3 Haziran 2008 Salı

ADANA-MERSİN



19 Mayıs gençliğe üç günlük tatil bahşedince hemen Suriye planları yapmaya başladım ama hastane işleri çıkınca tatili uzatamadım. Mecburen bu üç günü çevre gezisi ile dolduracaktık. İyi de oldu. Daha çok Hasan’ın organize ettiği bizimde peşine takıldığımız bir tur yaptık. Cuma akşamı üç ev arkadaşı ben, Hasan ve Sedat Adana’ya doğru yola çıktık. Beş buçuk saatlik yolculuk sonunda bizi bekleyen Derya’nın evindeydik. Hoş geldik beş gittikten sonra vakit kaybetmeden dışarı çıktık. Uzun zamandır güzel canlı müzik dinlemeyi özlediğimizden Pikap (PickUp'da olabilir) isimli canlı rock müzik yapan bir yere gittik.
Adanalı deyince insanın aklına ne geliyor? Ben benim aklımda bu seyahatten önce olanları kısaca yazayım: Kaba insanların, sert ağabeylerin yaşadığı, duyduğum kadarıyla acil servisindeki bütün doktorların (hepsinin erkek olduğunu belirtmeye gerek yok) çıkan kavgalarda ayakta kalmak için uzak doğu sporları ile uğraştığı, her gün kavga dövüş olan, şehircilik anlamında pek de şaşırtıcı olmayan tipik bir Anadolu şehri herhalde. Bir de televizyonda sıkça gördüğümüz bol kavgalı gürültülü, bazen kanlı Adana Adliyesi Koridorları...

Sonra boğma rakı diye bir şeyleri var fena sert, viskiye benziyor ve anında zurna yapıyor. Ha bir de benim tanıdığım adanalı abiler çok kıllı idi. Böyle saçma önyargılı bilgiler işte.
PickUp'tan içeri girip de neredeyse albümden çalışıyormuş gibi hatasız, detone olmadan çalan bu gençleri izleyince takip eden günlerde de devam edecek olan önyargı yıkılmalarım başlamış oldu. İyi müziği özleyen kulaklarıma bir de bizim eskiden çaldığımız zaten aşina olup sevdiğim repertuarın yarısını çalınca kendimden geçtim. Dayanamayıp dans ettim. Zıplangaç şarkıların bazılarında tanıdık birinin üstüne sıçrayıp pogo yapasım gelse de benden başka kimse dans etmediği için yalnız kaldım. Bir ara Sedat’a zıpladım ama adam cüssemden savrulunca uzatmadım. 32 yaşa uymayan davranışlar bunlar diye düşünmeden edemedim ama olsun, kasmamı gerektiren bir şey yoktu. Kurtlarımı dökmüş oldum.



İzmir’de bar çıkışında çorba içmeye giderdik. Burada kebap yemeye gitmek makbulmüş. Çok lezzetliydi.



Ertesi sabah kahvaltı yapmaya baraj gölünün kenarına gittik. Buranın Adana olduğunu hala anlamakta güçlük çekiyorum. Sanki güney’de bir yerde koya karşı oturmuş gibiyiz.



Suyu o kadar özlemişim ki. İçimden kendimi suya atmak geliyor.



Sıkı bir kahvaltı yapıyoruz. Buranın meşhuru “sıkma” imiş. Yufkaya sarılıp pişirilmiş peynirden ibaret basit bir yiyecek ama çok lezzetli.
Yemekten sonra istikamet Çukurova Üniversitesi kampüsü. Neden bir üniversitenin kampüsünü gezeceğimizi merak etmeden kendimi alamasam da gruba uyup ses çıkarmıyorum. Bir bildikleri varmış demek ki…



Şimdi desem ki bu fotoğraf Datça’da koylardan biridir; değil işte kampüsün içinde banklara oturulup seyri sefa edilen bir yer burası.



Eminim burada okusaydım okulu bitiremezdim, ama olsun derdim bu bankta çok kadına aşık oldum.



Adı da çok güzel: Aşıklar tepesi. Ne yalan söyleyeyim benim de aşık olasım geldi o an.
Sadece bu seyirlik yer değil üniversitenin diğer yerlerinde de çevre düzenlemesi mükemmel. İnsanın burada öğrenci olası geliyor.



Üniversite’den ayrılıp şehri gezmeye başlıyoruz. Belediye’nin çevreye verdiği önem hemen fark ediliyor. Şehir tertemiz, yollar düzenli, her köşe başında bir park var.



Tarihi taş köprü ve çevresi görülmeye değer.



Şehrin ortasında Merkez Park var. Hani New York’taki Central Park gibi.



Türkiye’de gördüğüm en büyük ve bakımlı park.



Resimde ta ileride minicik görülen apartmanlara kadar uzanıyor.



Kanalın çevresinde de nefes almalık çok hoş yürüyüş alanları var.



Mecburi hizmetimiz bitince hayatımız için kendi kararlarımızı verme özgürlüğüne ereceğimizden Hasan’la düşünüyoruz. Burada yaşanır mı? Sonuç: Yaşanır. Su var.
Akşama Mersin’de olmamız gerektiğinden kısacık Adana turumuzdan aldığımız dersleri aklımıza yazıp yola koyuluyoruz. İlk durak tabi ki tantunuci Göksel. Ara sokakta bilmeden zor bulunabilecek bir yerde.



Sadece yağsız et olana biftek tantuni diyorlar, içindeki et biraz yağlı olursa adı tantuni oluyor.



En güzeli ince lavaşa sarılanı. İstenirse yarım somun ekmek arasında da servis edilebiliyor.



Benim bildiğim dürümlerin ağzı ve kıçı vardır, kıçı kağıdın dibindedir, yedikçe dürümün içi kağıda dökülür, sosu akar. Eğer aç ya da benim gibi obursanız iş kağıdı yırtıp dipteki artıları yalamaya kadar gidebilir. Görüntü kirliliği çok oluyormuş demek ki, Mersin’liler nefis bir çözüm bulmuşlar buna. Ortadan ikiye katladıklarından dürümün başı da kıçıda ortada, neresini istersen oradan ısır, zevkine kalmış.



Duvarlarda her şehrin ünlüsünde olduğu gibi buraya gelen meşhurların fotoğrafları asılı. Hasan’la ben üç, Sedat ise dört dürüm yiyor. Ben zaten ikinciden sonra doymuştum ama garson gelip "birer cila alır mıyız?" diye sordu, üçüncüleri o yüzden aldık. Rakıdan sonra cila niyetine birayı biliyordum, bunu da öğrenmiş olduk. Tabi bu cila insanı parlatmıyor aksine bir rehavet ki sormayın. Zaten dün geceden yorgunuz, hemen öğretmen evine gidiyoruz. Yer yok. Yakında küçük bir otel var, şehrin göbeğinde, en ucuzu o. Hemen yerleşiyoruz. Hasan anneannesinde yatacağından İki kişi, iki gece biri çift kişilik üç yataklı oda 90 YTL. Çift kişiliği kapıp uykuya dalıyorum. Bir buçuk saatlik uykudan sonra kendime geliyorum. Hasan’la buluşuyoruz. Akşam olmuş, gece sahil net değil ama on kilometre boyunca bu kadar düzenli ve bakımlı bir sahil düzenlemesi olduğuna şaşırıp yarın daha ayrıntılı gezmek üzere limana gidiyoruz.



Marina ile deniz arasında lunapark var. Düşünmeden dönme dolaba atlıyoruz. Çocuklar gibi şeniz. Dönme dolaba binmeyeli ne kadar oldu? On yıl?



Sağımda limanın ışıkları, solumda tankerlerin silüetleri ile aydınlanan kapkaranlık sonsuzluk.



Buruk bir mutluluk içindeyim. Bir yanımda karanlık ve sessiz deniz, bir yanımda ışıltılı gece. Ortada halimden memnun gibiyim.



Çarpışan otolara binince insanın üstünde pek melankoli kalmıyor. Bu fotoğraf sonrasında Hasan’ın kıç attığını söylememe gerek yok sanırım.



Lunaparkta bir yer ilginçti. Üç metre uzakta asılı balonları iki kez vurunca sigara veriyorlar. Bebek işi. Kesin bir üçkağıdı vardır dedim doğru çıktı. İlk kurşun metal hemen patlatıyorsun balonu. Adam ikinci kurşunu yerleştirirken sanatını icra ediyor ve metal yerine plastik mermi koyuyor. On santim öteden atsan patlamaz balon. Nereden mi anladık? Sesinden. İlkinde metal arkadaki tahtaya çat diye çarpıyor. İkincisinde isinde tok diye bir ses çıkıyor. İşin daha ilginç tarafı milletin enayi gibi üst üste ikincide patlatmayı denemesi.



Lunaparktan çıkıp limanda demirlemiş tekne meyhanelere gidiyoruz. İki İzmir’li olarak Hasan’da ben de bir zamanlar Pasaport’taki benzer tekneleri özlemişiz. Girip birer tek yuvarlayalım diyoruz ama içerdeki şantörlerin böğürtüleri katlanılacak gibi değil. Bir sürü tekneden bir tanesinde bile gürültüsüz yer yok. Vazgeçip şehri gezmeye başlıyoruz.



Eski balık pazarında kediler akşam pazarının kayıntısından memnunlar.



Deniz olan yerin tadı başka oluyor, deniz yobazlığı azalıyor. Çarşının arka tarafında Balıkçı Yaşar bizim Hasan’ın da tanıdığı. Mutfakta altı sönmeyen balık kızartma tenceresi var. İçinde mis gibi küçük barbunlar pişiyor. Tabağı 5 YTL.



En sevdiğim balıklardan biridir ama İzmir’de pahalı olduğu için tadımlık yerdim. Barbunun memleketine gelmişim haberim yok. Yarın burada barbun bira klasiği yapmak üzere önceden sözleştiğimiz gibi Hasan’ın dayısının ocakbaşı lokantasına gidiyoruz (Mekanın adı Bizim Bahçe).



İçeride fazla müşteri yok. Erdal Dayı ve tayfası da makama geçmişler "var mısın yok musun" izleyip demleniyolar. Erdal dayı aynı zamanda Mersin Kasaplar Odası başkanı, masasında çeşit türlü içki vardı. Kendisi de viski içiyordu. İnsan hem kasap olup nefis kebaplar yapar hem de içki içerse normların üzerine çıkar biraz. Bizim Dayı da 150 kilo civarında. Sevgili yeğeni Hasan’ı ve arkadaşlarını görünce nefis bir masa hazırlıyor bize.



Rakılar, kebaplar, meyveler ve sohbet olur da TSM olma mı? diye uzun yıllar Avrupa’da çalıp sonunda emekliliğini memleketinde geçirmeye gelen keman ustası Hüseyin Ağabey’i davet ediyor masaya.



Bana da değerli darbukasını veriyor ve başlıyor fasıl.



Bu darbukayı kırk yıl önce aylarca para biriktirerek almış. Anısı çok imiş. Ben de elimden geldiğince dillendirmeye çalışıyorum çalgıyı.



Hüseyin Usta’nın yaptığı uzun taksim aralarında da tütün sarıp içiyorum.





Masada herkesin kendinden geçtiği bir şarkı mutlaka var. Sedat hariç. O içki içmiyor TSM bilmiyor.



Bir süre sonra onca gürültüye rağmen sızıp kalıyor zavallı. Ulan biz içtik sana n’oluyor filan diyoruz hiç tınmıyor.






Gecenin sonlarında herkes müzisyen herkes ses sanatçısı oluyor. Hasan darbukatör ben kamereman kesiliyorum, gerisi de çatlak sesler halk korosu. Saat kaçta odaya nasıl gidiyoruz pek hatırlamıyorum. Yalnız yan odada uyuyan adamın uyku apnesi olduğunu ve erkek aslan gibi gürleyerek horladığını net anımsıyorum. Adam yan yatakta uyuyor gibiydi. Çünkü odalar arasında dandik bir tahta kapıdan başka bir şey yok, bütün sesler içerde. Neyse ki kafam bir dünyaydı da sızdım kaldım.



Sabah Hasan kahvaltı için bizi alıyor. İstikamet künefeci. Bu tatilde mutlaka yememiz gereken iki şey vardı. Biri tantuni diğeri künefe. Kısmet bu sabahaymış. Bunun diğerlerinden farkı ortasında çok kalın tuzsuz peynir tabaksının olması. Battı balık yan gider diyerek önce kıymalı börek sonra künefeleri indiriyoruz mideye.



Alışveriş merkezi gezmek hiç adetim değildir ama bizimkilerin ihtiyaçları olduğundan Mersin forum’a gidiyoruz.



Hiç böyle merkezleri gezmediğimden midir nedir etkilendim buradan. Mimarisi çok güzeldi.



Geniş iç mekanı süsleyen pek çok obje vardı. Ama en güzel obje çikolatalı donmuş muz satan kızdı.



Tele objektifi takıp çaktırmadan fotoğrafını çekmek için yarım saat dört döndük etrafta.



Biraz daha kalsaydık gidip evlenme teklif edecektim kıza. Allah yaratmış, yüzündeki yara izi bile sade güzelliğini bozamamış.



Bizimkilerin alışverişi bitmeyince ben de diyenara gittim. Bir sürü kitap aldım. Forumun dışındaki kafede oturup kahve içtim. Modern insanları gördükçe gözüm gönlüm açıldı. Dün gece vakti hayran kaldığımız sahil düzenlemesinin fotoğraflarını çekmek üzere sahil yoluna gittik.



İzmir Karşıyaka’dan geldim doğuya. Gönlüme pencere açmak istediğim vakitlerde aklıma Karşıyaka’nın sahil şeridini getiririm. Ve şunu söyleyebilirim ki Mersin’in bu on kilometrelik memleketimin sahilinden daha bakımlı ve güzel.



Sık ararlıklarla çeşitli temalar içeren heykeller ile süslenmiş. Aklıma Eskişehir’i de benzer şekilde heykellerle süsleyen kendisi de heylektraş olan başarılı belediye başkanı Büyükerşen geldi.



Mersin belediye başkanının heykelle ilişkisini bilmiyorum ama heykeltıraşlarla arasının iyi olduğuna eminim.



Heykelden pek anlamam ama ardı sıra döşenmiş eserlere bakmaya doyamadım.





Sadece heykeller değil değirmenler, köprüler, havuzlar ve çevreyi güzelleştirmek için akla ne geliyorsa var sahil boyunca.



En beğendiğim de havuzun üzerinde koşan bu atlar oldu.





En saçmaları ise eskiymiş görüntüsü verilen yarım bırakılmış çakma sütunlardı. Bence gereksiz para harcamışlar.





Bir de sahil boyunca birbirinden ayrı yapılmış üç büyük futbol takımının alanları var. GS için aslan, BJK için kartal ve FB için kanarya heykellerini görmek şaşırtıcı değil.

Dün geceyi ve takip eden sabah kahvaltısını hala sindiremediğimizden olsa gerek akşam üstü olduğunda yoruluverdik. Hemen soluğu önceki gece gözümüze kestirdiğimiz bira barbun ikilemesinde aldık.





Yemekten sonra rehavet iyice çöktü üzerimize. Otele gittik. Biraz Martin Mystere okudum sonra uyudum. Akşam Hasan bizi aldı. Uzun zamandır sinemaya gitmemiştik. O…Çocukları’na gittik, çok güzeldi. Kah güldük kah ağladık. Sinema çıkışında Hasan’ın arkadaşları ile buluştuk.



Ay ışığı altında fotoğraflar çektik.





Ertesi gün tatilin son günüydü. Çevreyi mi gezelim denize mi girelim derken hepsini birden yapmaya karar verdik. Hepsinin ucundan acık.



Arabaya atladık solumuza Akdeniz kıyılarını alıp batıya sürmeye başladık.



İlk durak Kanlıdivane. Burası 60 metre derinliğinde bir obruğun çevresine kurulmuş eski bir Roma kenti. Obruk doğal yüzey çöküntüsü anlamına geliyor. Söylenceye göre suçlular obruğun içindeki vahşi hayvanlara atılarak cezalandırıldığından adı Kanlıdivane olmuş. Merdivenlerle inilen çukurun büyüklüğünden ötürü tanrısal olduğu düşünülmüş ve kent tarih boyunca dinsel bir merkez olmuş. Obruğun en hakim yerinde büyük bir tapınak var. Bunun dışında çevreye yayılmış bol miktarda bazilika, kaya mezarı ve sarnıç mevcut.





Sonraki durak Narlıkuyu. Denize nazır sevimli bir koy.



Kenardaki lokantayı gözümüze kestirip hemen oturuyoruz.



Kısa tatilin en keyifli anlarından biri. Birer bira alıp martıları seyrediyor ayağımızı denize sokuyoruz.





Vakit kısıtlı olduğundan bira faslını fazla uzatmadan cennet-cehenneme gidiyoruz. Burası birbirine komşu iki büyük obruktan oluşuyor. Cennet obruğunun dibindeki mağarada küçük bir kilise varmış ama bu sıcakta 500 merdiveni inip çıkmak işimize gelmiyor. Buradan yaklaşık bir km ileride de Astım mağarası var. İçeri helezonik demir merdivenle iniliyor.



Dev sarkıt ve dikitlerin oluşturduğu doğal şekiller sanki insan elinden çıkmış sanat eserleri gibi.



İnsan burada yürürken sanki yüzüklerin efendisi filminin setinde yürüyormuş gibi hissediyor. Birazdan çalacak ork davullarına kulak kabartıyor. Bir başka dünya sanki.





Mağara içinde pek çok yere duvarlara çamur atmayın yazıyor. Neden sonra bu yazının sebebini anlıyorum. İçerideki nem oranı yüksek olduğundan taban çamurlaşmış. İnsanlar da bu çamurları alıp oraya buraya fırlatıp doğal güzellikleri bozmuş. Ya çöp atarlar, ya izmarit atarlar ya bira şişesi parçalarlar. Burada hiçbiri yok ama çareyi bulmuşlar. Çamur atıyorlar, Allah akıl fikir versin.







Mağaradan çıkıp deniz sezonunu açmak üzere Kız Kalesi’ne yol alıyoruz.



Sahilden birer kano kiralayıp kaleye kürek çekiyoruz.



Kale’nin efsanesi şöyle: Korikos'ta yaşayan Krallardan biri, bir kız çocuğu olsun diye gece gündüz Tanrıya yakarmaktadır. Sonunda dileği yerine gelir ve kız büyüdükçe güzelliği ve yardımseverliği ile herkesin sevgisini kazanır. Günlerden bir gün kente bir falcı gelir. Kral onu saraya çağırtır, kızının geleceğini öğrenmek ister. Falcı prensesin eline bakınca irkilir ama bir şey söylemez. Kral zorlayınca "Kralım" der, “Kızınızı bir yılan sokacak. Bu yazgıyı hiçbir şey bozamayacak, siz dahi engel olamayacaksınız” deyip oradan ayrılır. Kral, kıza bir şey söylemez ama düşüncelere dalar. Sonunda kıyıya yakın küçük bir adacık üzerinde, ak taşlardan bir kale yaptırır ve kızını buraya kapatır. Günün birinde saraydan kaleye gönderilen bir üzüm sepetinin içinden çıkan bir yılan kızı sokar ve öldürür.
Biraz tanıdık bir hikaye değil mi?



İki saat kadar yüzüp, atlayıp dalıp denize doyuyoruz. Dönüşte Mersin’e uğrayıp vedalaşmak üzere Hasan’ın dünya tatlısı anneannesinin elini öpüyoruz.
Öyle yorulmuşum ki daha otoban’a çıkmadan benim gözler kapanmaya başlıyor. Arka koltukta deliksiz iki saat uyuyorum. Kızıltepe’de eve varmamız gece on biri buluyor.
Aklımda bir şey kalıyor: Mersin’de de Adana'da da yaşanır. Su var!


(Gezide kullanılan araba FIAT Fiorino Sedat'tan, Fotoğraflar: Canon 40D, Hasan'dan)

7 yorum:

Adsız dedi ki...

Merhabalar, sitenizi Bora Bey'in sitesi sayesinde keşfettim. Bende kısa süre önce o bölgelerde hekimlik yaptığım için gezdiğiniz yerlerin müthiş fotoğrafları ile anılarımı tazeledim sitenizde...teşekkürler...nalan

Gökhan dedi ki...

Umarım geri döndüğümde benim de sizin gibi güzel anılarım olacak. Beğendiğinize sevindim.

ssbb dedi ki...

yaşanmaz, yaşanmaz!
İzmir'den başka yerde yaşanamaz.
Su var ama bir kere Adana'daki tatlı su, ayrıca insan faktörü başka. Bence orkestra da İzmir'li olabilir:)
Mersin tatları hakkında:
1.Mersin künefesi kadayıfın iyice öğütülmesi, kırılması ve elenmesi ile yapılıyor.
Bir nevi revani gibi hamur yani, eleğin üstünde kalan iri parçalar da üzerine serpiştirliyor.
2. Barbun dediğin tekir.
Son söz: Kemancı fotoğrafı süpper!

Gökhan dedi ki...

Yahu SSBB Ağabey'im, burada İzmir'den uzakta davut kendini avut mantığını oturtmaya çalışırken, memleketten uzaktaki yerleri de sevmeye alışmışken sen böyle yazıyorsun. İnsan kendini kandırıyormuş gibi hissediyor. Olsun daha 1 yıl kendimi kandırmaya devam edeceğim.
Aslında barbunun küçüğüne tekir deniyor ama onlar barbun diye sattığı için ben de öyle yazdım. Yoksa onu da mı yanlış biliyorum?
Fotoğrafların çoğu kemancı fotoğrafı dahil Hasan'ın bakışının eseri.
Son söz:Bu yakın takibin beni pek mutlu ediyor, sağol

Haydins dedi ki...

Mersinde akrabalarim yasiyor ama hic boyle guzel oldugundan bahsetmemislerdi.Geliriz bir daha donmek istemeyiz diye mi dusunuyorlar acaba..himm bir sorayim ben onlara ;)
Kiz kulesinin hikayesi de ayni.okurken aa ayni hikaye dedim ki siz yazmissiniz zaten 'tanidik geldi mi?' diye.

Adsız dedi ki...

Gökhan Bey bu geziniz eksik kalmış bence.Güneyin incilerinden Hatay.Mutlaka gezip görmeli birde orada künefe yemelisiniz.Sevgiler

Gökhan dedi ki...

kesinlikle haklısınız