Motoru Kemal Usta’nın yerinde bıraktıktan sonra Pınar’ı bekledim. Arabaya atlayıp Mardin yoluna çıktık. Tekel bayisinden birkaç tane bira aldık. Göbeklitepe ayrımını bulmak çok vaktimizi aldı. Önünden geçip gitmişiz. Gidecekler için kısaca şöyle:Mardine giderken solda Şefkat Petrol’e gelmeden 500 metre önce yol ayrımından sola dönülüyor. Sonrası da 10 km kadar. Bu arada Şefkat Petrol’ün gerçekten kendine yakışır bir ismi var. Bir buçuk ay kadar önce bana çok şefkat göstermişlerdi. Bir pazartesi günü sağanak yağış altında Gaziantep’ten Mardin’e motorla dönmeye çalışıyordum. Sabah 8’de yola çıkmıştım. Kaskın içinde tepeme tıpır tıpır eden yağmur damlalarını duyuyordum ve onca korumalı kıyafetime rağmen eldivenimden difüzyon yoluyla yayılan su gövdeme kadar ulaşmıştı. Birecik Urfa arasında bir benzinlikte bütün kıyafetlerimi şu infrared ısıtıcı UFO’nun önüne serip 1 saat kurumalarını bekledim. Yağmur dinmeyince tekrar yola çıktım ama kuru kalmak mümkün değildi. Yandan kamyon, ki bu yolda fazlasıyla var, geçince arkasından kalkan çamurlu su kütlesine balıklama dalış yapıyorsunuz. Neyse Urfa’da biraz dolanıp yağmurun dinmesini bekledim ama dinmedi. "Ya Allah!" deyip yola koyuldum ama saat öğlen bir buçuk olmuştu, karnım açtı ve yorgunluktan ölüyordum. Tam bu noktada karşıma Şefkat petrol çıktı. Hemen bitişiğinde lokantası var. Lokantaya girince insanlar beni şaşkın bakışlarla izlenmişlerdi. Ya “Bu havada motora biniyor enayi” ya da “Yazık arabası yok herhal” filan demişlerdir. Tavuk şişi yedikten sonra üstüme feci bir rehavet çöktü, gözlerim kapandı kapanacak. Baktım bu vaziyette yola çıkmak iyi değil lokanta sahibine gidip kestirebileceğim bir yerleri olup olmadığını sordum. Biraz ayaküstü muhabbetten sonra beni arka taraftaki yatakhane’ye götürdü. İçeride uyuyan iki kişi vardı, gececilermiş. Güzelinden bir yatak açtı, temiz nevresimler serdi, battaniyeye kılıf geçirdi; bir tek iyi uykular öpücüğü kaldı anlayacağınız. İki saat kadar bebekler gibi uyudum. Uyandığımda hava pırıl pırıldı. Minnettarlığımı dile getirip ayrıldım. Şefkat Petrol’dekiler şefkatli insanlar vesselam.
Adem ile Havva’nın cennetten atılmasından sonra burada toprağı işlemeye başladığı ve ilk tarımın da burada yapıldığı belirtilmiş. Ayrıca Max Planck Enstitüsünün Köln’de bitkiler üzerine yaptığı araştırmada 68 yeni buğday çeşidini kıyasladığı ve tüm tahılların kökeninin ise Karacadağ eteklerinde bugün de halen yetişen yabani buğday bitkisi olduğunun ortaya çıktığı belirtilmiş.İngiliz yazar David Rohl’ün tezine göre bundan 11 bin yıl önce taş devrinde insanlar Türkiye, Suriye, Irak ve İran sınır bölgesinde avcılıkla yaşıyordu. Daha sonra insanlar burada yerleşmeye, toprağı işlemeye başladı. Bununla birlikte medeniyet de başladı. En yüksek medeniyet burada oluştu. Göbeklitepe’de bulunan eski tapınaklar da bunun kanıtıymış.
Haberin devamı şöyle: “İncil’de belirtilen cennette akan dört ırmaktan ikisi Dicle ve Fırat nehirleri. Adem de İncil’e göre ilk buğdayı burada öğüttü ve tarımın başlangıç temelini attı. Kabil burada çiftçiliğe başladı. Göçebe halinde ve avcılıkla yaşayan insanlar da ilk kez burada av silahlarını bırakıp toprağı işlemeye ve yerleşik olmaya başladı. Hayvanları evcilleştirip onlardan yararlanmaya başlayan insanlar kendisine ev ve yatak yapmayı, topraktan çömlek yapmayı ve kendi yetiştirdiği bitkilerden beslenmeyi öğrendi. Max Planck Enstitüsü’nün yaptığı araştırma da ilk evrimin Türkiye’nin doğusunda olduğunu kanıtlıyor. Göçebelikten yerleşik düzene geçiş sancılı oldu, insanlar büyük evrim geçirdi” (Alıntılar şu adresten www.hurriyet.com.tr/gundem/4523835.asp?m=1&gid=69) Türkiye ve Suriye’de yapılan son kazılar insanoğlunun göçebelikten yerleşik düzene nasıl geçtiğini adım adım gösteriyor.1. İsa’dan 10 bin yıl önce avcılıkla yaşayan insanlar zengin bir bitki örtüsünün bulunduğu bu bölgede avlanıyordu. Bölge hayvan sürüleriyle doluydu.
2. İsa’dan 7 bin 500 yıl önce ise hayvanlar azalmaya başlayınca açlık sorunu başgösterdi ve insanlar biraraya gelerek köyler oluşturmaya, bitkilerle beslenmeye başladılar ve yaşam biçimini tamamen değiştirmek zorunda kaldılar. Açlık insanları yenilikler bulmaya zorladı. İnsanoğlu buğdayı öğütmeyi öğrendi. Toprağı eğilerek işleme ve buğdayı öğütme işi öylesine ağırdı ki, insanoğlunun iskelet biçimi değişti. Hayvanları evcilleştirmek de kolay olmadı. Çit çevrilerek hapsedilen hayvanlar önce şok yaşadı. Hayvanlardan ürün alınması uzun zaman aldı.
Şu anda kazı alanına girmek yasak. O nedenle uzaktan sevmek gerekiyor. Zaten motiflerin üzerlerini de saçla kaplamışlar. Hele hele dünyanın en büyük tapınma alanını görmek için yola çıkmamak lazım çünkü çok büyük kısmı henüz toprak altında. Muhtemelen (umarım) yakın gelecekte oldukça ünlü bir tarihi ziyaret alanı olacak.
Bu geziden yaklaşık bir ay kadar sonra Gudu Gudu Motor ekibiyle Göbeklitepe'yi tekrar ziyaret ettik. Göbeklitepe’de antik taşı müzeye veren çiftçinin hali malumunu torunundan bizzat öğrenme şansım oldu. Doksanların başıymış. Devlet para mükafatı vermiş. O zamanın parasıyla üç tane şahin alınabiliyormuş o parayla. Şu anda arazinin hala aynı ailenin elinde bulunuyor. Alman hükümeti bu alan için aileye yıllık kira veriyormuş. 2000 Euro. Devlete vermek için başka yerden (Urfalıların dediklerine göre uyanıklık yapıp Urfa’nın en iyi topraklarından) birkaç trilyonluk toprak ya da eşdeğer para istiyorlarmış. Devlet vermediği için şu andan beklemedelermiş. Sandaletli Seyyah Bora Bilgin’in dediğine göre devlet istese burayı hemen kamulaştırabilirmiş. Bu gidişle inatçı pazarlıkları kafalarında patlayacak ama dur bakalım.
Burayla ilgili öğrendiğim ikinci şey kazıyı yöneten Dr. Schmith'in yabancı turistler için kazı alanının kapısını açtığını ancak Türk'lerin içeri girmesini izin vermediği oldu. Bu duruma bizim kadar toprağın tapulu sahipleri de kıl oluyormuş anlaşılan ki içeri girmemize izin verdiler. Bir de baktılar ki tiplerimiz düzgün bir sakınca görmediler. Ben de daha ayrıntılı fotoğraflar şansı buldum. Bir yandan da sinirlernip iyi ki girmemize izin vermemişler diye düşünmeden de edemedim. Çünkü on bir bin yıllık bir taş eserin üzerine sığırın biri adını kazımış: Bekir. Gezmemize izin veren arkadaş köylüleri olduğunu söyledi. Hayata başka hiç bir iz bırakamayacak bir zavallının geri dönüşümsüz bu zararı karşısında söyleyecek söz bulamıyorum. Neyse ben en iyisi diğer fotoğrafları sunayım.














Bu yukardaki ağabey de girişte bekçilik yapıyor, tanıdıkları görünce çay da ikram etti. Aramızda Taliban Abi ismini koyduk. Afganistan'dan gelmiş gibi görünse de burada onun gibi giyinen gerçekten çok yok.
Sınıra gidiyoruz. Gümrük memurları ile tanışıp biraz Suriye, biraz iş güç, sınır memurluğu filan konuşuyoruz. Yapılacak iş değil bu diyorlar. Aile için çok zor oluyormuş. Sınır kapıları genelde şehirlerden uzak olduğu için ailelerini her atandıkları yere götüremiyorlarmış. Bekar olan arkadaş “Valla ben olsam kendimle evlenmezdim” dedi, gülüştük. Gaziantep’ten Suriye vizesi alınıyormuş. Ankara’ya gitmeye gerek yok yani. Antakya ya da Kilis üzerinden Suriye gezisi kurdu aklıma girdi bakalım.
Harran’a çevirdik yolumuzu. İlerledikçe beş yıl önceki geziden hafızama kazınan resimleri taşıyan unutulmuş nöronlardan gelen çakmalar yaşıyorum. Harran’a girince yanımıza bir motosiklet yanaşıyor. Arka koltuktaki genç adam bizi gezdirmek istiyor. Aslında yapışanları pek sevmem ama bu gencin tavrı rahatsız edici değil, kibar birine benziyor. Ücreti sorunca hizmetinin değerinin ne olduğunu düşünüyorsak onu verirsiniz diyor. İsmi Yasin. Tamam deyip alıyoruz yanımıza. Yol boyunca sohbet ediyoruz. Beş yıl önce de geldiğimi söyleyince “O zamanlar da çok turist geliyordu” diyor. Terör her yeri olduğu gibi burayı da kötü etkilemiş.İlk durak Üniversite. Burada Yasin’e sürekli Harran ile ilgili sorular soruyorum hiç zorlanmadan cevaplıyor. Bunun dışında da sürekli konuşup anlatıyor zaten. Dersine çalışmış olduğu belli. İyi bir rehber tuttuğumuzu düşünüyorum.

Bunun mantığı şu. Havuz durgun su ile dolu olduğunda öğrenciler ve öğretmen havuzun kenarındaki bu yerlere oturuyorlar ve gökyüzünün sudaki yansımasına bakarak astronomi çalışıyorlar. Süper fikir değil mi? Böylece kimsenin boynu tutulmuyor ve öğretmen gökcisimlerini gösterirken öğrencileri tek tek yanına alıp “Tam parmağımın ucuna bak, gördün mü, parlak olanın sağındaki ?” filan diye zahmetli bir iş yapmıyor. Üstelik ders arasındaki çılgın havuz partisleri de cabası.
Harran; Ay, Günes ve gezegenlerin kutsal sayıldığı eski Mezopotamya putperestliğinin (Sabiizm) önemli merkezi olması ile ünlüymüş. Harran'da Astronomi bilimi bu nedenle çok ilerlemiş.
Herkesin ağzına pelesenk olmuş: Üniversite deyince hemen dünyanın ilk üniversitesi diyorlar. Ben de kıllandım doğru mu acaba diye google’da ufak bir araştırma yaptım, gerçekten öyle gibi. Diğer en eskiler arasında Kahire’deki Al-Azhar University (M.Ö. 969) ve Avrupa’da M.Ö.1100’lere dayanan birkaç üniversiteden bahsediliyor. Harran Üniversitesi'nin kuruluşu hakkında elde yeterli kaynak olmasa da Assur ve Babil dönemlerinden (M.Ö. II.bin) İslâmi döneme kadar (M.S.VII. yy) devam eden ve gezegenleri temsil eden gelişmiş bir Tanrılar Kültü'nün Harran'da yaşamış olması, M.Ö. II.binde buradan astronomi biliminin ileri bir düzeyde olduğunu göstermekteymiş. Bu bilimin de ancak bir okulda sistematik bir şekilde öğretilmiş olabileceği düşünüldüğünde Harran Üniversitesi'nin temellerinin, Asur ve Babil dönemlerinde atıldığı öne sürülüyormuş. Yani M.Ö. 2000'e kadar uzanıyor.
Kapının tam karşısındaki tepe de höyük, çevresi çitlerle çevrili kazı alanı vara ancak Selim’in dediğine göre gelip de kazan yokmuş. “Uzun süredir böyle duruyor” dedi. Buradan ayrılıp Harran evlerine doğru ilerliyoruz.
Ancak bunlar Harran'daki akrabalarından –resimlerde de görüldüğü üzere- daha sağlam bir durumda. Bu trullo evlerinin çoğu XIX. yüzyıldan kalmış. Harran dışında Anadolu’da da Şanlıurfa - Birecik arasındaki bölgede, bugün yalnız Suruç ve çevresinde bulunan bir kaç köyde ve Şanlıurfa - Akçakale arasında bir kaç köyde de benzer kubbeli evler varmış.Bir de Hatice var tabi. Bakınız beş yıl önceki hali bu:
Bu arada resimde de görüldüğü gibi kadın erkek herkes mor puşi kullanıyor. Yeni moda buymuş Adı da Çiller puşisi. Rivayet odur ki seçim zamanında Çiller binlerce mor puşi dağıtmış, sonradan bunlar moda olmuş.Evden ayrılıp Kale’ye gittik.
Kale’nin inşa tarihi net değil.
9 yorum:
Urfalı kız National Geographic'teki afgan kız gibi olmuş, onu da yıllar sonra gidip buldular ya.
Vitrindeki şaşı fotonun esrarı da el emeği olmasında olabilir. Eskiden siyah beyaz fotolar özel tebeşirlerle boyanıp sonra üzerlerine vernik atılarak renklendiriliyordu. Camdan seçildiği kadarıyla poşunun karelerini tek tek boyamışlar.
Bir de tarlasında heykel bulup da mizeye götüren köylünün hali nice olmuştur acaba?
siteyi yeni keşfettim . çok güzel olmuş kendi adıma çok faydalı buldum devam etmenizi dilerim en azında seyahat düşündüğümde nerelere gideriz fikrim oldu teşekkürler.
sevgili ssbb senden bir sonraki Sibel Hanım'a cevap yazayım derken sana yazdığım cevabın uçmuş olduğunu fark ettim. Tekrar yazıyorum:
Afgan kızı Harran kızı benzetmesinden pek hoşlandım. Bu gidişle bir on yıl sonra gelip Hatçeyi tekrar fotoğraflarım. Hatta o zaman bizim kuzeni de getirir Hatçe'nin sağ yanına yerleştiririm. Nat Geo ekibinin Afgan kızı bulması ve fotoğraf için ikna etmesi onları çok zorlamıştı. Kendi çapımda Hatice de beni zorladı. Pek utangaç, poz vermek istemiyor.
Ayrıca dikkatinden de bir şey kaçmıyor, ben o camekandaki fotoğrafların siyah-beyazdan renklendirme olduklarını fark etmemiştim bile.
Göbeklitepe'ye bir kez daha gidersem köylünün akıbetini öğrenirim, söz. Bakalım diğer tarihi eser bulanlar için kahve de sokakta nasıl örnek oluyor.
Sibel Hanım,
Blogu beğenmenize sevindim. Elimden geldiğince yazmaya devam edeceğim. Sevgiler.
Bir şehri, bir insanı, herhangi bir nesneyi güzelleştiren tek şey, galiba onu nasıl görmek istediğinle ve nasıl anladığınla ilintili. Urfa senin fotograflarınla, senin gözlemlerin ve anlatımlarınla bana bile güzel geldi. Devammm.....
selam internet üzerindende olsa seni tekrar görmek çok güzel.gittiğin yerler nefis fotoğralar harika.kaskımı alıp hemen gelesim var :) ..sevgiler ibo
Yazmış olduğunuz gezi yazısına söyleyecek bir şey yok. Elinize sağlık. Ancak Urfa'lı kız hakkında yazılanlar hiç hoş olmamış kanımca. Özellikle 2. resmin altındaki "Çok deforme olmuş kız yahu. Geçenlerde yeni resmi kuzene gönderdim, 'İyi ki almamışız lan! dedi gülüştük.'" şeklinde bir ifade, günümüzde başlık parası gibi ilkel ve acı bir uygulamayla hala "alınıp satılabilecek" bir nesne olarak görülen zavallı bir kız (ve nezdinde diğer kızlar)hakkında benim görmeyi ve duymayı isteyebileceğim en son yorum! Kızın gözlerinin derinliğindeki keder insanın içini acıtıyor. Sizin yorumunuzdaki "bayağı" ifade ise keyif veren fotoğraf ve metin içinde çok kötü bir şekilde sırıtıyor.
Yazdığım bu şaka mahiyetindeki kişisel sohbetin kamuya açık bir alanda belki de gerçekten olmaması gerekiyor. Asıl amaç kadınların ezilmesine vurdumduymazlık değil aksine inceden dalga geçme içeriyor. Yoksa bu uygulamalara sıcak bakmamız mümkün değil zaten. Ancak yine de rahatsız edici olduğunu belirtmenizden mutluluk duydum. Bu kısmı yazıdan çıkarıyorum.
SeLamün ALeyKüM ArkadaşLar ßir ŞamLıUrfaLı 0LaraK ßen ßiLe ßurda gitip göremediğim yerler arkadaşın gidip görme imkanı olmuş ve bunu paylaşmış ne mutlu ona ....!inş. ßirdaha kısmeti olur gelip gezer buraları bizimde haberimiz olursa bir çaımızı ısmarlarız inş. ALLAHUTEALA KISMET EDERSE
Yorum Gönder