14 Temmuz 2008 Pazartesi

NEMRUT GÖLÜ





Bir akşam üstü digitürk’te 88 numaralı İZ kanalını seyrederken bir belgeselin sonuna denk gelmiştim. Sunumu yapan ağabey elindeki volkanik bazalt taşını göstererek “Ülkemizde neler neler var haberimiz yok” diyordu. Sahne tam olarak bu olmasa da aklımdan bir belgeselciye bunu söyleten yeri görmem lazım diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Bir hafta önce dostum Cihangir ve ailesini ziyaret etmek için Batman’a gitmiştim. Dört aylık bebekleri Derya ve abisi Deniz ile tam bir aile sadeti yaşamıştım.



Ertesi gün çevrede görülecek yerlere kısa bir gezinti yapalım niyetiyle yola çıkıp Malabadi köprüsüne gitmiştik. Bilen bilir argoda da hatırı sayılır bir yeri olan bu köprünün ne menem bir şey olduğunu merak etmiştim.



Yan yana iki köprü vardı. Biri araç geçişi için diğeri de bakmak için. Ama insanlar buraya daha çok karşıdaki barajdan salınan suda serinlemek için geliyor gibiydiler.



Dönüş yolunda GPS’i açıp çevreyi taramaya başladım. Haritayı büyüttükçe Tatvan’ın ve dolayısıyla Nemrut Gölü’nün o an bulunduğum yere sadece 130 km mesafe uzaklıkta olduğunu gördüm. Piyango kazanmışım gibi bir sevinç kapladı içimi. Beynimin plan/program kıvrımları tam güç çalışmaya başladı. Önümüzdeki hafta sonu için kafamda plan oluşmaya başlamıştı.
takip eden hafta perşembe akşamı Sedat’la eşyaları topladık, Cuma akşamı da mesai çıkışı Tatvan’a yola koyulduk. Arabayı Sedat kullandı ben de bira içip gevezelik yaptım. Aslında bira içmem de gerekiyordu çünkü sağ koltukta oturunca istemsiz olarak tabandaki hayali gaza ve frene basmaktan kendimi alamıyor sürekli şoföre mudahele ediyorum. İşin bahanesi bir yana henüz dört aylık şoför olan Sedat’ın yanında üstelik pek de kolay olmayan bir yolda sağ önde gitmem için bira hafif bile geldi. İki saat sonra Batman’a vardık. Cihangir ve oğlu Deniz’le birlikte yemek yedik. Geziye onları da dahil etmek istedik ama çoluk çocuk mevzusu ellerini kollarını bağlamıştı.
Batman’dan yola çıktığımızda hava kararmıştı. Biri acemi biri biralı iki kişi Tatvan’a gitmeye başladı. Yolun ilk yarısı sorunsuz geniş ve düz. Ancak Siirt ayrımından sonra daralıyor ve keskin virajlar başlıyor. Bir de yolda çalışma olunca bizim ortalama hız 50’ye düştü. Karanlık nedeniyle etrafı da seyredemedik ama güzel vadilerden ve yarlardan geçtiğimiz anlaşılıyordu. Sedat Paşa (aramızda ona böyle sesleniyoruz) taktik olarak bir kamyonun kıçına takılıp yavaş ama güvenli seyretmeyi tercih ettiğinden Tatvan’a varmamız on iki’yi buldu. Ayrılıp ana caddenin üzerindeki otellere fiyat sorduk. Biri iki kişi 60 biri 30 istedi. Otuzluğa yerleştik. Ara sokaktaki lokantanın birinde çorba içtik.



Lokantanın ismi hüzünlüydü. Sordum kasadaki arkadaşa “Neden kırık çatal?” diye
“Abimin öyle birden aklına geldi” dedi. “Evreka” gibi birden akla gelme sahnesi aklımda canlandırmak hoşuma gitti.



Otele döndüğümüzde askının üzerinde seccade vardı. Aklıma resepsiyondaki Arapça yazılar gelince buranın “yeşil” bir yer olduğunu anlamış oldum.



Nevresimler fena kokmuyordu ama renkleri mattı. Banyoda tuvalet kağıdı yoktu ve yataklar bana yurtta kaldığım günleri hatırlattı. İçtiğim biraların etkisi ve yolun yorgunluğuyla sızıp kaldım.



Sabah 7:30’da uyandık. Pencereyi açtığımda Van Denizi’nin (ssbb’nin yazdığı gibi burada ona göl değil deniz diyorlar) şahane manzarasını selamladık, gözümüz gönlümüz açıldı. Merdivenlerden inerken “Yangın Çıkışı”nı gördüm. Dışarıdaki yangın merdivenine ulaşmak için önce zıplayarak pencereye ulaşmak ardından üstteki kilitli ufak kelebek pencereyi açmak gerekiyordu.Açsanız da pencereye sığmak imkansızdı. O gece yangın olmadığına sevindim.



Lokantanın biri bize yöresel bir Bünyan çorbası önerdi ama sabah için çok ağır geldi.Otelin yakınındaki bir pastaneye gidip kahvaltı peynirli domatesli zeytinli kahvaltı yaptık.



Kahvaltıdan sonra kısa bir Tatvan turu atıp Nemrut Dağı’na doğru yol aldık. Yani dün geldiğimiz yolu biraz geri döndük. Göl Tatvan’dan 13 km uzaklıkta.



Tam karşımızda göğe uzanıyor. Hazır yeri gelmişken bu dağ ve krater gölü hakkında biraz bilgi vereyim (Alıntı buradan):
Nemrut Volkan Dağı, Van Gölü, Muş Ovası, Nazik Gölü ve Bitlis Vadisi arasında volkanik patlamalar sonrası oluşmuş sönmüş bir volkandır.

Nemrut Krateri’nin en son 1411 ve 1441 yıllarında faaliyet gösterdiği varsayılır. O dönemlerde Nemrut Dağı’nın 4100 m civarında olduğu, fakat patlamalardan dolayı içte oluşan çökmeler sonucunda dağın yüksekliğinin, şu anda en yüksek tepesi olan Sivritepe 2935 metre düzeyine indiği varsayılır.

Nemrut Volkanı’nın tarihte Van Gölü’nün oluşmasındaki rolü çok büyüktür. Buna göre birleşik olan Muş ve Van Gölü havzalarının, Nemrut’tan çıkan lav ve tüflerin eski Murat Vadisi’ni tıkaması ile Van Gölü’nü oluşturduğu ve bu havzaları ayırdığı bugüne dek tartışmasız kabul edilmiştir. Nemrut Volkanı’nın püskürmeye başlamasından önce, şimdikinden daha büyük ve geniş bir gölün varlığı, yapılan araştırmalar sonucu tespit edilmiştir. Patlamalar göl sularının Bitlis vadisine akmasına ve akıntı sonucu gölün seviyesinin hızla düşmesine neden olmuştur. Son evrede çıkan kalın tüf örtüsünün Bitlis Vadisi’ni tıkayarak akıntının Van Gölü’yle bağlantısını kesmiş ve göl sularının kurumasını önlemiştir.

Dağda oluşan kalderanın yüzölçümü 40 km²’dir. Nemrut Krateri Türkiye’de birinci, Avrupa’da dördüncü ve Dünya’da onaltıncı sıradadır. Kalderanın içerisinde 5 göl, çok sayıda lav çıkış merkezi, lav hunisi, sıçratma konisi, sıcak su kaynakları ve 6 adet mağara mevcuttur. Göllerden en büyüğü olan Nemrut Gölü, bir hilal şeklinde ve 15 km²’lik bir yüzölçümüne sahiptir. Gölün deniz seviyesinden yüksekliği 2247 metre, Van Gölü’nden ise 600 metre yüksekliktedir. Çapı 6 km olan Nemrut Krater Gölü, Dünya’nın ikinci büyük krater gölüdür. Gölün ortalama derinliği 100 metre, en derin yeri ise 155 metredir. Nemrut Gölü’nün suyu berrak, renksiz, kokusuz, tatlı, soğuk ve içme suyu tadındadır. Gölde sonradan konulan ve hızla üreyen sazan balıkları yaşamaktadır.


Nemrut Kraterinde, Nemrut Gölü’nden hariç 4 göl daha vardır. Ilı Göl ikinci büyük göldür. 1,2 km²’lik yüzölçümüne sahip olan Ilı Göl’ün kıyılarında sıcak su kaynakları bulunmaktadır. Gölün sıcaklığı kış mevsiminde 40 °C’ye, yaz mevsiminde ise 60 °C’ye kadar ulaşır. Erimiş minarellere sahip olan göl suları, bazı asalaklar haricinde, canlı hayata uygun değildir. Göl sularının romatizma tedavisinde yararlı olduğuna inanılmaktadır.

Nemrut Gölü ile Ilı Göl’ün geçmişte birleşik oldukları, sonradan meydana gelen tümseklerle birbirlerinden ayrıldıkları varsayılır. Her iki gölün hala su sızıntıları ile birbirleriyle bağlı oldukları tesbit edilmiştir .

Nemrut Kalderası’nda bulunan göllerin haricinde, Ilı Göl’ün 160 metre doğusundaki yarıklardan çıkan su buharları vardır. Bu buharlar mağmatik olmayıp, buradan geçen yeraltı sularının ısınarak yeryüzüne çıkması sonucu oluşurlar. Buharların astım, bronşit, romatizma ve böbrek hastalıklarına iyi geldiği bilinmektedir.

Ayrıca Ilı Göl ile Nemrut Gölü arasında 6 adet, 3 metre genişliğinde 2 metre derinliğinde mağaralar bulunmaktadır. Bazı mağaralarda soğuk hava çıkmakta ve içerlerinde buzlar bulunmaktadır.

Yılın 4 ile 5 ayı karlarla örtülü olan Nemrut Krater Dağı, kış sporları açısından uygundur. Bu özelliğinden dolayı Nemrut Dağı’nın Tatvan’a bakan güney yamaçlarında Nemrut Kayak Tesisleri inşaa edildi. 2517 metre uzunluğunda olan tesiste bir adet telesiej biniş istasyonu ve bir adet telesiej iniş istasyonu bulunmaktadır. İki istasyon arasındaki kot farkı 562,17 metredir. Kayak tesisleri, inşaa edildiği alanın güneyinde Tatvan şehir merkezinin ve Van Gölü’nün, kuzeyinde ise Nemrut Krater Gölü’nün olmasından dolayı ve ayrıca Süphan Dağı’nın da buradan görülebilmesinden dolayı eşsiz manzara güzelliklerine sahiptir. (Yazan: Fırat Sevim)



Göle giden yol Bitlis ayrımından sonra, tren yolunu keserek yukarı tırmanıyor.



Yolda kum yer yer birikintileri var. Olur da tırmanış halindeyken üzerinde durursanız bir daha kuma gömülmeksizin kalkmak zor oluyor. Bize oldu da oradan biliyorum. Kuma saplandıktan sonra artık direksiyona geçme vakti deyip bizim acemiden aldım arabayı. Bu sırada ileri geri çırpınırken bir jip yanımızda durup yardım etmek istedi ama gerek kalmamıştı. Teşekkür edip gönderdik arkadaşları. Yolun ortasında bahsi geçen telesiyejin altından geçiliyor. Gerçekten de buradan göle nazır kayak yapmak esaslı bir tecrübe olmalı. Sanırım kışın bunun için yine geleceğim.



Giderken arkamızda dev toz bulutları oluşuyor. İyi ki motorla gelmemişiz. Böyle daha konforlu oldu.



Kraterin içine girdiğimizde şu manzara karşılıyor bizi. Heyecanlanmamak elimde değil. Bütün gün buralarda yürümek geçiyor içimden. Yolu takip edince üçe ayrılıyor. Hangisine gideceğimizi bilemeyip öylece duruyoruz. Neden sonra solda bize yardım için duran jipin ileride yolda park ettiğini fark edip oraya sapıyoruz. Yanlarına vardığımızda öğreniyoruz ki aslında park etmemişler. Yol çökmüş o yüzden durmuşlar.



Arabayı park edip yola yürüyerek devam ediyoruz. Manzara mükemmel.



Doğa yürüyüşünü o kadar özlemişim ki neredeyse gaza gelip koşacağım.



Temiz havayı içimize çeke çeke etrafı hayranlıkla seyrederek yürüyoruz. Amacımız su kenarında seyretmek. İleri de jipli ağabeylere rastlıyoruz. Suya karşı kahvaltı yapıyorlar. Selamün aleykümX2 selam’laştıktan sonra bize ikram ettikleri çaylar eşliğinde sohbet ediyoruz. Onlar da fazla bir şey bilmiyorlar çevreye ilgili. Buraya daha çok kahvaltı yapmak için geliyorlarmış.



Ağabeylerden ayrılıp yürüyüşe devam ediyoruz. Nereye gittiğimiz belli değil. Öyle yürüyoruz. Aslında sabah bazı acentalardan bahsetmişlerdi, görülecek yerleri gezdiriyorlarmış falan filan. Oldum olası tur olayına hiç ısınamadığımdan kendimiz keşfedelim demiştim. Gezinin sonunda iyi ki de öyle olmuş dedik.



Amaçsız yürüyüşümüzdeki en güzel anlardan biri aniden birkaç metre ötedeki çalının altından fırlayıveren bıldırcınlardı. Ertesi gün artık bu rutine alışmış olsak da fotoğraflayacak kadar hızlı olamadım.
Sedat Paşa’yla karşıdaki zirveleri gördükçe oraya tırmanıp tırmanamayacağımızı tartıştık. O anki konumumuzla önce gölü aşmamız ve çok dik çarşaklardan (üzerinde yürümenin sıkıntılı olduğu bir sürü sivri parça parça taş ve kayadan oluşan zemin) tırmanmamız gerekiyordu. Bence mümkün değildi.



Dolayısıyla biz de sağımızdaki küçük tepeyi gözümüze kestirip tırmanmaya başladık.



Hani gladyatör diye bir film vardı. Adam ölünce rüzgarlı bir buğday tarlasında ellerini ekinlere sürerek ailesine doğru ilerliyordu. Güzel bir sahneydi. Ben de aynısını yapmaya çalıştım. Olmadı.



Yürüyüş boyunca bir çok yerde böyle öbek öbek yanmış otlar gördük. Tarla açmak için yaptıklarını düşündüm ama yakılmış yerler çok küçüktü ve her yerdeydi. Herhalde yıldırımdan ya da insanların attıkları izmaritlerden oldu.



Küçücük dediğimiz tepeye tırmanmak 45 dakikamızı aldı. Sıkılmak üzereydik ki arkamızdaki manzarayı görünce yüzümüz güldü.



Tepeye ulaşınca arkada başka bir gölün daha olduğunu gördük. Ben hemen kısır bilgimle “Ahanda ılık göl” diye atladım. Meğer değilmiş. O çok daha güzelmiş.



Tepede çektiğimiz bu panoramik fotoğrafın bu gezinin en güzeli olacağını düşünmüştüm. Yanılmışım.

Aşağı bakınca çevrede başka yollar da olduğunu gördük. İleride karınca gibi görünen arabaya gidip çevreyi gezmeye karar verdik.



İniş yolunda minik başka bir gölet vardı. Söylenene göre yüz küsür yıldır kurumamış ve suyunun nereden geldiği anlaşılamamış.
Arabaya binip yola koyulduk tepenin arkasında gördüğümüz gölün kenarına gittik.



Beş altı adam göle girip bira keyfi yapıyordu. Göl ılık mı diye baktım değildi.



Sedat ayaklarını soktu ama benim giresim gelmedi, pek temiz görünmüyordu.



Kenardaki sazlıklarda çiftleşirken kalp şeklini alan mavi yusufçuklar vardı. Yaklaşıp fotoğraf çekmemden rahatsız olmadı edepsizler.


Yola devam edip Ilık Göl’e gittik. Gölün kenarında bazı yerlerden kaynar sular çıkıyordu. Yolun sonunda Musa Ağabey ve oğlu Niyazi derme çatma bir kulübede gelenlere sıcak soğuk içecek satıyorlar. Gelenleri çok sıcak karşılıyorlar. Göle bakan birkaç da sandalye atmışlar yorgunlar için. Göle nazır oturmuş iki genç vardı, Çek Cumhuriyeti’nden gelmişler Doğu Anadolu’yu geziyorlarmış. Muhabbetleri ağızlarından kerpetenle laf alma boyutuna geçince iyi seyahatler dileyip göl kenarına yürüdüm. Bir de ne göreyim!



Benim motora benzeyen Almanya plakalı bir motosiklet ve yanında ufak bir çadır. Çok özendim.



Gezgin orada değildi. Musa Ağabey’in söylediğine göre adam inşaat mühendisiymiş, üç gün önce gelmiş, bir gün kalacağını söylemiş ama hala gitmemiş. Bir ara da bir İtalyan gelmiş, buranın Vezüv’den daha güzel olduğunu söylemiş. Alman ağabey sabah dik yamaçtan tırmanıp kayboluyor akşam hava kararırken geri dönüyormuş. Yanaşıp motoru ve birlikte getirdiği ekipmanı inceledim. Eskilerdi ama işlevseldi. Özellikle seledeki koyun postuna bayıldım. Yılların motorcusu bir ağabey de zamanında uzun yolda kıç uyuşmasına en iyi çözümün koyun postu olduğunu söylemişti. Alman’a da aynısını söylemiş galiba.



Kısa bir süre sonra iki bisikletli geldi. Onlarda İsviçreliymiş. Yani sonuç olarak ortamda turist olarak 2 Türk, iki İsviçreli, iki Çek bir de Alman var. Belgeselci Ağabey’in söylediği aklıma geliyor: “Ülkemizde neler neler var haberimiz yok!”. Bak ecnebinin haberi var ama, onlar biliyor işini.
Alman’nın sabah karşı yamaca dimdik dimdik vurup bir buçuk saatte zirveye yaklaştığını duyunca “Biz de yapabilir miyiz?” diye düşünüyoruz. Bir de Musa Ağabey “Gençsiniz, pehlivan gibisiniz” diye gazı verince “Tamam hadi o zaman” diyoruz yanımıza iki küçük şişe su alıp yola düşüyoruz. Amacımız zirve yolunun ortalarındaki ağaçlık alan. Tırmanış rotasını aşağıda çizmeye çalıştım.



Önce taşlı-kayalı bir yer var onu geçmemiz lazım. Aşağıdaki resim de yukarıda kırmızı yıldızla işaretlediğim yerden çekildi. İşin boyutu anlaşılsın diye koydum. Üstteki resimde küçük bir taş yığını olarak görülen alanın ortasında aşağıdaki resimde Sedat bit gibi görülüyor.



İlk başta tırmanış fazla zorlamıyor ama gittikçe dikleşen eğim ve attığınız her adımda iki adım geri kaymak işi oldukça zorlaştırıyor. Bir nevi Mehteran tırmanışı. Bu taşlı zemini geçince otların olduğu alanda kaymadan daha rahat tırmanacağımızı düşünmüştüm ama yanılmışım. Çünkü otların altı çarşak. Zaten sabah yaptığımız yürüyüşten dolayı biraz yorgundum, üzerine sıcak öğlen güneşi ve dik eğim de eklenince tırmanış eziyet oldu. Bazı yerlerde eğim o kadar dikleşti ki dört ayak üzerinde yürür olduk. Bir de tabi önde giden genç/dinamik/heyecanlı/kondisyonlu arkadaşım Sedat’ın tırmanışı sırasında üzerime kaydırdığı taşlardan kaçmak eklenince sinirler gerildi. Yine de dinlenmek için durup manzarayı süzdüğümde daha yukarı gitme isteğimi bastıramadım.



Aşağıda bıraktığımız araba ve kulübe artık karınca gibi olmuştu. Şu son kayayı da tırmanıp bitirelim dedik.



Önce Sedat tırmandı sonra ben. Ağırlığımı vereceğim her taşı önce bir yokluyor ondan sonra tırmanıyordum. Kayanın tepesine birkaç metre kalmıştı ki ayağımın altından koca bir taş koptu ve aşağı yuvarlandı. Yuvarlandıkça büyüklü küçüklü başka kayalarda kopararak küçük çaplı bir heyelan oluşturdu. Allahtan o sırada arkamda tırmanan kimse yoktu. Sonradan Sedat Paşa “Ağabey dağı yıktın biraz kilo vermen lazım” diye benimle dalga geçti.



Sonunda ağaçlığın altındaki kayalığa varıp biraz soluklandık.



Manzara süperdi. Bir süre bu güzelliği seyrettik. Bir ara ayakkabıma baktım ucu hafiften lastiğinden ayrılmaya başlamıştı. Sedat “Ben zirveye çıkacağım” diye tutturdu. Yanımızda su kalmaması, öğlen sıcağında başına güneş geçebileceği, ayakkabımın beni daha fazla götüremeyeceği ve bir şey olursa yardıma kimsenin gelemeyeceğini anlatmama rağmen daha fazla tırmanmak için ısrarlarında devam edince ağabeylik yapıp “Höt!” hakkımı kullandım.



Aslında içten içe benim de canım zirveye çıkmak istiyordu ama koşullar elverişli değildi. Buraya kadar gelip de en yükseğe çıkamadan dönmek düşüncesi canımı sıktı.



Dönüşte dik çarşaklı zeminden inmek daha kolay ve hızlı oldu. Ağırlığını topuğuna vererek bir adım atıyorsun harş hurş kaya kaya birkaç metre gidiyorsun. Çok eğlenceli. Tabi pabuçlar için birkaç yıllık yıpranma dakikalar içinde yaşamış oluyor. İnişte ara sıra durup parlak siyah bazalt taşlarından topladık, hediye niyetine veririz dedik.



Aşağı varmadan benim pabuç mevta olmuştu. Görevini tamamladı ama sağ olsun, iki yıl önce de beni Kaçkar’a çıkarmıştı.



Aşağı inip biraz soluklandık. Gelen turist kafilesinden birileri çevrede yuvası olan iki sincabı yakalamış. Hayvanlar korkulu gözlerle olan biteni izliyor. Pek sevimliydiler. Götürmeye kalkıştı hırbolar ama engel olduk başka yerde yaşamaz ölürler koy yuvasına diye. Dolmuşun kapısından ikna olup geri döndü.
Musa Ağabey’le sohbet ederken bize zirveye çıkan daha kolay bir yol olduğundan bahsetti. Tepe’nin doğu yakasında Ahlat’a giden yol üzerinde bir patika varmış, oradan yürüyerek iki saatte çıkılabiliyormuş. Bunu duyunca aklımdaki plan nöronları elektriklenmeye başladı. Musa Ağabey’in oğlu Niyazi de köye gidecekmiş, “İsterseniz Niyazi’yi alın hem size Ahlat yolunu ve patika’yı göstersin, çevreyi anlatsın” deyince düşünmeden kabul ettik teklifini.
Buralar biraz tenha olduğundan güvenlik meselesini soruyorum hemen. Niyazi’nin anlattığına göre sekiz yıldır buradaymış ama hiçbir olay olmamış, olduğunu da duymamış. Kendi kulübelerinin yanında kamp kuran olursa onlar da köye gitmeyip gece orada kalıyor pompalı ile nöbet tutuyorlarmış. Burası milli park olduğundan göl kenarı için yıllık kira veriyorlarmış. Birkaç gün önce Ağrı Dağı’nda kaçırılan Alman turistler nedeniyle işlerinin azalacağını söyledi, çok kızmış.



Buhar çıkışı yerlerinden birine götürüyor bizi. Bu ışıkta pek bir şey görülmüyor ama yaklaşınca (Her ne kadar fotoğrafta Sedat biraz abartsa da) sıcaklığı hissediyorsunuz. Pek bir numarası yok. Sadece sabahları bazen buranın lokomatif bacası gibi buhar püskürttüğünü o zaman çok güzel göründüğünü söylüyor Niyazi.



Yola devam edip Niyazi’yi köye bırakıyoruz. Bu arada lafa dalıp patikanın nerede olduğunu sormayı unutmuşuz. Dönüş yolundayken yarınki planı tartışıyoruz. Van Denizi kenarında sefa mı yapalım, zirve mi? İkimiz de oyumuzu Zirve yönünde kullanıyor. Sabah patikayı arayacağız, bulamazsak kendimiz yaparız.



Ahlat’la Nemrut Gölü arası 30 km. Yol bol çukurlu olmasına rağmen güzel sayılır. Ahlat girişindeki tabela nüfusun 2700 olduğunu gösteriyor. Gerçekten de bir tane caddesi olan sakin ve düzenli bir kasaba. Suyun tuzlu olsun olmasın çevresine güzellik kattığı inancım perçinleniyor. Yollar Arnavut kaldırımlı, çevre temiz, binalar birçok doğu şehrine göre bakımlı ve özenli ve insanlar çok sıcak. Buranın ceviz ağacından yapılma bastonları meşhurmuş. Ben de anneanneme alayım bir tane diye giriyorum Selçuklu Baston’a. Fiyatları 25 ile 2500 YTL arasında değişiyormuş.



Bazıların başını çekince içinden bıçak çıkıyor.Zamanında Bill Clinton’a hediye göndermişler, o da imzalı fotoğrafını göndermiş. İmzası iki ay sonra silinmiş ama.



Baston atölyesinde çalışan Ağabey’le biraz lafladık. Fazla işlemesi olmayan bir bastonun yapımı bir gün alır dedi.

Baston başları için de boynuz kullanıyorlarmış. Boynuz değerli olduğundan ne kadar çok yerinde kullanılırsa bastonun fiyatı da artıyormuş. Tümü boynuz kaplama güzel bir baston vardı fiyatı 2500 YTL idi. Ben de anneanneme basitinden bir tane aldım.

Ayakkabıları yaptırmam gerek, Musa Ağabey’in söylediği bir ayakkabı tamircisi vardı “Rıfat Usta’yı bul çarşı da o halleder” demişti. Sordum yerini ama tariften pek bir şey anlamadım. “Daha yakında ya da kolayda başka tamirci de olabilir” dedim meğer Ahlattaki tek ayakkabı tamircisi zaten Rıfat Usta’ymış. Biz yerini anlamayınca dışarıda oturan Ağabey’lerden biri arabasına atladı bize Usta’nın dükkanının önüne kadar rehberlik etti.



Rıfat Usta’da tanıdığımız diğer tüm Ahlat’lılar gibi, cana yakın ve konuksever. O ayakkabı ile ilgilenirken ucuz otel nerede buluruz diye bilgi almaya çalıştık. Fazla bir şey anlatmadan “Kalacak yeriniz yoksa bize gelin misafirim olun, boşuna otele para vermeyin, size mangal yaparım, bir oda veririm, rahattır, yatak şöyledir böyledir” diye anlatmaya başladı. Aslında bir an içimden yüreği geniş bu güzel insanlara karışmak geçti ama kibarca red ettik. Yine de Usta bize telefonunu verdi, “Herhangi bir sorun olursa kapım açık ne zaman isterseniz gelin” dedi. Altı yapıştırılmış ve dikişle güçlendirilmiş ayakkabım yarınki zirveye hazırdı. Cebimi cüzdana attığımda Rıfat Usta “Borcunuz yok” dedi. Zaten bunca iyilik yüzünden ezilmiş olan bendenizin o an elinde bulunan tek karşılık para olduğundan zorla da olsa 5 YTL’yi masasına bıraktım.
Dükkandan ayrılıp Usta’nın oğlan ve arkadaşlarını sahile yüzmeye bıraktık. Karnımız çok acıkmıştı. Sahil yolu Ağrı ve Bitlisi Van Gölü’nün kuzeyinden bağlayan tek yol, dolayısıyla çok sayıda kamyon var. Sanayide esnaf lokantası ve yolda kamyoncu lokantası seçilir prensibinden yola çıkıp sahildeki lokantalara bir göz attık. Önünde en çok kamyonun durduğu lokantaya girip yemek yedik.



Masamızın yanındaki duvarın dibineki minik havuzcukta alabalıklar yüzüyordu.



Kuzu haşlama, tavuk sote, ayranlar, pilav üstü kurular, salata 17 YTL tuttu.



Yemekten sonra Van Gölü kenarındaki Büyük Selçuklu Oteli’ne gittik. Sabah açık büfe kahvaltı dahil kişi başı 40 YTL istediler. Yorgunluk ve yemeğin rehaveti öyle bir çökmüştü ki hemen odayı tuttuk ve kendimizi deniz kenarındaki şezlonglara attık.



Kalabalık değildi. Birkaç alman turist dışında da sahil kenarını kullanan yoktu. Ben hemen çarşaf gibi suya atladım biraz yüzdüm.



Ssbb’nin yazdığı gibi su ağızda tatlımsı bir tat bırakıyor ve cilt sanki kremliymiş gibi bir his veriyor. Su yüzeyinde çok sayıda küçük böcek ölüsü ve sineklerin larva halindeyken içinden çıktıkları keratin kılıfları bulunuyor. Uzaktan bakınca balıkların ara sıra yüzeyden bunları yediği görülebiliyor. Beni rahatsız etmedi açıkçası.
Yüzmeden sonra odaya çıkıp küveti sıcak suyla doldurup içine kuruldum, kendimi yoğrulmuş hamur gibi hissediyordum. Neden sonra genzimden gelen bir horultu ile uyandım. Aşağı inip göl kenarında keyfe koyulduk.



Rakı, Van otlu peyniri (ot taze sarımsak diye geçiyor, diğer adı da sibulet), domates, kavun, karpuz ve salata. Sedat Paşa bir kadehten sonra uyuklamaya başladı. Ben de telefonu alıp özlediğim dostlarımla uzun uzun konuştum.



Sabah zirveye çıkmak üzere erkenden kalktık, kahvaltımızı edip yola çıktık.



Otelin biraz ilerisinde yeni yapılmış liman var ama içinde tekne yok.



Zirve yolunda 20-30 bisikletli ile karşılaştık. Belki de bu doğa harikası volkanik dağ sandığımdan daha popülerdir.
Yol üzerinde çok sayıda kümbet ve en önemlisi Selçuklu Mezarlığı var.



Zamanımız dar olduğundan hızlandırılmış bir tur yapıyoruz. Bir klasik olarak yürüyüş sırasında çevremizi saran beş çocuktan ikisi bana üçü Sedat’a aynı anda buranın tarihini anlatmaya başlıyor. Bir şey anlamak imkansız, hep bir ağızdan konuşuyorlar. Biraz sinirlenip benimkileri susturuyorum önce sen anlat iki dakika sonra sen devam et kaldığın yerden diyerek orta yolu bulmaya çalışıyorum. Bu arada birbirlerinin anlattıklarını beğenmeyip düzelttikleri filan da oluyor.



Zaten hızlı tur yapıyoruz on dakika bakıp gideceğiz bir de tarihi bilgi bombardımanı olması diye lafı çevirip oradan buradan konuşmaya başlıyoruz. Böylesi daha tatlı oluyor, orta yolu nihayet buluyoruz.



Ahlat ile Nemrut arasındaki yol deniz kenarında dört şeritli tertemiz asfalt, sanırsın ki İzmir’den Çeşme’ye gidiyorsun.

Bu yazıyı bitiremeden bir sonraki hafta sonu geldi çattı. Cuma akşamüzeri bendeniz Gökhan Uçar, enfeksiyon hastalıkları uzmanı ev arkadaşım Hasan ve fizik tedavi ve rehabilitasyon uzamanı trekingsever Şule bir saat içinde hazırlanıp bir önceki rotayı tekrarlamak üzere yola çıktık. Bu seyahat hakkında da anlatmam gerekenler olduğunu düşünerek şimdi zamanı ileri sarıyor ve zirveye oradan çıkıyorum.Hem Hasan sayesinde fotoğrafların kalitesi de belirgin artmış olacak. Lafı olabildiğince uzatmamaya çalışacağım.



Cuma akşam yemeğini Batman’da Bahçıvan Lokantasında yedik. Közlenmiş patlıcanın üzerine kıyma kebap koymuşlar, çok lezzetliydi.



Bitlis’te şirin bir yol üstü kahvehanesinde çay içtik.



Tatvan’a vardığımızda benim bildiklerim dışındaki otelleri merak edip sahile daha yakın olanlara göz attık. Birinde yer yoktu ama kapıda Ekrem Ağabey ile tanışmak iyi oldu. Bizi Otel Üstün’e götürdü. Kişi başı kahvaltı dahil 20 YTL. Üstelik odalar geçen hafta kaldığımız otelden daha temizdi. Yalnız tuvalet koridordaydı. Ekrem Ağabey burada 25 yıldır rehberlik yapıyormuş, yarın sabah 35 kişilik bir Hollandalı grubu Nemrut Gölü’ne götürecekmiş. Adamını bulduk işte diye hemen diğer çıkış rotalarını öğrenmek üzere soru bombardımanına tutuyorum Ekrem Ağabey’i. Bu işten para kazanmasına rağmen her şeyi kraterin resmi üzerinde anlatıyor. Belki gidip rehber arayanlar olur diye telefonunu da yazayım, yardımı olur: Ekrem Kaplangiray, tel:0 535 544 99 01.


Odaya gittiğimizde içerinin çok havasız olduğunu gördük. Camın önünde bir sokak lambası ve camda da içeri girmeye çalışan yüzlerce minik sinek vardı. Odayı havalandıramadan öylece yatıyoruz. Uyumak zaman alıyor. Sabah altıda uyandığımızda anlıyoruz ki perdenin örttüğü camda sineklik varmış. Hay bin kunduz!



Arabanın üzeri de sinek ölüleri ile doluydu.




Kahvaltımızı yapmadan önce sahile gittik. Temiz ve bakımlıydı. Şu derinlik hissi yok mu, bir kez daha onun olmadığı bir şehirde yaşamak istemediğimi düşündürdü bana.
Tereyağlı ballı kahvaltımızı yapıp arabaya atladık, Tatvan’a bakan tepeye çıktık.



Yolda iki sevimli kaplumbağa vardı. Bizden korkup yol dışına kaçtılar.



Tepeden görünen manzarada sağda Tatvan ile Van gölü ve solda krater gölü izleniyor. (Bu fotoğraflar panorama maker programı ile yapıldığından biraz da olsa distorsiyon oluyor. Yine de anlatmak istediğimi iyi ifade ettiklerini düşünüyorum. Üstüne tıklayıp yakından bakarsanız daha net görülebilir)



Fazla vakit kaybetmeden asıl yürüyüş parkurumuza gitmek üzere oradan ayrılıyoruz. Plan şu: Dün akşam Ekrem Ağabey’in bahsettiği Ilık Göl’ün kenarından başlayan ve 30 derece kadar eğimi olan patikadan fazla zorlanmadan zirveye çıkmak. İstikamet ılık Göl, Musa Ağabey’in yeri. Arabayı park edip patikayı arayacağız.
Gölün kenarında önümüzde giden Renault 11 görülmeye değerdi.



Arkasında “Nemrut Krater Taksi-Ferrari” yazıyordu. Plakası yok, benzin deposu kapağı da yok, onun yerine bez sıkıştırmışlar.
Gölün kenarında altı kişilik yabancı grubunun yürüdüğünü görüp patikayı sorduk. Başlarındaki rehber “Biz de oraya gidiyoruz” deyince “ Tamam” dedik “Gerekirse onları takip ederiz”.
Çardakta bu sefer Musa Ağabey yoktu, oğulları Niyazi ve Feyzi vardı. Geçen haftadan beni hatırlayıp çok sıcak karşıladılar. Karşı tepede bizim görmediğimiz ama onların gördüğü patikayı tarif ettiler, biz de vakit kaybetmeden yola düştük.



Ortada patika matika yok. Taşlardan atlayarak önümüzde uzaklarda karıncalar gibi görünen grubun peşine takıldık gidiyoruz. Ara sıra içlerinden biri bize el sallıyor biz de karşılık veriyoruz. Yol gittikçe dikleşiyor. Patikaya giden yol biraz dik herhalde diye kendimizi teselli ediyoruz.



Öndeki grubun mola verdiği noktalarda biz de mola vererek çıkıyoruz yamacı. Ama nerede o 30 derecelik patika, yok öyle bir şey, öndeki grubu da görüyoruz uzaklarda, vurmuşlar dimdik tırmanıyorlar işte. 60-70 derece tırmanmıyorsak adım Gökhan değil.



Yukarı tırmandıkça bastığımız toprak da gevşekleşiyor. Ayaklar kayıveriyor aşağı, otların kökleri en sağlam zemin haline geliyor. Aşağıda manzara mükemmel ama yükseklik korkusu olanlar için değil. Çalının birinin kenarında durduğumuzda Şule yüzünde pek hoş olmayan ifadeyle “Arkadaşlar ben geri dönüyorum, yükseklik fobim var” diyor. Tırmanırken ayağının kayıp aşağı yuvarlanmayı düşünmekten tırmanmaya konsantre olamıyormuş, çok yormuş bu durum onu. İlerideki kayayı gösterip bak az kaldı (oysa zirveye daha vardı), ha gayret, anca beraber kanca beraber, şeklindeki ısrarlarımız karşısında gardını düşürüyor, bir de Hasan centilmenlik edip çantasını taşıyacağını söyleyince kabul ediyor. Önde ben yolu açıyorum, arkamdan gelen Şule’yi tutup alıyorum, arkadan da Hasan bizi takip ediyor.



Şu kayadan sonra geldik dediğimiz yerde önümüz açılınca görüyoruz ki o kayadan sonra daha dik tırmanışla ulaşılan başka bir kaya daha var. Üstelik o kayaya ulaşmak için sık ağaçlı bir yerden geçmek gerekiyor.



Tabi artık aklımızda patika matika kalmamış, geç de olsa anlamıştık dimdik çıkacağımızı. Ara sıra Şule’yi gazlamak için “Sen Verçenik’e çıkmış insansın, yaparsın edersin” filan diyorum. “Verçenik bunun yanında çerez kalır” diye cevap veriyor.



Ormanın içinden geçerken bacakların açıkta kalan yerlerde bol çizikten başka sorun olmuyor. Taraçalardan çaprazlama çıkıp nispeten düz bir kayada dinleniyoruz. Artık geri dönmemiz söz konusu değil. Çok çıktık. Yalnız diğer grubu görmediğimizden zirvedeki kayalıklara nereden tırmanabileceğimizi bilmiyoruz. Oflaya puflaya çıkmaya devam ediyoruz. Bir ara Hasan’ın ayağının kaydığını ve düştüğünü gördüm. Ona doğru fırladım ama neyse ki bir iki tur yuvarlandıktan sonra durdu. Sanırım bu tırmanışın en korktuğum anıydı. Duramasaydı herhalde aşağıdaki ormanda ağaçlara takılmış Hasan’ı bulup bütün gün üzerindeki dikenleri ayıklamakla vakit geçirecektik. Belki de tutarım diye altına girmişken beni de sürükleyecekti ki o zaman maymunların birbirlerinin bitlerini temizlemesi gibi oturup birbirimizin dikenlerini ayıklayacaktık. Aklımdan herhangi bir aksilikte ne yapacağım geçiyordu. Yakında kimse yoktu, telefon çekmiyordu, bağırsak da cevap sadece gökyüzünde süzülen yırtıcı kuşlardan gelirdi. Planım şuydu: Hemen gps ile koordinatları alıp kaydedecek ve zirveye çıkıp telefonla yardım çağıracaktım. Gezi boyunca yanımda gps taşımam bana bu anlamda rahatlık verdi, çünkü bu yerde nerede olduğumuzu anlatmak çok zor olurdu.



Biraz önden gidip kayalıkların arasından zirve düzlüğüne çıkan bir yarık buldum. Yarığın duvarını oluşturan kayanın üzerine çıktığımda ne göreyim, bu kaya geçen hafta üzerinde konakladığımız kayanın ta kendisi (Bu arada geçen hafta bu yamaçtan tırmanmamıştık. Biraz sonra yazacağım iniş yolundan çıkmıştık düzlüğe). Bu kadar olur, etrafta yüzlerce kaya var, sen hem aşağıdan hem yukarıdan gel aynı kayayı seç.



Bizimkileri yarığa yönlendirdim, bir süre sonra onlar da zirvedeydi. Baktım ilerden biraz önceki grup geliyor. Rehberleri Cuma Saltık yanlış yerden çıktığımızı söylüyor. Olsun çıktık bir şekilde. Yanında dört İngiliz turist var, onları gezdiriyormuş. Aslında Ağrı’ya çıkacaklarmış ama Jandarma üç Alman’ın kaçırılmasından sonra çıkışı yasakladığından buraları gezdiriyormuş. Yarın da Süphan Dağı’na çıkacaklarmış.





Kayanın üzerinde gps 2912 metre rakım gösteriyordu. Yani yaklaşık 500 metre tırmanmışız.





Grubu uğurladıktan sonra meyve suyu, muz, gofret ve yulaflı bisküvi ile karnımızı doyurduk. Üç çeyrek saatlik tırmanışın sonunda yorulan bedenleri manzaraya serdik. Şarkılar türküler söyledik.





Yol boyunca “Bir daha tırmanırsam ne olayım!” diye sızlananlar bile o an halinden pek memnundu.



Arkaya manzarayı bulduk tabii, fotoğraf da beleş, çek babam çek…





Biraz dinlenme ve yemek sonrası kendini toplayan vücutlarda enerji yerine gelmeye başlayınca temiz havanın ve manzaranın da etkisiyle nöronlarımız kanlandı.



Atraksiyon yapmadan duramadık.



Eve dönünce bu fotoğraflara bakıp bakıp gülmekten gözümüzden yaşlar geldi.





Ben ilerideki tepeye de gitmek istedim ama Hasan’la Şule sen git biz burada bekleriz deyince vazgeçtim. Zaten biraz önce tanıştığımız Cuma da en güzel manzaranın burada olduğunu söyledi. Belki bir gün bu kraterin çevresini yürüme şansım olur. Biraz daha dinlenip video çekimi yaptık. İşte burada:


- For more of the funniest videos, click here

Dönüş yolunda zirvenin üzeri düz, yürüyüş rahat, hava temiz manzara mükemmel, keyifler gıcırında.



Önce hafiften tatlı bir rampa tırmanıyor sonra yol boyunca inişe başlıyorsunuz.



Öndeki sırtın sağında krater gölü solunda Van Gölü uzanıyor.



Gerçekten akıllara zarar bir manzara.



Yürürken birkaç metre ötedeki çalıların arasından bıldırcınlar fırlıyor, tepede kocaman bir kuş süzülüyor, otlar bacağınızı okşuyor, rüzgar yüzünüzü; insanın içinden buradan ayrılmak gelmiyor.

Dönüş yolu çok kolay. Aslında sabah tırmanışı da bu yoldan yapacaktık ama işte grubun peşine takılınca biraz yorucu oldu. Olsun iyi bir tecrübeydi.



Bu patika aşağıda kraterden çıkıp Ahlat’a giden toprak yola bağlanıyor.



Oradan da arabaya kadar 3-4 km’lik düz bir patika var.



Sağımızda birkaç saat önce ter döktüğümüz yamaca bakıp “İyi çıkmışız beea!” diyoruz.



Ilık gölün kenarında rehber Cuma karşılıyor ve tebrik ediyor bizi, geri döneceğimizi düşünmüş bir ara. Ağrı’da Almanların kaçırıldığı gün bir başka grupla birlikte o da oradaymış. Gecenin macerasını anlatıyor merakla dinliyoruz. Kendi turist ekibine paniğe neden olmamak için söylememiş. Ekip Ağrı zirvesinde telefonları açınca (zirvede telefon çekiyormuş) yakınlarından gelen mesajları okuyup öyle öğrenmişler. Hiçbiri ağız tadıyla zirvenin keyfini çıkaramamış yazık. “Bu tepeye çıktıysanız Ağrı’ya daha kolay çıkarsınız” diyor. Aslında haksız sayılmaz, aynısını Kaçkar tırmanışından sonra da duymuştum. Beş gün süren çıkış boyunca günde 3-4 saat yürünüyor. Çıkış rotasında yürüyüşü zorlaştıracak çarşak vb gibi zemin yok. Sadece son 300 metrede buz olduğundan ayakkabılara çivili ekipman takılıyor. Tabi bu yazdıklarım sadece haziran ile eylül ortası arasında geçerli. Merak edip soruyorum tur için ne kadar ücret aldığını. “Size numaramı vereyim istediğinizde arayın çıkış tarihimi söylerim ekibe katılırsınız. 100-150 YTL’ye katır kiralarsınız, bende gerekli ekipman var, yemek tenceresi zaten pişecek, misafirim olursunuz, ben zaten yabancılardan para kazanıyorum, sizden para istemem” diyor. Bu cömertliği yetmezmiş gibi çıkışta biraz zorlandığını öğrendiği Şule’ye bir de baton hediye ediyor. Bu doğu insanın yüreği kaç kilometre kare? Yine mahcup oluyor yine hayran kalıyoruz. Sanırım Ağrı’ya kiminle çıkacağımı artık biliyorum.



Yorgunluğumuzu atmak üzere ılık göle atlıyoruz.


- Awesome video clips here

Çıktığımızda pillerimizin dolduğunu hissediyoruz. Yavaştan toparlanıp içtiğimiz suların kolaların parasını ödemek üzere Necati’ye gidiyorum, “Yok borcunuz yolunuz açık olsun” diyor. Gönlümden kopanı zorla verip Ahlat’a sürüyoruz.



Geçen haftadan çok memnun kaldığım 3 yıldızlı Büyük Selçuklu Oteli’ne yerleşiyoruz. Adı üç yıldızlı ama bana sorarsanız bazı beş yıldızlılardan bile daha iyi hizmet veriyorlar. Bu sefer ayağımız alıştığı için kişi başı kahvaltı dahil 35 alıyorlar.



Akşam yemeğini göl kenarında kurulan masada yiyoruz. Gölden çıkan inci kefali kızartması, otlu peynir, haydari, zeytinyağlı barbunya, salata meyve ve rakı. Yemekte bize gölün karşı yakasında doğan dolunay da eşlik ediyor.



Bugün bana altı ay yetecek manzara gördüm. Susadım acıktım ve yoruldum, boğazımdan akan rakının tadı bir başka güzel bu akşam.
Gece geç saatlere kadar içip muhabbet ediyoruz. Sabah on gibi uyanıp kahvaltı yapıyoruz. Ardından biraz yüzüyorum, Hasan’la Şule kayısı ağacının gölgesinde çay içip gazete okuyorlar.



Öğle vakti güzellik uykumuzdan uyanıp yola çıkıyoruz. Bitlis’te Selçuklulardan kalma çok güzel bir eser olan İhlasiye Medresesi’ni geziyoruz. Kale’nin çevresinde uyuşuk uyuşuk dolanıyoruz. Kaslar hafiften ağrıyor çünkü. Oturduğumuz yerden kalkarken hepimizden bir ay/uy/aman sesi çıkıyor istemsiz olarak.



Batman’da durup karnımızı tıka basa dolduruyoruz. Yediklerimizin ismini hiç duymamıştık, meğer aşçıları Marmaris’ten transfermiş. Bizim oralarda bulamayacağımız türden yemekler bunlar. Batman’dan geçerken yolda geleceğin motor yarışçıları olmaya aday gençlerle karşılaşıyoruz.



Minicik motorları üzerine olabildiğince yatıp hızlı gitmeye çalışıyorlar, maksimum hızları 60 km civarında. Benim motoru versem kesin ölürler. Ne kask ne vücut korumaları var. Bir yandan kızıyor bir yandan da motorların haline bakıp hak veriyorum.



Son sözlerimiz değil de son fotoğrafımız nasıl olurdu acaba denemesi yapıyoruz. Yol eğlenceli geçiyor.

Bu iki gün bütün o yola ve yorgunluğa değdi doğrusu. Bir daha değil beş defa daha zevkle giderim Nemrut Krater Gölü'ne.
(Yemekler, konaklama, benzin, vs her şey dahil kişi başı 160 YTL harcamışız)