikka Chiken’a gittik. Tamer Ağabey’in taa Paris’ten doğum günüm için aldığı, Mardin’e, oradan da buraya kadar taşıdığı şarabı içmek istedik ama izin vermediler. Yemekten sonra içeriz dedik.



Rehavetimizi atalım diye yürüyüş yaptık. Hediyelik eşya dükkanlarını gezdik. En popüler olanlarını boyalı kumları doldurup değişik develi manzaralar yaptıkları cam kavanozlardı.



Üstteki resimde atölyelerden biri görülüyor. Fazla bakarsanız hemen gelip iki dakikada bir tane daha yapıp almanızı istiyorlar. Kolay ve karlı bir işti. Üstelik güzel de bir hediye, ucuz, taşıması kolay ve orijinal. Bizimkilerin bu işe hala uyanmadığına şaşırdım doğrusu.



Sokaklarda dolandık uzun uzun. Çin pazarı vardı. Bir sürü ucuz ama güzel mal. Seçiller çanta aldılar. Dediklerine İstanbul’da insanlar buna on katını öderlermiş. Ben de 3 JD’ye kokteyl şeykırı aldım. Gözler yavaş yavaş kapanmaya başladığında şarabı rezil etmek istemedik, otele dönüp yattık.



Bugünkü hedefimiz Ürdün’den çıkıp Şam’a ulaşmak. Amman hayal kırıklığı olduğundan pas geçeceğiz. Geri dönüş başlıyor vesselam, 580 km yolumuz var. Sabah erkenden kahvaltımız yapıp Amman’a doğru otobandan gazlıyoruz. Arkadan hızla yaşlaşmakta olan üç motor görüyorum aynadan. Yan yana gelip selamlaşınca ağabeyler gazlamaya devam ediyorlar ama yana çeker gibi yapıp yine yetişiyorlar. Meğer bizi durdurmaya çalışıyorlarmış. Selamlar yetmemiş konuşmak istiyorlar. Neden sonra durup konuşuyoruz.



Moskova’dan gelmişler. Onlar da geri dönüş yolundaymış. Türkiye’deki trafik polisleri, hız sınırları ve fahiş benzin fiyatları üzerine biraz lak lak ettikten sonra ayrıldık. Onlar yine gazı kökleyip bizden ayrıldılar ama bir saat geçmeden yine karşılaştık. Bu sefer yol kenarında bekliyorlardı. İçlerinden birinin benzini bitmiş meğer. Demek neymiş, gazlamak değil daimi hareket haline olabilmek daha iyiymiş. Tıpkı tavşan kaplumbağa hikayesindeki gibi.

Ruslardan ayrılıp tempolu bir şekilde Amman’a oradan da Ramtha sınır kapısına ilerledik. Giriş yaptığımız kapıdan daha sakindi. Beş JD kendimize beş de motorlara ödeyip Ürdün’den ayrıldık. Suriye sınırında Türkiye’den girerken karşılaştığımız kötü muameleye uğrar mıyız diye endişeliydik. Sınır kapısı binalarının virane hali de insanın endişesini arttırıyordu. Neyse ki korktuğumuz olmadı. Ne rüşvet ne kötü muamele olmadan kişi başı 23 dolara Suriye’ye giriş yaptık.



Şam yolu üzerinde Bosra’ya uğradık. Burada en iyi korunmuş Roma tiyatrolarından biri varmış. Onu ziyaret edeceğiz. Önce karnımızı doyurmak için meydandaki kebapçılardan birine oturduk. Dürüm kebap 5 SL verdik.



Tiyatronun ihtişamlı havasını soluduktan sonra hava kararmadan Şam’a ulaşmak üzere yola çıkmak üzere hazırlandık. Önümüzde 130 km yol kalmıştı.



Sabahtan beri yollarda olmanın verdiği yorgunluk ve yemek sonrası rehavetle birlikte tiyatronun önünde kendimi motorun tepesinde uyurken buldum.



Şam’da daha önce kaldığımız ucuz otelin hemen yanındaki daha konforlu otele yerleştik. Fiyat aynıydı: İki kişilik oda 800 SL.



Karnımızı doyurup Hicaz Demiryolu binasını ziyaret ettik. Osmanlılardan kalan güzel bir binaydı.



Yoldan taksi çevirip Kassion tepesine yol aldık. Yol boyunca Şam’ın lüks semtlerinden geçerek tepeye doğru tırmandık. Bir ara taksiden dışarıdaki güzel binaların fotoğrafını çekmeye çalışırken şoför beni uyardı. Yassahmış!



Kassion tepesi akşamları Şam’da yaşayanların uğrak yeriydi. Yol Şam’ın ampül manzarasına nazır nargile ve kahve bahçeleri, birbirine dokunamayan sevgililer için ayrılmış abartılı ışıklarla süslenmiş aşna fişna odaları, mısırcılar, çerezciler ve alışık olduğumuz araba başında bangır bangır müzik dinleyip çekirdek çitleyen genç erkeklerle doluydu.



Tepeden Şam’ın ışıltılı görüntüsü ve eşlik eden haleli dolunay beni melankoliye sürükleyince canım bira içmek istedi. Belki de tersi olmuştur. Canım bira içmek isteyince melankolik olmuş olabilirim. O an keşke yanımda elini tutabileceğim bir sevgilim olsaydı diye iç geçirdiğimi hatırlıyorum.







Halimizden çay kahve içecek turistler olmadığımızı anlayan işletmelerin çığırtkanları biraları olduğunu söyleyince birini seçip içeri daldık. Fiyatları öğrenip içecek ve çerez siparişlerimizi verdik. İki bira, iki meyve suyu bir çerez ısmarladık. İki dakika sonra yanımızda biten garsonun tepsisinde ise kocaman bir meyve tabağı, şişe suları ve bilumum ıvır zıvır ile gelince bir karışıklık olduğunu anlatmaya çalıştık ama bizi dinlemeden tepsidekileri masaya bırakınca sesler yükselmeye başladı. Neymiş efendim buraya oturunca iki şişe su ve büyük meyve tabağı almak zorundaymışız. İyi de meyve ve su istemiyoruz bira ve meyve suyu istiyoruz cümlelerini defalarca İngilizce Türkçe ve Tarzanca tekrarladık. Olayı uzaktan seyreden ve kazıklayamayacaklarını anlayan işletme sahibi kalkmaya hazırlandığımızı görünce sadece istediklerimizi vermeye razı oldu.



Oturup biramızı içtik sohbet ettik ama tadımızı kaçmıştı bir kere. Sinirle ayrıldık. Dönüş için taksi tuttuk. Buraya gelirken 100 SL ödediğimizi hatırlıyordum. Otele yakın bir yerde durduğumuzda adam 200 SL isteyince bu akşam herkes bizi kazıklamaya çalışıyor diye zıvanadan çıkıp başta bendeniz olmak üzere şoförle yükses sesle tartışmaya başladık. Üstelik taksimetre de açmamıştı üçkağıtçı. Sonunda iş polise gidelime filan gelince adam pes etti paraları üstüme atıp inmemi istedi. Ben de hak ettiğini düşündüğü miktarı arabanın içine atıp kapıyı çarptım. Kazıklanmaya karşı savunma duvarımızı öyle sert yapmışız ki neredeyse üç kuruş için kavga edeceğiz. İnsan bu kadar da zorlanmaz ki kardeşim, iyice paranoyak olduk. Sonradan otele dönerken taksicinin haklı olduğu ortaya çıktı. Meğer giderken de 180 ödemişiz de birbirimizden haberimiz yokmuş.



Otel odasının balkonundan şehre karşı oturup bir bira daha içtim ve seyahat notları yazdım. Şehrin seslerini dinledim. Dönüş yolunda olmamayı istedim.



Ertesi gün ayaküstü kahvaltımızı yaptıktan sonra yine yollardaydık. Gezinin en güzel asfalt tecrübelerinden biriydi. İki yanımızda uçsuz bucaksız uzanan çölün ortasından nerede bittiği belli olmayan yolda ilerliyorduk. Birkaç kilometre kare içinde gözle görülebilen tek canlılar bizlerdik. Yolumuzun ilk durağı olan Palmira’ya 230 km yolumuz vardı.



Benim dışımda ekibin geri kalanı dün yediklerimizden olsa gerek ishal olunca (bendeki mide manda işkembesi olduğundan bir şey olmadı) çölde zorunlu ihtiyaç molaları verdik.





Palmira çölün ortasında kocaman iyi korunmuş bir antik Roma şehri. Zaten Romalılar da olmasa bu tatilde gezecek antik yerleşim olmayacaktı. Kente giriş ücretsiz. Hatta antik şehirde motorla dolaşmak bile serbest. Henüz turizm yozlaşmasından nasibini almamış.



Görkemli kapısını uzaktan görünce insan bin küsur yıl önce bu kentin çölün ortasında insan elinden çıkma bir cennet olduğunu anlıyor. Sütunların arasında dolaşırken insan kendini binlerce yıl öncesinin modern kentinde yürüyormuş gibi hayal ediyor. Romalıların kudretine saygı duyuyor.



Gölgede devrilmiş bir sütun parçasının üzerine kurduk yemek soframızı. Ekmek arası ton balığı, kek ve bira.



Yanımızdan develer eksik olmuyordu. Birine fiyatını sordum 3 SL deyince ucuz geldi, deveye binmemiş olmayalım diye atladık üzerine şehrin sokaklarında kısa bir gezinti yaptık.



Rivayete göre burası M.S. 100-200 yıllarında Roma’ya bağlıymış. Doğu ile batı arasında ipek yolu olarak adlandırılan ticaret yollarından birinin geçtiği, gelişmiş zengin bir şehirmiş. Zenobia adında bir kadın tüm kadınlık özelliklerini kullanarak, iktidardaki kralın aklını çelip onunla evlenmiş. Bir süre sonra kral ölünce iktidarı ele geçirmiş.
Roma adına çalışır gözüküp kendi hesabına işler çevirmeye başlamış. Gittikçe güçlenince de Roma’ya kafa tutma yanılgısına düşmüş. Şehir M.S. 200 yılında Roma orduları tarafından yerle bir edilmiş. Kraliçe Zennobia bir rivayete göre öldürülmüş diğerine göre de Roma ‘ya götürülüp yıllarca esir yaşadıktan sonra ölmüş. Geriye Palmira’dan geriye yıkıntı bir şehir kalmış (Alıntı buradan. Tamer Ağabey’de yazdı geziyi kendi uslubunca. http://www.motosikletforum.com/showthread.php?t=3598&page=4)



Antik şehrin sokaklarında kısa bir gezintiden sonra uzaktaki gölgede uzanan ve yatağımı hatırlatan sütunu gözüme kestirdim.







Burak’la Seçil motorla şehrin araka sokaklarında kros yaparken biz de Tamer Ağabey’le antik şehrin sessiz angorasında yatan bloklar üzerinde uykuya daldık. Çok huzurluydu.



Bir ara Tamer Ağabey’in Mohammed ile konuştuğunu fark ettim. Develerle motoru değiştirme pazarlığı yapıyorlardı. Yok yere bahşiş isteyen çocuklar gibi olmayan bu çocuğu Tamer Ağabey çok sevdi. Sonradan bizi benzinliğe götüren çocuğa bahşiş vermek istesek de kabul etmedi, zorlayınca utanarak aldı parayı.



Tatlı uykumdan uyanmak dakikalarımı aldı. Bütün gün o bloğun üzerinde uyuyabilirdim.



Öğleden sonra tekrar yola koyulduk. Hıms’e oradan da Halep’e geçtik. En son kaldığımız iki yıldızlı otele yerleştik. Halep’e vardığımızda sağ salim Ülkemize yaklaşmanın keyfiyle zafer işareti yapmaya çalıştım ama ellerimi bile havaya kaldıracak halim yoktu.



Seçiller kaleyi görmediklerinden şehir turuna çıktılar. Ben de geçen sefer keşfettiğim meyhanenin yolunu tuttum. Kebap birkaç meze ve arak ısmarladım.



Bardağımı elime alıp dudaklarıma götürecektim ki ilk yudum kadeh tokuşturmadan olmaz diye yan masada demlenen ağabeylere uzandım. O akşamki iletişimimizin ilk adımını böylece atmış oldum. Bir yandan yedim içtim bir yandan da seyahat notları yazdım.



Bir ara yan masadaki ağabey eliyle çiğköfte uzattı. Yememek lazım aslında ama ikramı geri çeviremeyip attım ağzıma. Çiğ köfte de hakikaten çiğdi hani. Urfa’da yapılanların içinde çiğ et olduğunu anlamak zordur mesela ama bu Halep usulü çiğköftenin rengi bile pembeydi. Güzel mi filan dediler tarzanca ben de memnun olduğumu ifade ettim. Jest olsun diye masalarına iki bira gönderdim onlar da bana koca bir tabak dolusu çiğköfte gönderdim. Ortak dilimiz olmadığından sarhoş ağabeyin anlattıklarından bir şey anlamadıysam da sonunda telefonumu almayı başarabildi. Bir ay kadar sonra Suriye’den bir telefon geldi ama konuşamadım, belki de oydu.



Sınıra 50 km sürüp son ucuz benzinle depoları doldurup daha önce Suriye’ye girmeme izin vermeyen Kilis’teki kapıdan Türkiye’ye giriş yaptık.



Antep’te birlikte son yemeğimizi yedik ve Seçil’lerden ayrıldık.



Tempolu bir sürüşle Viranşehir’e ulaştık. Viranşehir Kızıltepe yolu hiç tartışmasız Türkiye’nin en berbat asfalt yolu. Alternatif olarak daha keyifli olan Ceylanpınar yolunu kullanmak daha mantıklı. Yoldaki çukurlar tümsekler ve çökmüş asfalt böbrek taşı dökmek için birebir. Dolayısıyla motorun şasesi ortadan ikiye ayrılmasın diye çok da yavaş gitmek gerekiyor. Sinirlenip küfür etmemek çok zor. Aslında bu yolu kafamdan silmiştim ama Tamer Ağabey buradan gidince grubu bozmayayım diye arkasından devam ettim. Doksan kilometrelik yolu bir buçuk saatte alabildik.
Kızıltepe’ye vardığımda motorumu park edip içimden kendisine teşekkür ettim, başını okşadım. Bir uzun yolu daha sorunsuz ve keyifle tamamlamıştık. Bundan sonrası artık Marmara’da devam edecekti. Buraları özleyecek miydim? Hem de çok.