18 Ocak 2010 Pazartesi

DOĞU EKSPRESİ

Özel sektör ve İstanbul insanı biraz yoruyor açıkçası. Yorması bir yana, dinlenmek için adam akıllı zaman da bulamıyorsunuz. Büyük şehirde yaşayanlar bunu o kadar kanıksamış ki daimi olarak çalışıyor olmak hatta boş vakitlerda bile işe dair hafif işler yaparak dinlenmek yaşam kültürü haline gelmiş. Hayaller unutulmuş, merak kalmamış. İnsanlar kendi çemberlerinde sıkışmışlıklarına bıyık altından güler olmuş.
Neyse fazla ahkam kesmeyeyim, hayatta başka yerlerde de var olmaya çalıştığımdan mıdır yoksa sadece gezenti biri olduğumdan mıdır bilmem, her boş vaktimi doldurmaya çalışıyorum. Yılbaşında nöbet tutacağım. Akabinde üç gün ise yılbaşı hediyesi olarak boş geçecek. Aralık ayının başında Amsterdam’a bilet ayırttım ama ayın ortalarında cep delinince daha ucuz ama dolu bir şeyler yapmak gerektiğini düşündüm. Ucuz taşıt ne vardı. Motosiklet? Hava soğuk. Bisiklet? Yeteri kadar uzağa gidemem. Araba hiç olmaz, benzin aldı yürüdü. En iyi alternatif trendi. Doğu Ekspresini seçtim. Hem ucuz, hem güvenli hem de rahat. Dinlenmeye de ihtiyacım var, böylece bir taşla iki kuş vuracağım, üstelik Doğu Ekspresi fenomenini de yaşamış olacağım. Batı’dan doğu’ya Anadolu’yu aşacağım. Haydarpaşa – Kars: 1928 km. Aklıma plan yatınca hemen kurban arayışına girdim. Reklam senaryom hazırdı: Yatakta ayaklarını uzatmış tıngır mıngır salınırken mesela Sivas’a ya da Erzincan’a ya da Ankara’ya bakarken kitabını okuyacaksın. Rakı masasında yakın arkadaşlarımın kafalarını değişik senaryolarla bulandırdıktan sonra Sirkeci’ye gidip biletleri aldım, yataklıda kişi başı 75 TL.



Perşembe gecesi, yani yılbaşında nöbetçiydim. Sabah erkenden trene yetişecektim. Önümüzdeki iki gün boyunca duş alamayacağımı düşünerek o gece duş almaya karar verdim. Ama ya acilden hasta gelirse ve ben o anda duşta olursam ne olurdu? Ben de en iyi zamanı seçmtim. Herkes ondan geriye sayarken ben sıcak suyun altında yılbaşına girmiş oldum. Sabah 6:30’da kadim dostum Terman’ın nöbeti erken teslim alması sayesinde arkadaşlarımla buluştum. Hep beraber Haydarpaşa’ya yola çıktık.



İstanbul’da bahar havası vardı. Vagona girerken çocuklar gibi şendim. Nihayet biraz uzaklaşacaktım. On yıldan fazla oldu herhalde tren yolculuğu yapmayalı. Kondüktör bizi nazikçe karşılayıp kompartmanlarımızı gösterdi, eşyaları taşımamıza yardım etti. Bir ihtiyacımız olursa nerede olacağını, istersek restorandan çay kahve getirtebileceğimi söyledi. İlgisine şaşırdım doğrusu. Kompartmanın kapısını açınca şaşkınlığım biraz daha arttı. Oda mükemmeldi. Tabi ben kuşetliye binmeyeli on küsür yıl olduğundan beklentilerim yüksek değildi. Odada her şey yeni ve bakımlıydı. Hadi bunlar bir yana odada dolap, masa, mini buzdolabı, lavabo ve kullanılmamış üzerinde TCDD yazan terlikler bile vardı. Sevinçle yerleştik odamıza. Hemen yatakları hazırladık. Ben nöbet tuttuğumdan diğerleri de yılbaşı nedeniyle geç yattığından herkes uykuluydu.



Anne kucağı gibi sallanan yataklarımıza yerleşip trenin ritmik tıkırtısına bıraktık kendimiz. Deliksiz bir uyku çektik.



İki saat sonra trenin durmasıyla uyandık. İzmit yakınlarında biryerdeydik. Bizim vagon yataklı olanı. Bir önümüzdeki kuşetli, onun önünde de restoran var. Restorandan sonrakiler koltuklu vagonlar. Lokomotife yaklaştıkça biletli vagonlar biletsizlere dönüşüyor. İşin özü şu: Biz bu trenin burjuvalarıyız.



Trenin durma süresi artınca nikotini gelenler yavaş yavaş aşağı inmeye başladı.



Baktık görevliler ses çıkarmıyor biz de indik. Fotoğraf çektiğimi gören iki velet boncuk atan tabancalarıyla hava atmaya başladı. İlgilenmeyince bulunduğum yere de sallamaya başlayınca gittim fotoğraflarını çektim kek verdim. Boncuk atmayı kestiler.



Trenin etrafında dolandım ama pek de ilginç bir kasaba değildi. Sıkıcı bile sayılabilirdi.



Tren tekrar hareket edip Eskişehir istikametinde yol almaya başladı. Uyku mahmurluğumuz üzerimizden kalkınca biraz geyik yapıp vagonu tanımak üzere içinde dolandık, bazen koştuk. Keyfimiz tıkırındaydı.



Vagonun başında sıcak suyu akan duş bile vardı. Tuvaletler temizdi, tuvalet kağıdına ek olarak el kurulama kağıdı ve üzerinde TCDD yazan sabun bile vardı. Aradan geçen on yılda en azından bir şeylerin daha iyi olduğunu görmek sevindiriciydi.



Tren oldukça uzundu. Dönemeçlerde lokomotifi çoğu zaman göremiyorduk.



Kahvaltı yapmak için restorana geçtik. Yanımızda getirdiğimiz kek ve börekle karınımızı doyuracağız. Bu sırada menüyü de inceleme şansım oldu. Kahvaltı tabağı 10 TL, çay 1.5 TL. bira 6.5 TL, ızgaralar 8-9 TL, meze çeşitleri 4 TL. Restoranın boş olmasına şaşırmamak lazım. Eskiden bu menü daha ucuzdu. Eminim çay 50 kuruş bira 5TL olsa daha çok satış yaparlar. Üstelik restoran biraz insan dolar, insan dolan yere daha çok insan gelir. Garson arkadaş şunu da getireyim bunu da vereyim filan diye bir şeyler satma derdinde başımızdan ayrılmıyor. Neyse akşama nasılsa deneyeceğiz yemeklerinizi diyerek uzaklaştırdık biraz.



Eskiden bu restoranın fiyatları hemen hemen herkesin ulaşabileceği kadardı. Ben öğrenciyken Ankara İzmir arasında kullanırdım sık sık. Tren akşam üstü kalkardı. Hemen başlardık demlenmeye Eskişehir’e gelince sallantıdan da olsa gerek zom olurduk. İstasyon yakınındaki tükürük köftecilerden yarım ekmek köfte yerdik gece yarısı. Sonra da kafayı vurduk mu gözümüzü İzmir de açardık. O zamanlar bira galiba bakkal fiyatının iki katı filandı. Şimdi üç mislini geçmiş.



Kahvaltıdan sonra biraz daha keyif yapmak üzere kompartmanlara çekildik. Etrafı izleyip tren tıkırtılarını dinleyerek keyfettik.



Bir ara diğer vagonları gezmeye gittim. Genelde çoğu doluydu. Kadınların çoğunu başörtülü ya da türbanlı görünce şaşırdım. Ne garip değil mi, geçen sene de Mardin’de yaşarken başı açık güzel kadın görünce şaşırıyordum. İnsan her duruma ne kadar çabuk alışıyor.



Kondüktör bir kadınla tartışıyordu. Kadının yanında üç tane de çocuğu var. Biletsiz trene binmiş meğer. Kadın habire olmaz çok pahalı diyor. Kondüktör de ”Hanım, bak senden cezalı bilet parası da istemiyorum, çocuklar da oturuyorsa parasını vereceksiniz, babamın treni değil ki bu!” diyor. Kadın “kaç para dedin bir daha de?” Adam “ Cezalı 3 TL ama ben ceza kesmeyeceğim 2 TL vereceksiniz kişi başı” diyor. Sonunda kadın para vermeden kalktı ve başka vagona ilerlemeye başladı. Kondüktör de söylenerek peşinden gitti. Kadın aslında çocukları için para vermek istemiyordu ama onlarda kucak çağını geçmişlerdi hani. Çok üzüldüm hallerine. Gidip biletlerini parasını veresim geldi ama utandım.



Restorana geçip tabu oynadık bira içtik. Çerez ve patates istedik. Restoran kalitesi kendini göstermeye başlamıştı. Tabağı 4 TL olan patates kızartmalarından kişi başına iki tane patates düşüyordu. Karışık çerezden de herhalde kişi başı 5 tane filan çerez düşerdi. Hayatımda gördüğüm küçük porsiyonlardı. Üstelik patateslerden vıcık vıcık yağ akıyordu. Merak edip sordum eskiden böyle değildi, bunlar damağa değil göze hitap ediyor diye. Meğer restoranlar özelleştikten sonra fiyatlar fırlamış, porsiyonlar küçülmüş ve kalite düşmüş.



Eskişehir’e yaklaşırken bir heyecandır aldı beni. Merkez istasyonun çevresinde vagonlar arasında geçmişti çocukluğum. Küçükken maketiyle değil gerçek trenlerle oynardık. Tren durunca yarım daire şeklindeki güzel gar binasını görmek için ileri trenin başına yaklaştım. Oradan da tükürük köfte almaya gideceğim. Önce bizi çeken lokomotifi görmeye gittim.



Makiniste sordum kaç dakika buradayız diye. En fazla 5 dakika deyince hayallerim yıkıldı. Eskiden en az yirmi dakika dururdu ama? Tevekkeli değil o yüzden kaybolmuş seyyar yiyecek satıcıları. Diğer ana istasyonları sordum onlarda da uzun süre durmayacakmış tren. Her istasyonda ayrı lezzet planım suya düştü.



Ben de acıkınca bir sonraki istasyonda iner nesi güzelse ondan yeriz diye hayal ediyordum. Afyon’da şahane börek olurdu mesela. Zaten simitçiler poğaçacılar vagonları gezerlerdi. Şimdi hiçbiri kalmamış.



İstasyonun çıkışında benim ilkokulu gördüm: İki Eylül İlkokulu. Bahçesine ek bina yapmışlar. Öyle baktım camdan, arkada kaldı hızla kayboldu gitti. Hey gidi!



Restorana dönüp tabu ve biraya devam ettik. Ankara’da elektrikliden mazotlu lokomotife geçecekmişiz. On beş dakika bekleriz en az diyorlar. Bu Doğu Ekspresi sandığımdan çok daha hızlı ve disiplinli çıktı açıkçası. Ben 5-6 saat rötarı gözden çıkarmıştım.

Yataklı vagonun arkasındaki kapıyı kilitlemeyi unutmuşlar. Ben de fırsattan istifade edip arada cam olmadan bir sürü fotoğraf çektim. Hareketli ray fotoğrafları.





Hava karadıkça gökyüzünün renkleri, bira sayısı arttıkça da yanaklar kızarmaya başladı.





Tünellere girdik, tünellerden çıktık. Bir ara arka kapıyı açıp raylarla aramdaki engeli kaldırdığımı gören kondüktör hızlı hareketlerle galip kapıyı kilitledi. “Ya düşersen ne olur? Kimse bulamaz seni bu dağ başında maazallah. En korktuğumuz şey” dedi. Muzurluğunun farkında yaramaz çocuk misali “Ehue Ehue” diye sırıtmakla yetindim.





Hava iyice kararınca manzara kayboldu, birbirimize kaldık. Restoranda oturup Ankara’ya kadar sohbet ettik. Polatlıdan sonra tanıdık manzaralar aklımda akmaya başladı.



Ankara’da tren ikinci peronda durdu. Hemen atladık aşağı gar binasına koştuk. Taş büfenin önünde sıra olduğundan yiyecekle vakit kaybetmek istemedik. Etrafta yine seyyar yoktu maalesef. Hoş eskiden de Ankara Gar’ına özel bir yiyecek hatırlamıyorum ama en azından simit filan bulabilirdik. İçeri girip çevrenin fotoğraflarını çekmeye başladım. Öğrenciliğimde az vakit geçirmemiştim bu bekleme salonunda.



Yukarıdaki resimde sinsice yanıma yaklaşırken görüntülenen güvenlik görevlisi gelip şöyle bir şeyler söyledi.”Arkadaşım, sanki izin almışsın böyle oranın buranın fotoğrafını oh rahat rahat çekiyorsun, hayırdır, bırak çekmeyi”. Şaşkınlıkla karışık bu saçma tavra sinirlenerek adama döndüm ”Ben fotoğraf çekmek yasaktır yazan herhangi bir uyarı levhası görmüyorum” dedim. Cevaben şuna benzer bir cevap aldım” Tecedede Garlar ve İstasyonlar kanununda kapalı bekleme alanları yönetmeliğini okursan görürsün”. “Allah size akıl fikir versin”dedim ayrıldım. Arkamdan seslendi “Sana versin”.



Gardan binasından kovalanınca vagonun yanına döndük. Kısa süre sonra da tren kalktı. Anladım ki artık trenin durduğu ana istasyonların çevresinde dolanmanın imkanı yok. Belki de iyisi budur, en azından vakit kaybetmiyor tren. İnsanlar gezmek için trene binmiyor ki!



Gardan sonra tren Ankara’nın içinden geçerek Kırıkkale’ye doğru yoluna devam etti. Aradan yıllar geçmiş. Bir sürü yolu ve binayı tanımama rağmen kafamdaki haritanın birçok parçasının kaybolduğunu fark ettim. Öğrenci evimin olduğu Cebeci’deki mahalleyi bile zor tanıdım. Karanlığın içinde kalan eski mahalleme bakıp “Bak bak burası beş sene kaldığım yer, şurda şu vardı burda bu vardı” diye tek başıma heyecanlandım anlattım durdum.



Karnımız hafiften acıkmaya başlamıştı. Restoranda buluşmak üzere sözleştik. Zaman gelene kadar şehrin ışıkları pencereden akarken yatağa uzanıp keyif yaptık.



Bozkıra meydana çıkıp ışıklar kaybolunca izleyecek bir şey de kalmadığından restorana geçtik. Meze tabağı, bir porsiyon kavurma ve küçük rakı ısmarladık. Tarator ekşiydi, sarma bayattı ve porsiyonlar kuş kadardı. Hayal kırıklığına uğradık. Kalite gerçekten dibe vurmuş. Garson da habire bir şeyler getirmeye çalışıyor ama istemeye değmez. Memnun olmadığımızı söyledik o da kendini savundu. Bunların hepsini İstanbul’da hazırlıyorlarmış. Onlar sadece porsiyonluyormuş. Kim doyar bunlarla dedim. Ben bilmem dercesine boynunu kıvırdı.



Rakı geldi ama rakı bardağı yoktu. Çay bardağı istedik, o da yoktu. Mecburen su bardağından içtik rakıları. Baktık masada iş yok biraya geri döndük, gece bire kadar lak lak edip bira içtik.



Yatmadan önce diğer vagonları dolaşmak üzere lokomotife doğru ilerledim. Vagon sayısı da vagonlardaki insan sayısı da azalmıştı. Herkes iki kişilik koltuklara yayılmış uyuyordu.



Dönerken vagon arasında sigara içen komandoyla biraz sohbet ettik. Gece kimse görmez diye vagonlar arasında sigara içmeye çıkmış. Kayseri’ye birliğine geri dönüyormuş. Beresini benimsemiş olsa gerek ki sivilde de benzerini takıyordu.



Yatağa dönüp uykuya daldık. Gerçekten çok keyifli bir uyku alanı burası. Herkesin bir kere denemesini öneririm. Beni çok rahatlattı. Bir yandan yumuşak yumuşak sallanan yatak, diğer yandan ritmik ray tıkırtıları insanın uykusu olmasa da getiriyor. Gece yarısı trenin hızı artınca vagon fazlaca sallanmaya raylardan yüksek sesler çıkmaya başlayınca uyandım. Fırsat bilip içtiğim biraları ihraç etmek maksadıyla tuvalete gittim. Hem uyku sersemiyim hem vagon sallanıyor, koridorda bir sağa bir sola savrulup durdum, deprem gibi birşey.



Ertesi sabah dünden kalan börek, meyveler ve meyve suları ile karnımızı doyurduk. Kayseri’yi geçmiş Sivas’a ilerliyorduk. Doğa değişmişti. Kavak dışında fazla ağaç yoktu, Anadolu iyice çoraklaşmıştı.



Tren derelerin ve akarsuların yanından ilerliyordu. Tren durduğu ara istasyonlarda adet yerini bulsun diye duruyorduk. Ne inen vardı ne binen. Zaten istasyon binalarındaki görevli dışında da çevrede canlılık belirtisi yoktu. İstasyon çevreleri terk edilmiş evlerle doluydu. İstasyon binaları da nasibini almıştı yalnızlıktan. Herhalde son badanayı elli yıl önce tatmışlardı. Rayların üzerinde yıllardır kullanılmadıkları belli pas içinde kalmış vagonlar vardı.



Büyük yerleşimler dışında trenin geçtiği rota sanki terk edilmiş maalesef.



Biraz daha dinlenmek üzere odaya çekildim. Trenle yolculuğun en güzel yanlarından biri bu galiba. Aslında evde de yan gelip yatabilirsiniz. Ama burada mesela yıkanacak çamaşır yok, temizlenecek ev yok, bilgisayar yok, tv yok, araba yok, internet yok veya alışveriş merkezi yok. Sadece her saniye değişen bir manzara, sıcak bir oda ve rahat yataklar var. Yani insan istemese de dinlenmek zorunda. Bir ara TCDD terliklerimi ayağıma geçirdim, ayaklarımı masaya uzattım kafamı da cama dayayıp akan manzarayı ve dönen treni seyre koyuldum. Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildim ama bir ara arkadaşım “Ne düşünüyorsun öyle derin derin?” diye sordu. Hiçbir şey düşünmediğimin farkına vardım. Tamamen hipnotik bir durumdu, aklım boşalmıştı. Tam ihtiyacım olan şeyi tren camının kenarında tepelerin arasından akan çayı seyrederken bulacağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Keyifle gülümsedim.



Oturduğum yerden fotoğraf çektim. Dönen trenin homourtular çıkaran dizel lokmotifini yakalamaya çalıştım ama beceremedim. Tren Ankara sonrasında kısalmıştı sanki. Camların açılan kısmı kelebek camdı, elini bile zor dışarı çıkartabiliyorsun. Eskiden neredeyse yarıya kadar aşağı inen, kafayı kolu dışarı uzatabildiğin camlardan vardı. Keşke bunları da öyle yapsalarmış.



Cam kenarındaki hipnotik keyfim yerini uykuya bırakınca birkaç saatimi daha uykuya vermiş oldum. Bu sırada Sivas’ı kaçırmışız.



İleride bir yerlerde zirvelerde izlenen karlar bu seneki ilk karımızı Kars’ta göreceğimiz konusunda bizi ümitlendirdi.





Erzincan’a yaklaştıkça tren yolunun takip ettiği çayın çapı da artmaya başladı. Meğer Fırat’la birleşen ana çaylardan biriymiş. Aklıma Kemaliye geldi. Yakınlarda olmalıydı. Doğa çok benzerdi. Kayalık yarların sonlandığı çamur renkli nehrin üzerinde ilerliyorduk.



Sayamadığım kadar çok tünele girdik bu sırada. Zaten saymaya da gerek yokmuş, hepsinin üzerinde numarası yazıyordu. Elli beş’ten sonra saymayı bıraktım.



İki yıl önce Kemaliye gezisinde üzerinde dolandığım nehrin ve kayalık yarların çok benzeri aşağıdaki manzara. Şimdi yukarıdan izlediğim bu sularda botla gezinmiştik. Sanki ilerideki kayanın arkasından Kemaliye çıkacak. Bir süre bekledim ama tanıdık bir yer göremedim.



Fırat’ın yavrusundan ayrılıp Erzincan’a doğru ilerledi tren. Yine yolda terk edilmiş istasyon görüntüleri vardı.



Erzican’a ulaştığımızda akşam üstü olmuştu. Karnımız acıktığından istsayondaki büfenin bayat simit ve poğaçaları için sıraya girdik. Bu sırada restoranın garsonu küskün bakışlarla bizi süzüyordu. Bütün gün uğramamıştık restorana. Dün akşamki tecrübeden sonra gerek kalmamıştı.



Büfeden biraz hamur işi, çerez, meyve suyu, eritme penir ve su aldık .



Erzincan çevresinde yol kenarlarında seyrek kar tümsekleri olsa da hepsi de erimek üzereydi. Soğuk havadan kardan kıyametten eser yok. Hava durumu da bas bas bağırıyor “Kara kış geliyor kaçııın!” diye. Nerede hani? Erzurum’a geldik ocak ayındayız kar yok yahu!



Erzuruma vardığımızda hava kararmıştı. Altımda eşofmanlarımla terliklerim üzerimde svitşörtümle ocak ayında Erzurumda donmam gerekiyordu ama ürpermedim bile. Galiba dünya gerçekten ısınıyor. Gece olduğundan göremedik ama Erzurum Kars arasında açık arazide tüneller varmış. Fırtına olduğunda tren içine saklanabilsin diye. Hava şartlarını düşünün artık, nereden nereye gelmiş.
Erzurum’la Kars arası 3-4 saat sürdü. Dışarısı zifiri karanlık olduğundan hiçbir şey görmüyorduk. Uslu uslu Kars’a varmayı bekledik. Bence bu yolculuk tam kıvamında olmuştu. İyice dinlenmiş, tren yolculuğunun tadına varmıştık ve sıkılmaya başlamadan da
Kars’ta inecektik.
Hesabı kapatmak bizim küskün garsonu çağırdık. Hesabı biraz şişirmiş. Mesela meze tabağında gelen iki bayat yaprak sarması için 4 TL yazmış.
“Sadece sarmanın porsiyonu ne kadar?” diyorum.
“4TL”,
“Onda kaç sarma var?”
“4 tane”
“Meze tabağında kaç sarma var?”
“2 tane”
“O ne kadar"

"4 TL”
“ .....neden? Daha az ama aynı fiyat, nasıl oluyor o iş?”
“Öyle”
“Yarım yemek kaşığı ekşi tarator 4 TL mi?”
“Evet”
“Normal porsiyon tarator ne kadar?”
“4 TL”
“Nasıl oluyor abicim?”
“Öyle” deyip başını buruyor. Akşam akşam sinirleniyorum. Beş kuruş bahşiş bırakmamaya karar verip kredi kartıyla ödeme yapmak için pos makinesini istiyoruz.
“Kredi kartı geçmiyor yalnız”
“E dün kapıda asılıydı kredi kartı geçerlidir diye, makine de orada duruyor.”
“Kaldırdık yazıyı bakın yok, Ankara’dan sonra geçmiyor”
“Yaa sabır yaa selamet”
Hadi neyse dedik tatsızlık olmasın, birkaç bira sildirtip hesabı tam ödeyip bahşiş vermeden ayrıldık. Sanırım bizden başka kimse restoranı kullanmadığı için Ankara’dan sonra kredi kartı geçerlidir yazısını kaldırdı. Böylece verdiğimiz nakit paranın bir kısmını cebe indirebilecekti. Makineden çekseydi kayıtlı olurdu. Restorandan hoş ayrılmadık anlayacağınız. Zaten yemekler de dibe vurmuş. Ama bir şey söyliyeyim mi, o pencerenin kenarında oturup akan manazarya karşı birşeyler içmek gibisi de yok hani. Kulağımıza küpe olsun bundan sonra. Sadece içilecek, yemek yenmeyecek.



Saat 21:30’da Kars’a ulaştık. Koca tren zaten Erzurumda iyice boşalmıştı. Bizim vagondan bizle birlikte yalnızca bir asker indi. Gar binası da bomboştu.
Dün trenden bizim peynirci Leventi aramıştım. Peynir almak için pazar günü açık olup olmayacağını soracaktım. Kars’ta olacağımı duyunca gardan bizi almak için ısrar etti sağolsun. Gar binasından çıkınca telefon ettim bir dakika dolmadan geldi transitiyle. Merkezdeki iki yıldızlı Güngören Otel’e gittik. Burası hem merkezi hem ucuz hem de (biz kullanmasak da) ücretsiz hamamı var. İki kişilik oda yarım pansiyon 60 TL.



Odalara çantaları koyduktan sonra Levent bize kısa bir şehir turu yaptı. Eski Rus binalarını, çarşıyı, Kars Kalesini ve barış heykelini gece gözüyle de olsa görmüş olduk.



Yukarıda resmi olan evi Sezen Aksu almış. Hemen karşısındaki sokakta üniversiteli gençlerin takıldığı şık bir disko/bar var.



İçeri girip bira ısmarladık. Levent buranın müdavimi olduğundan masayı değişik mezeler ve çerezlerle donattılar. Her telden müzik çaldı o akşam. Çıstak sonrası, rock, ardından Ankara havası, halay havası ve sonra Azeri türküleri. Bulamaç gibi gelse de dans edenlerin tüm bu müziklere mükemmel uyum gösterebilmesi ilginçti. Çok gürültülü olduğundan sohbet edemedik. Kars’a has olduğunu söyledikleri müzikler ve danslardaki Çerkez esintisi belirgindi. İlerleyen vakitlerde Volkan’da bize katıldı hep beraber dans ettik. Dans ederken biri gelip üzerime peçeteler atmaya başladı. Bana attığını anlayamadığım için kenara kaçtım, ben kaçtıkça o üzerime gelip bir poşet peçeteyi boça etti. Adettenmiş. Tevekkeli değil yerler peçete dolu.
Açıkçası Kars’a gelip böyle sıcak karşılanacağımı ve gece kulübünde göbek atacağımı hiç düşünmemiştim. Sürpriz oldu. Kurtlarımızı döküp hesabı istedik ama bizim Levent hesap işini çoktan halletmiş meğer. Alırsın verirsin filan boğuştuk bir süre kabul etmedi. “Hoca elin ayaan durmuyor yerinde tamam yaa” dedi



Gece yarısı otele dönerken diğer arkadaşların Ani Harabeleri’ni görmediklerini araç kiralamanın mümkün olup olmadığını sordum. Tabii zaman da çok kısıtlıydı. Ertesi gün 13:20’de İstanbul’a uçağımız olduğu için erken kalkıp hızlı hareket etmeliydik. Pazar sabahı erkenden nereden bulacaktık araç? Levent transitini vermeyi önerdi ama kabul etmedik. Eş dosta belki yirmi kez telefon ettiler. Her telefon arasında “Tamam gerek boş ver, gece vakti rahatsız etme milleti” gibi uyarılarımıza kulak asmadılar. Tanıdıkları bir taksiciyle tanıdık hesabına git gel 80 TL’ye fiyat aldılar. Grupta fikir birliği olmayınca Volkan siz acele etmeyin ben sabah gelir sizi alırım dedi.



Ertesi sabah erkenden uyanıp kahvaltıya indik. Tereyağ ve bal süperdi. Bizden başka alçak sesle konuşan alman bir çift vardı. Sürekli konuşan kadın adamın başının etini yiyor gibi geldi bana. Karnımızı doyururken Volkan aradı, gelemiyormuş, dün geceki taksiyi gönderiyormuş. Taksi gelene kadar çevrede ufak bir tur attık.



Pazar sabahı Kars sokakları sanki terk edilmiş gibiydi. İstanbul’dan sonra hava aydınlıkken sokaklarda insan ve araba görmemek mucize gibi birşey. Kar belli ki daha önce yağmış ama şimdi çamura dönmeye başlamış. Şu basınca çıkan “kart kurt” sesini duyamadık ne yazık ki.



Taksiyle birlikte Volkan da geldi. Bizi bindirip yolcu etti. Ani’ye gitmek üzere yola çıktık. Tepelere çıktıkça yoldaki ve çevredeki kar miktarı artsa da genel olarak ocak ayında Kars’ta görülmesi zor bir manzara. Ani açık arazidir, kar olur tipi olur diye termal içliklerle filan donanmış vaziyetteyiz. Hiç gerek yokmuş oysa ki. Havanın İstanbul’dan farkı yok.



Yollar karlı ama bizim şoför 90’dan aşağı gitmiyor. Belli ki kar lastiklerine güveniyor. Önümüzde giden ticari’nin içinde de sabahki alman çift var. Kaçak rehberlik yapan biri onları Ani’ye götürüyormuş, bizim taksici tanıyor. O da kar lastiğine güveniyor demek ki bu yolda bizi solladı ama ilerdeki virajda yolun dışına savruldu. Bankete yuvarlanıp takla atacaktı az kalsın.
Yüzle giderken bizim şoför bu yoldan korkmak lazım diyor. Geçen sene bir turisti almış havaalanından, adam “Ani’ye” demiş. Bizimki “Şimdi tipi vardır gidilmez” filan dese de adamı ikna edememiş. Neyse çıkmışlar yola. Tepelere çıktıkça hava sertleşmiş, tipi başlamış. Yol ortadan kaybolmuş. Bizimki aklında kaldığı kadarıyla yola devam etmeye çalışmış ama bir süre sonra bankete yuvarlanıvermişler. Bunları anlatırken gözüm ara sıra karlı yolda 120’yi gören takometreye takılıyor. Biraz kasılıyorum doğrusu. Arabanın tabanına bastırıyorum fren yapmak için ama nafile, yavaşlamıyor.



Daha önce Ani Harabeleri’ni burada ayrıntısıyla anlattığımdan şimdi kısa keseceğim. Ören yerinin her yerini gezmek için yeterli vaktimiz yoktu. Bir saat içinde taksiye geri dönmeliydik. O yüzden hızlı adımlarla hatta koşarak ören yerinin yarısını gezebildik.



Sadece en büyük ve güzel eserleri inceleme şansımız oldu. Koşarken içimizdeki termal içlikler yüzünden ter içinde kaldım. Daha düne kadar şu an karlar içinde zorlukla yürüyor olacağımı hayal ediyordum. Bu havada paltoya bile gerek yok. Kars’ta Levent’le Volkan’a da sormuştum bu ne biçim hava diye. “Ömrümüzde böyle ocak ayı görmedik, dünyanın sonu yaklaşıyor” dediler.



Ermenistan sınırında fotoğraflar çektik. İki yıl önceki taş ocağı hala çalışmaya devam ediyordu.



Geçen sefer ilerideki kaleye tırmanamamıştım. O zaman da vakit kısıtlıydı. Bu sefer koşuşturmaktan kalenin orada olduğunun bile sonradan farkına vardım.



Bizden başka çevrede dolanan 4-5 yabancı daha vardı. Pazar günü sabah erken saate üstelik Noel ertesi ziyarete gelenler olması buranın turistik potansiyelinin ve gereken önemin artık verilmesi gerektiğinin bir göstergesi galiba.



Yine görkemli kiliseler ve freskler üzerine kaplanmış beyaz badana.



Zaman daralıyordu. Saat 10’u geçmişti. Dolanırken Levent aradı. Kaz pişirmeye başlamışlar bizim için geç kalmayın diyor.



Hızlı turumuzu tamamlamak için çıkışa yöneldik. Kapıda bıraktığımız taksi yerinde yoktu. Eskiden çevrede dolanan çocuklar da yoktu. Bu sefer elim boş gelmemiştim. Çikolata getirmiştim ama verecek çocuk bulamadık.




Bizim taksici üşüyünce ilerideki mar-ket’e misafir olmuş. İçeride gülüşüyorlardı. Selam vermek için içeri girince hepimize ev yapımı tereyağlı hamur işlerinden ikram ettiler. Çay koymaya yeltendiler ama acelemiz olduğundan kalamadık.




İçlerinden muzur olan ağabey benim doktor olduğumu öğrenince diğerini gösterip “ Bu kan kanseri olmuş ne yapalım?” dedi. Üzülüp ne diyeceğimi düşünmeye başladım ki hepsi gülüşmeye başladı. Meğer şakaymış, arkadaşlarına takılıyorlarmış.



Taksiye binip Volkan’ın mekanına gittik: Kardelen Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi. Taksiden inerken dün gece anlaştığımız üzere şoföre parasını vermek istedim ama “Ödendi” diyerek almadı. Volkan kendi arabasını getiremeyince bize taksi ayarlamış parasını da kendisi ödemiş. Israrlarıma rağmen almadı parayı. “Hoca elin kolun rahat dursun” diye çıkıştı yine. Çok mahcup olduk.



Malum yerler çamurlu girişte ayakkabılarımıza galoş geçirip içeri girdik. Bir binanın zemin katını özel okula çevirmiş Volkan.



Her oda zeka engelliler için belli amaçlarla özel tasarlanmış, tertemiz ve bakımlı bir okul idi. Böyle yararlı bir hizmete ön ayak olduğu için Volkan’ı tebrik ettik.



Kazın pişmesine 15-20 dakika varmış daha. Biz de içeride oturup çay içtik. Bir ara Levent’le otururken dikkatimi çekti. “Olm” dedim “Sen hiç Türk’e benzemiyon, çekik yeşil gözler, ince yapı, düz saçlar filan, ne iş?” diye sordum. Levent’in sözüne göre asıl Kars’ın yerlileri onlarmış. Kendilerini Terekeme olarak tanımladı. Sonradan internette araştırınca şunu buldum “Terekeme teriminin kökeni konusunda farklı görüşler ve rivayetler vardır. Bilim adamlarının büyük çoğunluğu bu terimin Türkmen sözcüğünün Arapça’daki çoğulu olan Terakime’den geldiğini düşünmektedirler. Fakat halk arasındaki rivayetlere baktığımızda bu terimin ‘terk etmek’ manasına geldiğini görüyoruz. Yani ‘mekânı terk eden ve göçmüş olan’ anlamında yorumlanmaktadır. Bu ifade de bize bugün Türkiye ve Kafkasya’da yaşayan Karapapakların veya Terekemelerin, SSCB’nin yıkılmasıyla Özbekistan içerisinde kalan Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti’nde yaşayan Türkistanlı Karakalpaklarla olan akrabalıklarını ve bağlantılarını gündeme getirmektedir.” Yani bizim Levent yurdunu terk etmiş Oğuz Türkü’ymüş de haberimiz yok.



Aradaki boşluğu kullanıp kaşar almak üzere Levent’in dükkana gittik. Kepenkleri bizim için açtı. Hemen taze kaşarı dilimleyip çerez niyetine yemeye başladım. Bu lezzeti ilk kez tadan diğer arkadaşlar da taze kaşara hayran kaldılar. Levent kaşarını anlatırken baktım kendisi de götürüyor aradan.



Girişteki derin dondurucuda kar ayazında kurutulmuş kazlar vardı. Tanesi 80 TL imiş. Birazdan tadacağız bakalım.



Ben her zamanki gibi biraz taze biraz da eski kaşar aldım. Ceri organik petek ballarından almak isteyince, kutular kalktı altlardan bir yerlerden ambalajı ve etiketi olmayan petekler çıktı. Bu sırada Levent anlatıyor:”Geçenlerde Çorum’dan arkadaşlarınız aradı yine. Adınızı verip bu baldan istediler”. Benim tanıdığım yok Çorum’da deyince işin rengi çıktı ortaya. Meğer Türkiye’nin birçok şehrinden Levent’i arayan kişiler aslında benim arkadaşlarım değilmiş. Bu blogta iki sene önce yazdıklarımı okuyup Levent’e sipariş verenlermiş. Göğsüm kabardı vallahi. Demek hakikaten okuyanlar var burayı.



Madem öyle o zaman güncellenmiş fiyat listesini de yazayım. Kilo bazında taze kaşar 8 tl, eski kaşar 10 TL, organik balın peteği 30 TL, diğer balın kilosu (o da fena değil) 10 TL, tereyağı 7 TL. Türkiye’nin her yerine gönderiyor. İstanbul ve İzmir’e kargo ile iki gün sürüyor. Kargo ücreti de fazla bir şey değil. Kişisel siparişlerimde 10 TL’yi geçmedi. Geçen aylarda hataneye yüklü bir sipariş gelmişti iki kocaman koliye 25 TL ödemiştim. Geçen bizim Kars’lı bina görevlisine tattırdım denesin diye, “İşte kaşar dediğin böyle olur hoca” dedi. Levent'in telefonunu da yazayım, isteyene gönderebileceğini söyledi: 0 535 846 88 60 ve 0 474 212 48 74.



Telefon ettiler kazlar hazırmış. Peynirlere dadanmayı bırakıp alışverişi bitirmeye odaklandık.



Ağzımızın suyunu akıta akıta okula geri döndük. Kaz da daha yeni ocaktan inmiş. Levent’in hediyesi sağolsun. Meret ateş gibi. Elimi ağzımı yaka yaka götürdüm budunu. Yanında da hoşaf ve turşu ile aslında uzun süre oturulacak bir masaydı ama bizim uçağın kalkmasına 45 dakika kaldığını görünce ağzımızda lokmaları çiğneyerek yola koyulmak zorunda kaldık. Kaz etinden de bahsedeyim. Kanatlı olmasına rağmen eti kırmızı. Bacağından tutup koca budu dişlemek insandaki Erol Taş ruhunu gıdıklıyor. Lezzetli, ağır ve tok bir et. Gece yatmadan önce yememek lazım.



Havaalanına giderken gündüz gözüyle göremediğimiz mimari eserlere de göz ucu bakınıyoruz. Yangından mal kaçırıyormuş gibi onlarında fotoğrafını çekme derdindeyim. İyice Japon oldum valla!



Ayrılırken kapı önünde son bir veda pozu çektirdik. Çok yoğun bir sabahtı, tripodumu aceleden otelde unutmuşum. Öyle telaş etmişiz ki ayağımda hala galoş var. O acele içeride de devam etti. Yanımda taşıdığım minik çakıyı da çıkarmayı unuttumdan havaalanı polislerine hediye etmek zorunda kaldım.



Uçakta düşündüm de akşamdan bu yana Kars macerası çok hızlı geçti. Akşama gece kulübünü, sabaha Ani’yi ve kaz yemeğini sığdırdık, uçağa son binenler olduk. Levent ve Volkan sayesinde oldu hepsi. Böylece Anadolu insanının misafirperverliğini bir kere daha gördük. Neredeyse bütün zamanlarını doğru dürüst tanımadıkları bizlere ayırdıkları gibi bindiğimiz taksi için bile beş kuruş ödetmediler. İki yıl önce yirmi dakikalığına tanıdığım, takip eden yıllarda birkaç kez peynir siparişi verdiğim bu adam şimdi misafirperverliği ve samimiyeti ile beni mahcup ediyordu.

Ana fikir de yazalım madem: Yorulup tükendiğinizi hissettiğinizde alın bir günlük cuma izni, binin Doğu Ekspresine, otel konforunda dinlenmek garanti, gördüğün manzaralar senin olsun, Ani Harabeleri ve Kars kaşarı da hediyesi.


















27 yorum:

Adsız dedi ki...

El Tutuşa Tutuşa

Ne çok elimiz varmış meğer!
İlkin,senin elinle tutuşan benimki
Sonra çocukların ki,
Gençlerin ki,
Tekel işçilerinin ki,
Sonra, ellerin elleri
Ne kadar çok elimiz oldu baksana,
Tutuşa tutuşa
Bir Orman yangını gibi...(Can Yücel)

Hadi el ele tutuşup doğu ekspresine binelim...ve bir yolculuğa çıkalım...batıdan doğuya! kaybolmuşluktan kendimizi aramaya ... bence güzel bir yolculuk olur!

Sevgiler....

OzlemPansiyon dedi ki...

ben de diyordum 1 ay gecti neden yazmadi gokhan seyahatini hala, meger destan yaziyormussun:)

ben de 2008'i kars'ta karsilamistim. cok severek okudum yazini, yollara ozlemim depresti. ne zamandir trene de binmedim, ben bir dogu ekspresi yapayim en iyisi.

Gökhan dedi ki...

Can Yücel şiirini paylaşan sevgili Adsız, bu yazının ya da resimlerin sende şiiri çağrıştıran tepkimeler oluşturmasına çok sevindim. Ne zgüzel yazmışsın. Sağol.

Özlem, valla iki günde yazdım ama az vakit harcamadım değil. Sen de yazp bi hafta sonu, şahane dinlenirsin. Sevgiler.

Levent cengiz dedi ki...

DOĞUDAN BATIYA SEVGİLERLE < BURASI KARS BE GÜLÜM GÜNÜ GÜNÜNDEN KARA HASRETİ HASRETEN YARA HASRETİM BALINA KAŞARINA TEREYAĞINA HAVASINA SUYUNA YŞANACAK TÜM SEVGİ DULU İNSANINA < SAYGILARIMLA GÖKHAN HOCAM GÜZEL OLMUŞ TEBRİKLER YİNE BEKLERİZ << LEVENT CENGİZ <<<

Levent cengiz dedi ki...

SEVGİ VE SAYGILARIMLA HELAL HOCAM KİM TUTAR SENİ HAYAT YAŞANMAYA DEĞERMİŞ DOĞUDAN SEVGİLERLE

Adsız dedi ki...

Süperdi.

Adsız dedi ki...

GÖKHAN BEY,YAZILARINIZI OKUMAK ÇOK KEYİFLİ ,BOL FOTOĞRAFLA DESTEKLEMENİZ SAYESİNDE ORALARA GİTMİŞ GİBİ OLDUM TEŞEKKÜR EDERİM.TEK ŞİKAYETİM YAZILARINIZIN ARASI HAYLİ FAZLA OLUYOR,TABİKİ MESLEĞİNİZ ZAMANIZIN BÜYÜK BİR BÖLÜMÜNÜ DOLDURUYOR FARKINDAYIM.YAZINIZI OKUDUKTAN SONRA KARS LEZZETLERİNİ TATMADAN DURMAK MÜMKÜN DEĞİLDİ, LEVENT BEYİN TELEFONUNU DAHA ÖNCEKİ YAZILARINIZDAN BULDUM VE ORGANİK PETEK BAL,ESKİ KAŞAR,TAZE KAŞAR İLE TEREYAĞI SİPARİŞİNİ HEMEN VERDİM.KARGO ŞUAN ELİME ULAŞTI ,LEZZETLERİ ANLATILIR GİBİ, DEĞİL TÜM OKURLARINIZA TAVSİYE EDİYORUM.KARGO ANKARAYA İKİ GÜNDE GELDİ ÜSTELİK ÇOKTA UYGUN BİR FİYATA.SİZİN YOLUNUZ AÇIK OLSUN DİYORUM BİZDE TAKİPTEYİZ :)) DİLEK TEKÇAM

cenap Çoral dedi ki...

Yıllar önce trenle Erzincan seyahatini hatırlattın bana.O vakitler restoranda yoktu.2gün 2gece sürmüştü.Yolluk olarak zeytinyağlılar,börekler v.s yapılır öyle çıkılırdı yola.Kısacası her yazında kendimden birşeyler buluyorum.Yazmaya devam et ilgiyle takip ediyorum.Selamlar.

Adsız dedi ki...

Merhaba Gökhan bey
sizi takip ediyorum ve bizi uzun süreli habersiz bırakmayın lütfen.
gezdiğiniz yerleri anlatımınız ve resimleriniz çok akıcı sizle beraber geziyor gibiyim.
sevgilerimle
deniz

Fifi Croissant dedi ki...

Bir arkadasimla bu yolculugu yapmaya niyetlendik ama eksi sozluk'te filan trenle ilgili yazilan olumsuz yorumlar yuzunden cekindik, vaz gectik. Ama bakiyorum, o yazilanlar eski Dogu Ekspresi'ni anlatiyor olmali.
Ilk firsatta gitmeye karar verdim ben, cok tesekkurler bu yazi icin.

ssbb dedi ki...

Eskiden tren berbat restoran süperdi.
AKP ile trenler düzeldi restoranlar bozuldu.
Demek ki neymiş:
Trene binerken yiyeceğini içeceğini alıp dolabı dolduracakmışsın.
Ellerine sağlık, çok güzel bir yazı olmuş.

byzirm dedi ki...

selam,
8 yıldır gitmek için planlar yapıldı olmadı olamadı, levent bey yaşadıklarınızı bizlerle paylaşınca kesin karar aldım 22.nisan sabahı trende olmayı planlıyrm,teşekkürler
m.gencay

byzirm dedi ki...

selam,
gökhan bey özür dilerim levent olarak yazdım isminizi özür

ayşegül mutfakta dedi ki...

Güzel yazı olmuş yine, elinize sağlık!
Sanıyorum bu blogu mecburi hizmet sürenizi en iyi şekilde değerlendirmek için yapmıştınız ama gördümki büyükşehire geçince oraları arar olmuşsunuz..
bu arada isminizi verip kaşar, bal ve tereyağ istiycez hehe:)

Gökhan dedi ki...

Mutfaktaki Ayşegül,
İltifatlar için teşekkür ederim.
mecburiyi özler oldum gerçekten ama fena da gezmiyor değilim. Sadece orijinal olanları yazıyorum. Aslında bir iki yer daha var ama fırsat olmadı yazmaya.
Söyleyin peynirin iyisinden versin, mahçup etmesin beni:)

Adsız dedi ki...

Trenle Türkiyede en uzağa gitme isteğim yıllardır vardı,Yazınızı Dikkatle okuyanlardanım,hep motorla gitmek istemişimdir ama bu sefer Trenle olacak inşallah,Nisan ortası veya Mayıs ortası eşim ve ben ne büyük keyif olacak.Bilgiler için teşekkürler

Adsız dedi ki...

Gökhan bey,
İlk defainternette denk geldiğim bir yazıyı sonuna kadar keyifle okudum. Biz de bir grup arkadaşla(Çapa'dan bir grup meslektaş) bu yaz Doğu Ekspresi yapmayı düşünüyoruz hatta mümkün olursa Kars'dan Artvin'e geçmek biraz da Karadeniz görmek süper olur. Olmazsa ben kesin gideceğim bir gün.Çok gaza geldim gezmeliyim görmeliyim:)

Gökhan dedi ki...

Sevgili adı meçhul arkadaşlarım, size az da olsa "gaz" verdiysem ne mutlu bana. yeter ki planları fazla savsaklamayın yoksa zaman aşımına uğrayan gazdan hayır gelmiyor.
Sevgiler

ruhgezgini dedi ki...

merhaba gökhan bey, önce keyifli yazınız için teşekkürler...
12 yaşıma kadar çocukluğum ardahan'da geçti. çocukluk yıllarıma duyduğum özlemi dindirmek için 10 gün sonra trenle haydarpaşa'dan kars'a, ordan da ardahan'a ve yolun uzadığı başka şehirlere de geçmeyi planlarken bakalım kim ne demiş dedim ve sizinle tekrar karşılaştım -daha önce motorsikletli gezilerinizi-yazılarınızı okumuştum.- bu yolculuk için güzel detaylar buldum yazınızda. yolculuğa yalnız çıkacağım için sizinki kadar eğlenmeyi ummuyorum ama biraz da okumak ve fotoğraf çekmek için iyi bir fırsat olacağını düşündüğümden fazla endişelenmiyorum. aklıma gelen bir çok soruya cevap bulmuş olmanın memnuniyetiyle bitirdim yazınızı. tekrar teşekkürler...

Hasan Peksel dedi ki...

neolcek şu picasanın hali, fotoları başka yerden yükleme imkanı varmı? yazın leziz ama foto olmayinca bir yanı eksik gökhanmım

yusuf saraç dedi ki...

merhabalar. ben ve eşim kurban bayramının ilk gün sabahı istanbuldan bu trene binmek için bilet aldık. biraz fikir edinmek için internetde arama yaprken blogunuzu gördüm, genelin aksine sonuna kadar tek kelime atlamadan okudum. elinize sağlık gitmeden gitmiş kadar oldum, levent cengizin telefonunu aldım gidince mutlaka uğrayıp alışveriş yapacağım. dönüşümüz cuma günü uçakla erzurumdan olacak yani sizden daha geniş zamanımız olacak. sevgiler saygılar Yusuf Saraç

Gökhan dedi ki...

İyi yolculuklar Yusuf Bey, beğenmenize sevindim.

tevfik dedi ki...

süper bi yolculuk umarım bu fırsatı kendime yaratabilirim ..

SAVAŞ dedi ki...

Sevgili Gökhan;
Sıcak ve samimi anlatımınız için çok teşekkürler.8 OCAK 2011 tarihinde planladığım bu yolculuk için bir şeyler arıyordum ve paylaşımınız karşıma çıktıisoluksuz okudum sonuna kadar.Çok menun oldum. Levent Beyi arıyacağım ama ücretsiz ikram istemiyorum:):)).bana kalacak yer konusunda rezervasyonda yardımcı olmasını isteyeceğim umarım yardımcı olur 2 gece kalmayı planlıyorum. ve şu an bununla ilgili sıkıntım var umarım bana yardımcı olur ve umarım mevsim normallerinin üzerinde bir sıcaklıkla karşılaşmam:))yazınız anlatımınız ve fotoğraflar için tekrar teşekkürler...

Unknown dedi ki...

tşk.ler gökhan bey çok güzel anlatmış ve görüntülemişsiniz eksik olmayın...

Unknown dedi ki...

tşk.ler gökhan bey çok güzel anlatmış ve görüntülemişsiniz eksik olmayın...

Unknown dedi ki...

Gökhan abi yada doktor amcamı desem bilemedim ki boyle demeyi daha cok isterim yazilarinizdaki samimiyetten olsa gerek cok heycanliyim sizinle konusmam gerek universite ogrencisi olarak kiz arkadasimla burs paralarimizla bu kars gezinizin aynisindan gerceklestirecegiz ancak karsta hic referansimiz yok bana ulasabilirmisiniz bir kac sey soracaktimda tugaytasinta@gmail.com 05319668731