20 Ekim 2009 Salı

İĞNEADA

İĞNEADA




İstanbul’a taşınalı üç ay olmuş. Zaman ne kadar çabuk geçiyor. Geriye baktığımda henüz mükemmeli bulamasam da kısa mesafeli kafa dinleme yerleri arayışımın hala devam ettiğini görüyorum. Her seyahatin başına heyecanla başlıyorum ama hafta sonu ile kısıtlı vakit insanın heyecanını kursağında bırakıyor. Pazar öğlen tam dinlenmeye başlarken dönüş için hazırlıklara başlama zamanı gelip çatınca insanın çocuk gibi mızmızlanası geliyor. Hele ki dönüş yolunun berbat trafiğine takılınca bazen evde pineklemek daha çekici olabiliyor.
Bu kısa seyahatler arasından memnuniyetle döndüğüm ender gezilerden biri İğneada olunca paylaşmaya değer buldum



Kamp kurmak üzere Cuma akşamı alışveriş yapıp motoru yükledim. Cumartesi sabahı erkenden yola çıktım. Neyse ki bu saatte İstanbul’dan çıkmak o kadar zor olmuyor. Otoban sürüşü motora binmeyi özlediğimden olsa gerek keyifli geçti. Otoban çıkışındaki benzinlikte durup dinlendim. Beleş limonatalardan birkaç bardak içtim. Güneydoğu’da da beleş kaçak çay içerdim. Orada yanımda insanlar olur “Nereden, nereye, ne iş yaparsın, bu yolu da yapmadılar gitti vs..”gibi muhabbetlerle benimle birlikte keyfederlerdi. Şimdi yaz sıcağında sıcak kaçak çay yerine soğuk limonatamı yalnız başıma içiyorum. Hoş geldim.



Vize ve Saray üzerinden yola devam ettim. Ayçiçeği tarlalarının arasından keyifle geçtim.



Istranca ormanlarının arasından kıvrılan yollarda tertemiz havada acele etmeden ilerledim. Yola çıkmamın üzerinden 3 saate yakın zaman geçmişti, nihayet kendimi iyi hissetmeye başlamıştım. Yol boyunca uzanan orman o kadar sıktı ki birkaç metre ilerisi bile görünmüyordu.



Dışarıda toprak kokusu, ağaç kokusu, rüzgar sesi ve yeşilin bin bir tonu vardı. Dayanamayıp kaskımı açtım. Birkaç dakika boyunca ormanın kokusunu taşıyan rüzgarın yüzümü yalayan serinliğine kendimi bıraktım. Tabi rüzgar zevkle birlikte börtü böceği de taşıdığından gözüme sinek kaçması gecikmedi.



İğneada’ya vardığımda sorup soruşturarak kamp alanlarının yerlerini öğrendim. Merkeze yakın olanı seçtim. Alana varınca yakındaki göl nedeniyle etrafta çok sinek olduğunu ve geceleri bazen su yılanlarının çadırların altında dolandığını öğrendim. Üstelik çok “aile” bir havası vardı.



Kumsalda çadır kurmak yasaktı ama şansımı denemeye karar verip merkeze yakın olan kumsala sürdüm. Kumsalın göbeğine otel kondurmuşlar. Gidip fiyat sordum geceliğine 70 istedi. Vazgeçip dışarı çıktım. Motora atlayıp ayrılmak üzereyken otelin yakınındaki bisküvi kutularına benzeyen betonarme bungalovları gördüm. Denize yaklaşık 30 metre uzaklıkta, önlerinde de manzarayı engelleyecek hiçbir şey olmayan bungalovu geceliği 20’ye kiraladım.



İçerisi de dışı gibi minyatürdü. İki göçmüş yatak bir kırık pencere bir de kumlu tozluk o kadar. İşin özü çadırdan pek farkı yok. Kokan yastıkların üzerine uyku tulumuyla yatacağım. Yeteri kadar rakıdan sonra hiçbir önemi kalmaz bu ayrıntının.



Bir de pencerenin önüne kumsala nazır sandalye koymamışlar mı? Hemen seviverdim burayı. Biramı kaptığım gibi şezlonga yayıldım.



İlk izlenim olarak şunları sevdim. Birincisi İstanbul’a bu yakınlıkta bir yerin çoktan mahremiyetini yitirmiş olması gerekirdi. Çevreden mangal kokularının ve insan gürültüsünün yükselmesi lazımdı. Olmadı. Dalgaların sesinden ve bu salaş lokantadan beklenmeyecek şekilde arkadan mırıldanan Bob Marley’den başka bir şey yoktu kulaklarımda tınlayan. Gözlerimin önündeyse her birinin eşsiz olduğunu düşündükçe şaşkınlığımı alamadığım birbirinden farklı dalgalar ve iki günlüğüne de olsa doyasıya özgür olduğumu hatırlatan Karadeniz vardı.



İkincisi buraya gelmeden önce kısa bir kumsalı olduğunu düşünmüştüm, oysa gördüm ki başımı her iki yana çevirdiğimde kumsalın sonunu göremiyorum. Şimdi halim yok, dinlenensim var ama bir gün uzun kumsal yürüyüşü yapmak istersem aklıma İğneada yazıldı.



Hiçbir şey yapmadan öylesine uzandım bir süre. Getirdiğim dürbünle geçen gemileri ve martıları izledim. Dalgalarla oynayan insanları seyrettim. Bir ara sızmış olabilirim, hatırlamıyorum.



Karnım acıkınca yanımdaki nevalelerden bir şeyler hazırlayıp bungalovun önündeki sandalyelerden denizi seyrederek karnımı doyurdum.



Akşamüstü yürüyüşe çıktım. Sahil kenarında denize nazır güzel balık lokantaları vardı. Ara sokaklara daldım. İlçe otogarında düğün hazırlıkları yapılıyordu. Demişlerdi ki bana Trakya’da düğünlerde her masaya rakı koyarlarmış, insanlar içip Romen havalarıyla coşarmış. Bu gece eğleneceğim ümidiyle düğünü beklemeye koyuldum.



Bir kamyon kasasına konuşlanmış Romen orkestrasının ses kontrolünü seyrettim. Davulcu sanki eğlence çoktan başlamış gibi eğleniyor davuluyla dans ediyor ilginç hareketler yapıyordu. Fotoğrafını çekmeye başlayınca iyice coştu. Onca fotoğrafından hareketsiz olanı sadece üsttekiydi.



Bir de tabi fotoğraf çektiğimi görünce “Beni çek beni çek!” diye bildikleri bütün dans figürlerini sergileyen minikleri de unutmamak lazım.



Düğün hazırlıklarını bırakıp sahile indim. İşportadan 20 TL’ye mayo aldım. Etrafta bir sürü yabancı vardı. Satıcıya sorunca yabancıların Bulgar olduğunu, burada çoğunun yazlığı bulunduğunu söyledi. Muhabbet sıkılaşınca kendinin de aslında Bulgar olduğunu itiraf etti. Çok şaşırmadım aslında. Bulunduğum nokta Bulgaristan sınırına 12 km uzaklıkta ve Bulgar’ların vize sorunu yok, onlar Avrupa Birliği üyesi.



Romen düğünü ve rakı muhabbeti düşüyle düğüne geri döndüm ama hayallerim suya düştü. Burası da köklü değişimden nasibini almış olsa gerek ki sadece çay ikramı vardı, gelin iyi kıvırsa da türbanlıydı. Onca güzel müzik boşa gitti.



Dans pisti dolmadı bile. Davulcu da deriye öylesine vuruyordu sanki. Başlangıçtaki şevkini kaybetmişti. Eğlenemeyen, müziğe ve dansa katılmayan bir topluluğa çalmak nasıldır bilirim. Birkaç sıkıcı fotoğraf çektikten sonra ayrılmak üzere kalktım. Baktım akşamüzeri fotoğraflarını çektiğim minikler etrafımı sarmış oynuyor resimlerini çekmemi istiyorlar. Kırmadım çektim ama süt içecek havam olmadığımdan vakit kaybetmeden ayrıldım.



Bungalovumun önündeki kumsala serilmiş şezlonglar gel seril bana birlikte yıldızları seyredelim diye çağırıyorlardı. Yeteri kadar yumuşak olmadıklarına kanaat getirip lokantaya oturdum.



Akşam serinliğinde içimi rakıyla ısıtıp kavun karpuzla tatlandırdım. Uykuya dalana kadar Karadeniz’i dinledim.



Ertesi sabah Bulgaristan sınırına gittim. Aslında burası geçiş olan bir sınır değil. Yolun sonunda Anadolu’nun kim bilir neresinden gelmiş mazlum askerin “Buradan ileriye geçiş yok ağabey” dediği yerde yol bitiyor. Tarlaların arasındaki toprak yoldan ilerleyince karşıda Bulgar Köyü görülüyor. Yarım saatlik kulaç mesafesinde.



Daha ileride ise yalnız kalmak, kafa dinlemek ve romantik anlar yaşamak için biçilmiş kaftan sakin bir kumsal var. Ayastafanoz Kampink!



Ara yollarda biraz vakit geçirdikten sonra dönüş için hazırlanmaya geri döndüm.



Düz ve boş yolda göğsüme işlesin diye buranın kokusu hız yapıp rüzgarın cildimi gerdirmesine izin verdim.



Dönüş yolu yine keyifliydi ama keşmekeşe geri dönüşün hüznünün gölgesindeydi.



Üzerine sert rüzgar ve mıcır dökülmüş yollar eklenince dönüş yolunun yarısı motosiklet becerisi testine dönüştü.
Eve vardığımda ne zaman gittim de geri geldim diye düşünüyordum. Bir ay beni idare edecek donanımla yola çıkıp ertesi gün geri dönmek yakışmamıştı. Ne çabuk bitti yahu, daha yeni başlamıştık!