18 Mart 2008 Salı

Urfa Halfeti

URFA - HALFETİ



Uzun zamandır yazamıyorum. 5 ay oldu. İlk 4 ay zaten iş ve hayat yoğunluğundan yapacak farklı birşey olmamıştı. Elazığ’da ve Malatya’da birkaç motosiklet gezisi yaptım. Özellikle Elazığ’da acil hekimi motorcu arkadaşım Kemal ile Tunceli Pertek’e giden feribotun kalktığı sahil tarafında güzel kros maceralarımız oldu. Motorların zıplayabileceği her tümsekten zıpladık. Birkaç milisaniye bile havada kalmanın tadına vardık. Gözümüzün kestiği her tepeye tekerlerimizden topraklar fırlatarak tırmandık.12 Şubat itibariyle Mardin Kızıltepe’de göreve başladım. Geldiğim günle birlikte sinüzit atakları başladı ve hala devam etmekte. Dışarı bakınca sis var zannedilse de aslında görülen bulanık manzara toz bulutuna ait.


Sigarayı bırakalı bir yıl oldu pek de memnundum ama burada sanki iki paket sigara içiyor gibiyim. Öksürük aksırık tıksırık ne varsa hepsi var. Yakın zaman önce yollar arnavut kaldırımı ile döşenmiş olsa da malesef coğrafyanın da katkısıyla toz eksik olmuyor. Toz her yerde. Yatak odamda gece öksürükten uyanmayayım diye buhar makinesi koydum. Hava çok kuru ve tozlu. Kaldığım evde camlar hiç temizlenmemiş. Mesela şehirlerde görülür ya hani camdan sarkıp cam silen teyzeler, burada bunu yapmanın bir anlamı yok çünkü bir kaç gün içinde eski tozlu hallerini alıyorlar. Aynı şey arabalar için de geçerli.
Hoş evin camlarının temizlenmeme nedeni sadece bu değil aslında. Birlikte kaldığım arkadaşlarım bir keresinde temizliğe gelen kadının sadece camları değil camların çevresindeki 1 metrelik bir alanı da hiç temizlemediğini görmüşler. Kızıp kadına sormuşlar neden temizlemedin diye. Meğer kadın daha önce iki katın üzerinde hiç biryere çıkmadığı için 7. kattaki camdan dışarı bakamamış, korkmuş yanaşamamış camlara. Diğer gelen kadınlar da ev işinden pek anlamıyormuş zaten, yapılan bütün ütüleri kendileri baştan yapınca artık kadın çağırmamaya karar vermişler. Bugün posta kutusunda yeni açılan bir temizlik şirketinin reklamını buldum. Bu açığı fark etmiş olacaklar ki deneyimli elemanlarla temizlik yapmayı vaad ediyorlardı.
Neyse Kızıltepe’yi ayrı bir yazı konusu olarak ayırmakta fayda var, arada kaynamasın şimdi. Yine de beni esir eden toz hakkında laflamadan geçemedim işte...
Kızıltepe’ye gelmeden önce Malatya’da motorumu değiştirmiştim. Yeni sevgilim 2008 model Yamaha XT 660 R. Yollardan uzun süre kar kalkmadığından buraya geldikten ancak 3 hafta sonra Malatya’ya gidip getirebildim kendisini. Cuma günü öğlen önce Diyarbakır’a oradan da Malatya’ya minibüs’le toplam 8 saatte ulşatım. Yol topu topu 270 km’lik olsa da şehirler arası otobüs değil minibüs taşıması yapıldığından ve o da her yerde durduğundan yol böyle uzun sürüyor. Her iki şehir arasında da minibüsler dolup taşıyor.


Koltuklar arasındaki yerlere tabureler atılıyor insanlar oralara sıkışıyor, zaman zaman tartışmalar yaşanıyor, arkadan biri inmek isterse herkes kalkmak zorunda kalıyor.
Malatya’da kadim dostum Cihangir ve ailesiyle güzel bir akşam geçirip Cumartesi günü erkenden motorla buluşmaya gittim. Sağolsun Lider Motor’un sahibi Ali Ekber Usta üç haftada motoru çıplak haliyle ilgisi olmayan bir turing makinesine dönüştürmüş. Turing cam, alt koruma, yan çanta demirleri, çantalar vs...Bunlar karşısında ödediğim cüzi miktar harcadığı bu emek ve zamanı karşılamaz. Yaptığı iş hakikaten gönül işi, sağolsun.
Aslında o günü de asker arkadaşlarım Levent ve Cihangir’le geçirmeyi planlıyorum ama internet Pazar gününü yağışlı hava gösterince hemen yola düşmeye karar verdim. Doğru dürüst vedalaşamadan bazı dostlarıma hal hatır soramadan Malatya’dan ayrılmak zorunda kaldım.
Yeni sevgilimin uzun yol performansından genel olarak memnun kaldım ama tek silindirli olduğundan 110-120 sonrasında vibrasyon kaçınılmaz oluyor. Bir an önce Mardin’e ulaşma kaygım olduğundan fazla fotoğraf çekemedim.
Yine de Hazar Gölü kenarındaki yolda nefis manzaralardan bir iki tane çekmeden geçemedim. Her yıl kar nedeniyle en az bir kez kapanan Maden ilçesinde yine kar vardı ama yollar temizdi.

Yolda durduğum benzinlik ve kahvelerde robokop gibi bedenim ve motorum ilgi topladı. Özellikle bu soğuk havada motor kullanılamayacağını düşünen insanlara kıyafetin önemini anlatmakla uzun dakikalar geçirdim. Sağolsun insanlar da artık “Yazık deli bu!” diye mi yoksa “Helal olsun cesur adammış” diye mi bilmem bana çok iyi davrandılar. Çaylarından sularından ve hoş sohbetlerinden mahrum etmediler beni.
Aslında bu yazıda kronolojik sırayla anlatsam hikayemi önce Mardin’den bahsetmem gerekir ama onu bir seferde anlatmam çok zor. Şu ana kadar bir hafta sonumu ve muhtelif hafta içi günleri Mardin’i gezmekle geçirsem de daha çok mesai harcamam gerekecek. O nedenle şimdilik Urfa’ya uzun atlama yapacağım.
Kızıltepe Urfa arası 160 km. Yol muhtemelen Türkiye’de iki şehiri birbirine bağlayan en berbat yoldur. Haritadan baktığınızda dümdüz bir çizgi şeklinde. İnsan “Oh basar giderim” diye düşünüyor ama yol kalitesi o kadar kötü ki. Ezik, gedik, çukur, tümsek, yama dolu bir yol. Ben arabamı bu yolda 30 km hızdan daha hızlı kullanmaya kıyamıyorum. Yine de yolun bozukluğuna aldırmadan hızlı gidenler var. Ama insanlar ne yapsın, bu dümdüz yolda da yavaş gidilmez ki. Geçenlerde Renault servisindeki ustayla ayaküstü sohbet ettik, dediğine göre bu yollarda giden sıfır araçlarda bir kaç ay sonra hemen sanki araba eskiymiş gibi tıkırtı/çıtırtı başlıyormuş. Yolda amortisörleri de kıranların sayısı az değilmiş.
15 Mart sabahı erkenden yola çıktım. Motorum cross/enduro olduğundan tam bu yollara göre. Yandan esen kuvvetli rüzgar hızımı kestiğinden yol tahminimden daha uzun sürse de keyifli geçti. Yeni aldığım gps ile kaska monte edilen kulaklıkları deneme şansım oldu. İkisinden de pek memnun kaldım. Gps’e şarkı yüklüyorsun uzun yolda dinliyorsun. Bu yalnız aktiviteye keyif katıyor. Urfa’ya 30 km kala benzin almak için durdum. Misafiri olacağım genel cerrah arkadaşım Özgür’den gideceğim yerin açık adresini alıp gps’e girdim. Gps hedefe vardığımı gösterdiğinde ustanın mekanını bilmediğimden yolun sağında dürümünü yiyen abiye yanaşıp Kemal Usta’yı sordum. Eliyle yolun karşısını beş metre ileriyi gösterdi. Herhalde kendim arasam fazladan en az 20-30 dk harcardım. Kimilerine gps çıktı motorculuk bozuldu dedirtecek cinsten bir cihaz olsa da zamanı kısıtlı olan insanlar için çok faydalı olduğunu düşünüyorum.
Kemal Usta tipik bir motor ustasından çok daha fazlası bir insan. İçi dopdolu bir gönül adamı. Dükkanın içinde 6-7 tane büyük motor var. Hepsi kurdukları “gudu gudu” ekibinden birine ait. Motorların ön tarafında da ekip elemanlarının kıyafetlerinin bulunduğu dolaplar var. Bir motorcu için ideal bir mekan. Atla gel giyin ve yola çık. Üstelik yola çıkmadan önce de motorunun her türlü problemi için yanında Kemal Usta gibi bir erbap olsun. İzmir’de de Bostanlı’da buna benzer bir alan açılmıştı. Aylık ücret karşılığında hem motorunu park ediyorsun hem de sana bir çelik dolap veriyorlar içine kıyafetlerini koruyorsun. Urfa’daki bu organizasyonda bunlara ek olarak güneydoğu’nun en nitelikli motosiklet ustasının refakati ve tüm bunların da beleş olması cabası.
15-16 mart urfa halfeti 9
Benimkini de içeri yerleştirdikten sonra diğer motorcularla tanışmak için sıcak çay eşliğinde beklemeye koyuluyorum.





Benimkinin yanında Kemal Usta’nın bir süredir hayata döndürmekle bizzat uğraştığı 1952 model tek silindirli, gürül gürül çalışan, yanındaki yeni model teknolojik makineleri gölgesinde bırakan bir BMW duruyor. Şimdilik enerjisini huni vasıtasıyla solusa da yakında sokaklarda alımlı bir kız gibi dolaşırken kendine baktıracağından kuşkum yok.
Kısa bir süre sonra internet aracılığı ile tanıştığım Özgür geliyor. Yanında sevgilisi Pınar da var. Birlikte hoş sohbet eşliğinde kahvaltı yapıyoruz. Kemal Usta’nın mekana döndüğümüzde bizi Uğur-Işıl ve Muzaffer-Candan ile tanışıyorum. Bu kadar motorcu toplanır da marşlara basılmadan olmaz . Kısas’a doğru sürmeye başlıyoruz. Nereye, nasıl bir yere gittiğimiz hakkında bir fikrim yok. 30 km kadar durduğumuzda herkes kaskını çıkarmaya başlayınca hedefe vardığımızı anlıyorum. Nereden bulmuşlarsa burayı. Kısas’ın ortasında köşe başında şirin küçük bir dükkan. Ama en önemli özelliği önüne tabureleri atıp bira içilebiliyor olması.
Arpa sularını yudumlarken olası seyahat rotalarından bahsediyoruz. İlk sırada avrupa var. Çeşmeden İtalya’nın Brindisi limanına, oradanda güneyden devam ederek Fransa kıyıları, yukarı Paris ve doğuya ilerleyip Balkan’lardan yurda giriş. Toplam 5500 km 20-25 gün. Son altı aydır planladığım rotanın çok benzerini yapan anlaşabileceğim birileri ile Urfa’da karşılaşacağım ve Kısas’ta birlikte bira içeceğim kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.
Akşama Mersin’den gelen 7 kilo 700 gram ahtopot-rakı ziyafeti için beni de davet ediyorlar, sözleşiyoruz. İstikamet Balıklı Göl ve Pınar’la buluşma. Pınar gelmeden birkaç fotoğraf çekme fırsatım oluyor.
Balıklı Göl 2003’teki ziyaretimden bu yana pek değişmemiş. Geçen sene balıkların büyük kısmı suya kanalizasyon karışması nedeniyle ölmüşler ama şu andaki balıklarda öncekiler gibi semirmiş ve ölümüne açlar. Birbirleri üzerinde yüzüyorlar.

Uzansan ıslak bedenlerine dokunabilirsin. Elin kaymasa tutup çıkarabilirsin bile. Kutsal oldukları için yakalanmaları yasak. Ama ben yine de kimsenin bunlardan bir tane alıp afiyetle yemediğine inanasım gelmiyor. Ankara’da Kuğulu Park’taki kuğulardan birinin boynuna kravat takarak yakalayıp pişirip yiyen adamın efsanesi anlatılır. Eh bir de Tabutta Röveşata diye bir film yapılmış bu ülkede. Hani Rumeli Hisar’ındaki tavus kuşlarından birine bağlanan bir adamın (Ahmet Uğurlu) açlıktan hayvanı kesip yediği film (Seyredilecek on film arasındadır bu arada). Filmde oynayan sokak adamları profesyonellere taş çıkarsa da gerçek oyuncular değildir o filmde. Yıllar önce Rumeli Hisarını gezerken o adamların sokaklarda yaşayan gerçek evsizler olduğunu ve banklarda oturan insanlardan “sosyal yardım” adı altında şarap parası istediğine şahit olmuştum. Ben dahil herkes de sosyal yardımını yapmıştı. Balıklı Göl çevresinde her yerde olduğu gibi buranın tarihini ısrarla anlatmak isteyen üç kuruş para kazanma derdindeki çocuklar dolu. “Anlatma, biliyorum” deseniz de peşinizi bırakmıyorlar. İster türkçe ister ingilizce ister kürtçe anlatırım diye kendi reklamını yapanlarla çoktan kurulu motor gibi anlatmaya başlamış olanlar arasında sıkı bir rekabet var.
Sonuç etrafınızda aynı anda konuşan erkek çocuklarının sesinden oluşan bir cümle karmaşası oluyor. En iyisi nedir ben de bilmiyorum. Ya kulaklarınızı tıkayın ya da öğrenmek istiyorsanız birini alın ki diğerlerini kovalasın.



Gölün sonunda yerel kıyafetler satan bir dükkan var. 2003’te burada boş bir oda içinde oturulacak yerler ve içinde gölün suyunun aktığı bir kanal da vardı.
Burası kutsal bir yer olarak kabul edildiğinden din turizmi de iyi işliyor. İran’dan filan gelenler oluyormuş.
Yolda yürürken karşımdan bir sürü üniformalı bi sürü insan geliyor zannettim. Meğer birkaç erkeğin refakat ettiği bir sürü kara çarşaflı kadınmış. Öyle hayaletler gibi gelip geçtiler. Kenara çekilip geçitlerini izledim.
Pınarla buluşup Kale’nin eteklerindeki Çift Mağara’ya gittik.
Büyük bir mağaranın ve komşuluğundaki daha küçük mağaraların kafe-restorana dönüştürülmesi ile oluşuturulmuş bir mekan burası.


Dışarıda oturursanız önde Balıklı Gölün arkada da Kale’nin güzel manzarası sarıyor etrafınızı. Hele hava da güzelse yanında menengiç kahvesi, nargile ve hoş sohbetin tadına doyum olmuyor. Yamacın serin havasında otururken aklıma Urfa’nın ampul manzarasına karşı şöyle iki kadeh rakı bir de cızırdayan mangalın buraya çok yakışacağı düştü.



Eskiden ikiside varmış ama sonradan bu kutsal mekana ve önünde duran camiye karşı içmek günah olur diye yasaklanmış. Mangal rakı filan derken aklıma ahtapot ve rakı geliyor. Pınar’dan ayrılıp motorcu dostlarımın yanına Köşebaşı Meyhanesi’ne yol alıyorum. Ekip ahtopotu çoktan haşlamış, soslamış, birazından zeytinyağlı meze yapmış gerisini mangala koymuş bile. Zeytinyağlı ahtapot salatası balık lokantalarında yediklerime taş çıkartacak kadar güzel.
Pişmemiş hali biraz iğrenç görünse de ağza girince hapur küpür gidiyor.
Gerisi doludizgin muhabbet.
Gece yatmak içi Kemal Usta beni evine davet ediyor. Uzun sohbetin ardından sabah erkenden kalkmak üzere yatıyoruz. Ertesi gün Muzaffer, eşi Candan ve Pınar ile Halfeti’ye gideceğiz. Pınar motosiklete binmeyeceği için bize arabayla eşlik edecek.
Sabah Kemal Usta beni diğerleriyle buluşma noktasına götürüyor, burada helalleşip ayrılıyoruz.
Pınar, Candan, Muzaffer ve ben birlikte hafif bir kahvaltı yaptıktan sonra yola düşüyoruz. İstikamet Urfa-Antep otobanından Birecik dolaylarında Halfeti’ye giden yola sapmak. Bu motosikletle düzgün yolda, yağmursuz, karsız açık rüzgarsız havada ilk yolculuğum. Artık hız denemesinin vakti geldi herhalde diye yükleniyorum tek silindire. 167’de takılıyor km. Eh yeter! Otoban koşullarında Muzaffer’lerin 3 silindirli Triumph Tiger’ı sanırım benim bol vibrasyonlu XT’den daha konforludur.
Otoban yolculukları motorlar için pek keyifli gelmez bana. Sıkıcı düzlükte basar gidersin. Güzel manzaraları, bozuk satıhlı yolları ya da güzel virajları olmaz. Biz de gerekeni yapıp gazladık Birecik’teki kavşağa kadar.



Kavşaktan sonra Halfeti’ye kadar yol güzeldi, ,sabahın temiz ve serin havası motor üstünde ilkbahara yeni yeni uyanmaya başlayan doğanın içinde alınan virajlarla birleşince keyfim iyice arttı.
Halfeti’nin tepenin üzerinden görüntüsü bile burayı sevmeme yetti. Kimin aklına gelir ki güneydoğu’da kendi halinde sakin bir sahil kasabası ile karşılaşacağı? Üstelik kasabaki evlerin mimarisi ne Ege ne Akdeniz. Şöyle denebilir, minyatür bir Mardin’in su kenarında olan şekli.
Belediye bu parkurda neler görülebileceğini gösteren bir tabela hazırlamış.
Aslında öncelikle Halfeti’nin tarihi sokaklarında bir yürüyüş çok güzel olurdu ama benim akşam hava kararmadan Mardin’e dönmem gerektiğinden önceliği tekne turuna veriyoruz. Fazla vakit kaybetmeden hemen limanda bulunan teknelerden birini kiralayıp parkur gezimize başlıyoruz.
Arkadaşların dediği gibi gerçekten de suya dokunan her yer güzelleşiyor. Özellikle deniz kenarı memleketlerden buraya gelip suya özlemi olanlarla şiddetle önereceğim bir yer. Gördüğüm diğer güneydoğu illerinden farklı olarak buranın kadınları da hayatın içindeler. Pek çok iş yerinde onları da görmek mümkün. Çoğunun başı açık modern giyimli insanlar. Ve su onları da güzelleştirmiş.
Denizden uzak bu yörelerde hafifçe salınan tekneye atlamak bile insana keyif veriyor. Teknemizin kaptanı Yasin dümeni ayağı ile kullanan güleryüzlü bir genç. Babasıyla birlikte tekne işindelermiş. Daha yüz metre gitmeden başka bir iskeleden köye gidecek bir kaç kişiyi alıyoruz. Teknenin hemen önünde sular altında kalmış demir elektrik direği suyu bilmeyen kaptanlar için tuzak vazifesi görüyor.



Demek bu sulara tüple dalsak sekiz yıldır sular altında olan sokaklar arasında dolaşacağız.
Sordum Yasine dalan yokmuş bildiği kadaryıla. Belki de suyun berraklığı uygun değildir, görüş mesafesi azdır.
Manzara şahane. Ben de kurulmuşum koltuğa keyfim yerinde. İlerleyen teknenin titreşiminden koltuk da payını alıyor. Hani alışveriş merkezlerinde filan olur ya bozuk parayla çalışan masaj koltukları onlar gibi titriyor, kalkasım gelmiyor.
Karşımızda karşılıklı yükselen görkemli yarların arasına doğru giderken Ulu Caminin yanından geçiyoruz. Yarısına kadar suya batmış, hemen önünde de bir evin terası suyun birkaç santimetre üzerine çıkmış.
Her iki yanımızda uzanan kayalıklar arasından çevreyi izleyerek, biraz lak lak yaparak biraz da Pınar’ın yaptığı sigara böreklerini götürerek ilerliyoruz. Bu coğrafyaya özgü bir çok yaban hayvanı varmış. Ben sadece bol miktrada karabatak ve martı gördüm. Şu martılar da ne garip canlılar yahu. Sen nerden duydun da geldin buraya arkadaşım. Nerede göl gölet biraz balık orada martı.




Yavaş yavaş Rumkale’ye yaklaştıkça heyecanım artmaya başlıyor. Buranın fotoğrafını ilk kez bir fotoğraf dergisinde görmüş ve şaşkınlık içinde kalmıştım. Sulardan dimdik yukarı uzanan taştan kale duvarları ve içinde bir sürü tarihi yapı, üstelik medeniyetin olduğu taraftan buraya sadece tekne ile ulaşılabiliyor.
Rumkale’ye uğramadan önce karşı kıyıda bulunan mağaralara gidiyoruz. Daha tekneden inmeden mağaraların insan pisliği ile kirlenmiş olacağını varsayıyor ve haklı çıkıyorum. Fazla uzakta değil Hasankeyf’te de benzer mağaralar açık hava tuvaleti olarak kullanıldığından güzelliğine ciddi gölge düşürüyor. Daha samimi olayım: Leş gibi kokuyorlar!
Yine de binlerce yıldır yaşamın pek çok anına tanıklık etmiş bu mağaraların içine girmek daha önce başka binlerce elin dokunmuş olduğu duvarlarına dokunmak güzel bir duygu.
Mağaralara sırtınızı dönünce Fırat’ın ve Rumkale’nin nefis manzarası karşılıyor insanı.
Mart ayının ortasında olmamıza rağmen hava güzel ve suda yüzen biri var.




Bizim kaptan Yasin’in dediğine göre yazın tekne kiralayıp istediğimiz yerde durmak ve yüzmek mümkünmüş. Hatta istersek yemeklerimizi teknede yeyip gece de tekne de yatabilirmişiz. Yani mavi turun Fırat’taki şekli denebilir. Hafta sonları için çok iyi bir dinlenme planı bence. Bu cazip hizmetin fiyatını sormadım ancak yaklaşık 2,5-3 saatlik tekne gezimizden dört kişi için 60 YTL aldı. Herhalde tüm gün 100’den aşağı olmaz. Yasin’in telefonu: 0.537.646 76 10 arayıp sormak lazım.
Buranın suyu çok durgun, hiç dalga yok. Kano iyi fikir mesela. Kekova’daki gibi. Zaten ana fikir benzer, batık kent/kasaba üzerinde kanoyla dolaşmak, çevredeki yabani kuşları gözlemlemek, arada suya balıklama dalmak (elektrik direklerine dikkat!), yamaçın kayalıklarına tırmanmak, yandaş kanoyu devirmeye çalışmak falan çok eğlenceli olurdu. Akşamına da su kenarında ya da teknede rakı-balık, üf derim.
Mağaralardan ayrılıp batık köy Savaşan’a gidiyoruz.
Diğer baraj göllerinde de olduğu gibi burada da sahil kenarında göl oluşmadan önce kullanılan yolları görüyorsunuz. Yollar suya dalıyor karşı kıyıdan bir yerlerden çıkıyor.
Savaşan Köyü’nün camisinin sadece minaresi su üzerinde kalmış. Kim bilir bu seviye de daha kaç hane vardır.
Köy neredeyse tamamen terk edilmiş. Sadece birkaç hanede üç beş kişi var. Kalan o üç beş kişinin de keyfine diyecek yok. Sadece üç beş kuş sesinin olduğu bu mekanda suyun kenarına çekmişler sandalyelerini çay içiyorlar
Biz de özenip sahil kenarındaki aile çay bahçesine gitmek istiyoruz.



Ama önce karşı kıyıda yarıdan fazla sulara gömülü olan kilise harabesinde birkaç fotoğraf çekiyoruz.
Çaylarımızı içip bu köy hakkında yaza yönelik planlar yapıyoruz. Çevrenin sessizliği ve huzuru öyle baskın ki insanın buradan gidesi gelmiyor. Plan şu: Yazın üst yoldan buraya ulaşacağız, yanımızda bilumum nevale ve çadırlar olacak, iki gün çimenlerde kamp kuracağız, akşamları mangalımız yakıp rakımızı içeceğiz, gündüz bol bol yüzeceğiz, çimlere yayılacağız, terk edilmiş evleri ve sokakları keşfedeceğiz. Umarım gerçekleşir.
Sonraki durak Rumkale. Yolda yine yanımızdaki azıktan tırtıklıyoruz.
Aşağıdan Rumkale’nin görünümü muhteşem. Üzerinde bulunduğumuz suların 30-40 metre altında eski yerleşimin kalıntıları var. Şu an bulunduğumuz nokta ile Halfeti arası 5 km uzaklıkta.
Bu baraj olmadan önceki resimlerden biri. Kale’nin surlarının yamacındaki topraklarda binlerce mezar varmış ancak hiçbir kazı yapılmadığı için 2000 yılında Birecik Barajı’nın suları altında kalmış. Tıpkı Zeugma gibi.
Hz.İsa'nın havarilerinden Jhonnes'in , Roma döneminde Rumkale'de kayadan oyma bir odada
İncil'in nüshalarını çoğaltığı rivayet ediliyormuş. 1113 te III. Grogories Rumkale’ye
başpiskoposluk makamını taşıyarak stratejik kimliğinin yanısıra önemli bir dini merkez olmasına da yol açmış.




Kale 120x200 metre ebatlanndaki dikine kesilerek ulaşılması zorlaştırılan doğal kaya platform üzerine oturtulmuş. Sur duvarı düzgün kesilmiş kalker kesme taş bloklarıyla inşa edilmiş. Kale’nin kuzey ve doğu surlarında 7 adet pek azı ayakta kalabilmiş burç bulunuyor. Kaleye doğu ve batı yönden olmak üzere iki ana giriş kapısı var. Kapıdan girildikten sonra doğal kapıya uygun kademeli olarak yapılan burçlara açılan 3 ayrı kapıdan geçilip iç kaleye giriliyor. Eskiden Fırat nehrine bakan doğu kapısına ancak nehir geçildikten sonra ulaşılabiliyormuş. Ayrıca doğal bir kayanın üzrinde bulunan yüksek konumu kalenin kendine özgü savunma sistemi oluşturuyor.
Kalenin içindeki yapılar neredeyse tamamıyla harabe durumunda
Ayakta bir şeye benzeyen tek yapı Şair Aziz Nerses Kilisesi. Çevredeki diğer yıkıntılara da hızlıca göz attıktan sonra tepenin zirvelerine, nefis manzaraya ve serin esen havaya doğru ilerliyoruz.
Gerçekten muhteşem manzaralar. Fazla söze gerek yok.




Dönüş zamanı yaklaştı. Saat üç buçuğa geliyor. Benim çoktan Mardin yolunda olmam gerekiyordu. Ama insan burayı yarıda bırakmaya kıyamıyor. Kale’den aşağı bizi doğu kapısında bekleyen tekneye doğru ilerliyoruz. Yolumuzun üzerinde meşhur su kuyusu var.
Kuyu 8 metre genişlik ve 75 metreye yüksekliğe sahip. Kaleden kuyunun dibine inmek için merdivenler var. Bu kuyu aynı zamanda Fırata ve suya ulaşmanın en kısa ve doğal yolu olup halen kullanılabilir durumda ve ziyaretçilere açık. Ama biz bu kadar yüksek bir yerden yüzlerce yıllık merdivenleri kullanarak inmeyi göze alamadık. E zaten benim de gitmem gerek artık öyle değil mi? Kuyunun dibini görmek için en iyi yol yere yatıp sürünerek kenara ulaşmak. Yoksa ayakta yaklaşmaya cesaret edilmiyor. Kenarlarda da çimenler kayar filan neme lazım deyip uzaktan bakmakla yetiniyoruz. Ama ben yine de dayanamayıp iki küçük deneme yapıyorum. Biri basit bir akustik denemesi. El çırpıp yankıları dinliyorum. İkinci deneme daha önce çocukken yüksek apartmanların balkonlarından yaptığım ile aynı olduğundan tecrübeliyim, olsun bir daha yapayım. Aşağı tükürmeden olmaz şimdi. Bakalım ne zaman çarpacak yere.
Dönüş yolu için doğu kapısındaki tarihi merdivenlerden iniyoruz. Yasin buralarda söylene gelen rivayeti anlatıyor bize.
Rivayet edilirmiş ki : Rumkale beyinin yönetimi devrerdeceği bi oğlu olmuş. Oğlunun adını Nergis koymuş.Bu oğul o kadar güzel ve biçimli bir yapısı varmış ki onu gören tüm genç kızlar ona aşık olur ancak aşkına karşılık bulamayınca yıkılır ve intihar ederlermiş. Delikanlı ise buna bir anlam veremezmiş.
Günlerden bir gün Kale saldırıya uğramış. Kale’nin beyi oğlunu saklamak ve kaçırabilmek amacıyla Rumkale su kuyusuna indirmiş. Kuyunun dibindeki su çok berrakmış. Tıpkı bir ayna gibi olan suda delikanlı kendi görüntüsünü görmüş ve ona aşık olmuş. Eğilip ona ulaşmak isteyince de önce kuyunun dibine ordan da Fırat’a yuvarlanarak boğulmuş.
Denirmiş ki: Delikanlının boğulduğu yerde bir çiçek bitmiş . Adına Nergis denmiş. Dünyanın en güzel kokan çiçeklerinden biri olan Nergis buradan tüm dünyaya yayılmış. Ama hiçbir yerde Halfeti’deki kadar güzel kokmazımış.





Halfeti limanındaki lokantada sahil kenarındaki banklardan birine kurulup bu gölden çıkan “şabut” balığı kebabı ısmarlıyoruz. Şabut büyükçe sazana benzeyen bir balıkmış. Tabakta kılçıklar dışında balığa benzer fazla bir şey yok. Şişe geçirilmiş kübik balık parçalarının pul biber, biber salçası, zeytinyağı ve kuru soğan sosuyla kebaba dönüştürülmüş bir çeşit balık ızgarası bu. Açık söylemek gerekirse üzerindeki bu baharatlar ve sos olmasa bir lezzeti olmadığını düşünüyorum.
Çaylar kahveler içildi saat dört buçuk oldu bile. Bir saat sonra hava kararmaya başlayacak. Mardin ise buradan 2.5-3 saat uzaklıkta. Bu gece Urfa’da kalacağım kesinleşti. Karanlıkta yola çıkmayacağım. Tertemiz havada yapılan uzun gezimizin ardından bir de balıkları götürünce üstümüze feci rehavet çöktü. Kimse yerinden kalkmak istemese de zoraki hazırlanıp yola düştük.
Sözünü etmeden geçmeyeyim: Bu minyatür güneydoğu Marmaris'inde otantik evlere komşu sabah kahvaltısı dahil kalma fiyatı 15 YTL. Akşama lokantada rakı-balık yapıp sabah yüzüp iki günlüğüne nerede olduğunuzu şaşırabilirsiniz.
Otobanın ortasında daha yeni benzinliği geçeli birkaç km olmuşken deponun kırmızı ışığı yanıyor. Hesabıma göre beni Urfa’ya kadar rahatlıkla götürmesi gerekirdi. Bu motorun kötü yanlarından biri de bu gerçekten. Deposu sadece 14 lt benzin alabiliyor. Biraz bastık benzin o yüzden erken sinyal verdi herhalde. Muzaffer’lere yanaşıp el kol hareketleri ile derdimi anlatınca Suruç sapağından çıkıp benzin aramaya karar veriyoruz. Yol git git bitmiyor. Bakalım hangi tepede yolda kalacağım diye düşünüyorum. Neyse ki yanımda arkadaşlarım var. Suruç girişinde bir benzinliğe kadar götürüyor kalan benzin. Benzinlik ahalisi her zamanki gibi motorları incelemeye koyuluyor sorular soruyor. Derken aralarından biri Muzaffer’lerin motorunu göstererek “Bunun arka tekeri patlak” diyor. Hakkaten de yere dayanmış teker. Kim bilir ne zaman patladı.
Yakınlarda bir lastikçi buluyoruz. Tamir yaklaşık bir saat kadar sürüyor. Mardin yolunda karanlığa kalmamaktan kaçarken daha Urfa’ya varmadan havayı çoktan karartıyoruz. Urfa’ya kalan 30 km karanlıkta sürüyoruz.
Evde Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında”sını izleyip bira içiyoruz. Çok yorgunum filmi zor takip ediyorum. Aynı zamanda çok da mutluyum yeni dostlar ve yeni yerler keşfettim. Gözlerim kayarken sabahın köründe kalkıp Mardin’e sürmek istemediğimi düşünüyorum. Bu hafta sonu motora binmeye bile doydum. Daha ne olsun!