30 Mart 2012 Cuma

HİNDİSTAN 1. Bölüm (Dubai-Mumbai)


HİNDİSTAN (ARALIK 2011)
Ağustos ayının ortalarında Emirates’in fırsatlar köşesini karıştırırken 420 Euro’ya uçuş zamanı kış mevsimine denk gelen Mumbai bileti gördüm. Kış vakti İstanbul’da donmaktansa en azından bir süreyi sıcak memlekette kumsal keyfi yaparak geçirelim dedim.
Aralık gelene kadar sabırsızlıkla zamanı geriye sarıyor, elime Hindistan’la ilgili ne döküman geçse okuyordum. Gitmeden önce Mumbai ve Goa ile ilgili o kadar çok şey okumuştum ki gitmeye yakın sanki bildiğim bir yere gidiyormuşum gibi hevesim azalmıştı. Bu okumalar sırasında edindiğim bilgilerle iyice organize olup gitmeden önce uçak - tren biletleri, CS istekleri ve Goa’da ilk gece kalacağımız otel rezervasyonunu da internet üzerinden ayarlamıştım. Böylelikle ilk defa yurtdışı seyahatine çıkacağım Elvan’ın da olabildiğince konforlu vakit geçirmesini hedefliyordum. Malum Hindistan’da, Roma’nın tarihi dokusu eşliğinde aşk çeşmesine bozuk para atanlar, Paris’in arnavut kaldırımlara yayılmış mahalle bistroları gibi romantik aksiyonlar bulmak pek mümkün değil. İlk yurtdışı için biraz “ağır” olduğu söylenebilir.
Bakın bakalım biz Hindistan’da neler bulmuşuz.

Aralık ortasında Cuma akşamüstü uçağıyla Mumbai aktarması için Dubai’ye uçtuk. Uçuş öncesinde garanti lounge’ta beleş yiyecek ve içeceklerle keyfedip yanımıza acil durum sandviçleri aldık. Aktarma arasını uzun tuttum (15 saat) ki gelmişken Dubai’yi de görelim. Gece yarısı bir gibi Dubai’ye inen uçaktan havaalanı dışına çıkmak üçü buldu. O geceyi havaalanında banklarda uyuyarak geçirmeyi planlamıştım. Hatta bu plan üzerine yaptığım aramalarda Dünya havaalanlarında en iyi uyunacak yerleri gösteren ve o havaalanı ile ilgili ince ipuçları veren bir site (http://www.sleepinginairports.net/) bularak internetteki bilgi bolluğuna hayret etmiştim. Gel gör ki o gece Dubai Havaalanı çok kalabalık ve gürültülüydü. En güzel bankların da çoğu kapılmıştı. Geriye kalanlar da yolcuların yürüme rotaları üzerinde olduğundan çok gürültülüydü. Daha önümüzde enerji gerektirecek bir günümüz olduğunu da düşünüp en iyisinin otelde kalmak olduğuna karar verdik ve pasaport polisine doğru yol aldık. Burada da uzun bir sıra vardı.
Bir ülkeye vardığınızda ilk intbanızı oluşturan şey sizinle ilk karşılaşan ve iletişime geçtiğiniz insan oluyor. Bu da genelde pasaport polisi olur. Dubai’deki polislerin suratsız ve kaba tutumu ilk izlenimimi haliyle kötü etkiledi. Üzerinde fistan, ayağında terlik, sıradaki yolculara bağırıyor, pasaportları lüzumsuz paçavralar gibi fırlatıyor falan. Sıranın sonuna eklenen her yolcuyla birlikte siniri artıyor, söyleniyor falan. Sonnunda birileriyle ağız dalaşına da girdi. Bütün o şaşalı havalimanına hiç yakışmayan bir tablo.
Neyse ki sorun yaşamadan ve elbette “merhaba” ve “iyi geceler” dileklerimize yarım ağızla da olsa cevap verilmeden Dubai’ye girdik.

Havalimanı çıkışındaki taksilere ilerlerken görevlinin biri beni çevirip bir başka taksiye yönlendirdi. Farkı şoförünün kadın olması. Benim yanımda da kadın olduğundan o taksiye binmemiz gerekiyormuş.
Şoföre elimde listeli ucuz otellerden birkaçını gösterdim ama hiçbirini bilemedi. Ben de ucuz bir otele götürmesini istedim. On dakika sonra bir otelin önünde durduk. Gecelik 200 dinar (100 TL) istediler. Sadece 5-6 saat uyuyacağız diye pazarlık yaptım ama adam nuh diyor peygamber demiyor. O zaman başka yere gideriz diye kapıdan çıkıp taksinin yanına gittim ama blöfü yemedi. Zaten taksiye binsem otel araken bir de taksimetre yazacak. Mecburen dönüp odayı tuttuk.

Odamız oldukça sefil bir odaydı. Tuvalet rezervuarından daimi olarak gelen su sesini kartviztimi katlayıp gevşek yere sıkıştırarak kestim, banyonun tavanında dolanan kalorifer böceklerini kovaladım derken uykusuzluğa dayanamayıp sızdık.
Sabah 9’da uyanıp Garanti Lounge’tan aldığım küçük sandviçlerle açlığımızı bastırdık. Otelden çıkıp küçük dükkanlarla dolu caddede yürümeye başladık. Dediklerine göre burası Dubai’nin önemli yerel ticaret merkezlerinden biriymiş. Yollar pırıl pırıl geniş ve moderndi. Herşey yepyeniydi. Bu durum tüm gün boyunca devam etti. Tamam hoş, yeni, güzel, temiz ama bir şehirde yaşanmışlık ve tarihi doku olmayınca pek yavan oluyor. Sahanda sucuklu yumurta var ama sarısına banacak ekmek yok gibi.
Camekanlarına göz attığımız dükkanlarda Türkiye’de bulamayacağımız hiçbir şey yoktu. Üstelik çirkinlerdi. Çin işi uyduruk mallar satan bol miktarda elektronikçi vardı.
Sora sora sahili bulduk ama zaman kısıtlı olduğu için sahile nazır bir yerde karnımızı doyurma fikrinden vazgeçtik. Zaten deniz kıyısı görülebilse de hatırı sayılır bir mesafe yürümek gerekiyordu.
Biz de Elvan’ın Dubai’de yaşayan bir arkadaşının tavsiyesi ile Dubai Mall’a (En büyük alışveriş merkeziymiş) gitmek üzere metroyu bulduk.

Girişte metroya balıkla girilemeyeceğini ifade eden uyarı tabelası asmışlardı.
Daha ilk girişten itibaren metronun lüksü insanı şaşırtıyor. Her yer yeni ve tertemiz, bal dök yala. Nedendir bilinmez istasyonda in cin top oynuyor. Bu kadar lüks üç beş yolcu için mi yapılmış nedir?
Peronun bekleme alanı ile raylar arasında camlı bir bölme bulunuyor. Dolayısıyla yolcuların raylara ulaşması mümkün değil.

Yanaşan trenin sürücüsü olmadığı gibi trenin kapılarıda milimetrik olarak cam bölmeyle eş düşüyor ve kapılar cam bölmeyle aynı anda açılarak yolcu geçişine izin veriyor. Rusya’da 100 yıla yakındır uygulanan bu etkileyici organizasyona bizde hala olmadığı için gıpta ettim.
Trene atlayıp Burj Khalifa’nın yakınındaki istasyonda indik. İstasyon çıkışında dünyanın en uzun mimari yapısı olan Burj Khalifa’yı karşımızda bulduk. Sekiz yüz yirmi sekiz metre yüksekliğindeki bu devasa yapı Ocak 2010’da bitirilmiş. O kadar yüksekmiş ki yüksek katlarda oturanlar buraya güneş daha erken doğduğundan ramazanda sahuru erken yapıyorlarmış. Bulunduğumuz tarihte Görevimiz Tehlike 4 filmi ile popüleritesi de artmıştı. Tepesine çıkmak için önceden rezervasyon yapıp 50 dolar vermek gerektiğinden böyle lüzumsuz bir ayarlama yapmamıştım.
İstasyonun önünden kalkan otobüs ücrestiz olarak yolcuları Dubai Mall’a taşıyor. İstanbul’da olmadığı gibi burada da ihtişamlı alışveriş merkezi beni pek etkilemedi. O zaman neden geldik? Belki ucuz elektronik buluruz, belki ilginç birşey görürüz diye geldik ama yoktu. Maşallah ülkemizde her türlü tüketimin eksiği yok fazlası var.
Guruldayan karnımıza kulak verip üst kattaki restaurantların bulunduğu alana geçtik. Çin lokantasından menü alıp birlikte götürdük.
Ben mavi hastane kıyafetlerimin altına giymek için ayakkabı baktım ama Sirkeci’deki spor mağazasından daha ucuz olmadığını anlayınca vazgeçtim.

Benim en çok beğendiğim dekoratif örneği duvara asılmış suya balıklama atlayan demir adamlardı. Daha dikkatli bakınca pipilerinden asılmış olduklarını fark edip ürperdim. Bu bir tür mesaj mıydı?
Aslında günlerden cumartesi olmasına rağmen bu kocaman alışveriş merkezinin neredeyse boş olduğunu söyleyebilirim. Neden böyle tavsiye edilir bir yer olduğunu da anlamış değilim. Sabahtan direk denize girmeye gitseydik daha iyi olurmuş. Hem Hindistan’ın ilk günlerine de hazırlanmış olurduk.
Mumbai aktarması için saatimiz yaklaştığında çıkıp metroya bindik. Her yer yeni gökdelen inşaatları ile doluydu. Bu kadar binayı dolduracak kadar çok insan var mı burada çok merak ediyorum.

Galiba Dubai’deki en ilginç hareket makinisti olmayan metro treninin en önünde seyahat etmekti. Öne ilerlemek için biraz omuz omuza mücadele etmek ve en güzel yerde durup bütün manzarayı kapatan ayılara sinir olmak gerekse de güzeldi. İnsan kendini bilim-kurgu filminde hissediyor.
Önce her ne kadar sinir olsam da trenin önünde iki yanda sıralanmış gökdelenlerin arasından geçip, araya serpiştirilmiş büyük yapay parkları gürünce çölün ortasına sıfırdan yaptıkları bu şehri planlayanları takdir ettim. Çoğu zaman bana şımarık Arap şeyhlerinin pahalı oyuncakları gibi gelse de mutlaka arkasında ekonomik fikir de barındırıyordur. Bir daha Dubai’ye gider miyim? Elbette, aktarmalar için.
Havalimanına varıp hemen bekleme salonuna geçtik.
Ortalıkta bağrınıp annesine afra tafra yapan çocuk fotoğraflarını çekmeye başlayınca ağlamayı kesti. Uzun süre bize bakınca dikkati dağıldı, neden huysuzluk yaptığını unutup annesinin kucağına gitti.
Uçakta verdikleri Avusturalya şaraplarını çok beğendim birkaç tane daha isteyip çantaya zulaladım. Yarı uyur yarı uyanık Mumbai’ya vardık. Çıkış kapısının hemen önce prepaid (önceden ödemeli) taksi ofisi var. Önündeki sıra yorgun bünyelerin sabrını zorlayacak kadar uzundu. Önümüzdeki kıza sordum her zaman böyle uzun olmuyormuş.
Ofise gideceğin yeri söylüyor, hesabı peşin ödüyorsun, eline üzerinde taksinin plakası yazan bir makbuz veriyorlar, geriye dışarıda bekleyen onlarca taksi arasından kendi taksini bulmak kalıyor. Direk dışarı çıkıp taksi çevirmek de mümkün ama o durumda iş bilmez turist olarak kazıklanmayı kabul etmiş oluyorsunuz.

Taksi alanına girince hemen yanımıza turuncu kafalı bir adam gelip elimizdeki makbuzu alıp onu takip etmemizi istedi. Bizi taksiye kadar götürdü. “Oh ne güzel pek organizeler” diye düşünürken para istedi. “Neden?” diye sordum, “Taksiye getirdim ya!” diyor. Elimi cebime attım 50 Ürdün Dinar’ı çıktı. “Bozuk Rupim yok” diyorum elini Dinar’a uzatıp kapmaya çalışıyor şerefsiz, “Bu da olur, bu da olur” diyor bir de. Olur tabi, 25 TL ediyor o, uyanık! O harala gürele içinde binip uzaklaştık oradan. Galiba birkaç bozuk kuruş tutuşturdum eline.
Yola çıkmamızla birlikte Hindistan’ın harala gürelesine dalmış olduk.
Aslında ilk başta ben çok yabancılık çekmedim. O çukurlu yollar, kuralsız trafik, korna sesleri, uzun süredir devam ettiği anlaşılan bitmemiş inşaatlar, köşe başında piyasa yapan gençler ve sokak satıcılarının akan görüntüleri kendi ülkemden de alışık olduğum manzaralardı. İki önemli fark vardı. Birincisi burası her anlamda daha yoksuldu. İkincisi de sokaklarda yol kenarlarında uyuyan insanların fazlalığıydı.
Taksi bizi istediğimiz yerde bıraktığında gerçekten doğru yerde olup olmadığımızdan tereddüt ettik. Çünkü CS’ten görüşüp anlaştığım evlerinde kalacağımız arkadaşlar buranın Mumbai’nin en lüks semtlerinden biri olduğunu söylemişlerdi. Ben de Wikitravel’da benzer şeyler okumuştum. Gel gör ki yürüdüğümüz yoldaki kesif lağım kokusu ağır sıcak havayla karışmış üzerine de yüklü sırt çantası binince sırtımdan terler akmaya başlamıştı. Adres arama çabalarımız sırasında sokakta dolanırken yol üzerinde molozdan, insan pisliğine, sıçan leşinden sokağa yayılmış çöplere kadar pek çok iğrenç şey gördük. Apartmanı bulmak için birkaç kişiye sormam gerekti. Sonunda iyi kalpli bir genç bizi eve kadar götürdü. On Rupi vermek istedim kabul etmedi.
Girişte İngilizce pek bilmeyen bir adam el kol hareketleriyle sehpa üzerinde bir defteri doldurmamızı istedi. İnceleyince apartmana giren çıkanın işlendiği bakkal defterinden beter ah’ı gitmiş vah’ı kalmış bir defter olduğunu anladım. Sanki rezidansa giriyoruz. Bizdeki 40 yıllık lojmanlardan daha beter bir apartmandı. Asansörü çalıştırmak için biraz kol gücü ve mekanik bilgimizi kullanıp asansörde kalmamak için dua ettik. Beyaz plastik kat düğmelerinin üzerindeki numaraların mürekkepleri silinmiş ve bazı düğmeler altındaki ampulün ısısından yamulmuştu. Bu manzara bana çok tanıdıktı, keyfim yerine geldi.

Sonunda Vandana ve görümcesi bizi karşıladı. Eşyalarımızı arka odaya yerleştirip salona geçtik. Uçaktan aldığım şarapları açtım ama benden başka kimse içmedi. Tadına bakmak için yaptığı yemeklerden bir tabak yaptım. Biber dolması yapmış, içi sadece haşlanmış pirinç dolu, yanında tuzsuz pilav ve biraz haşlanmış patates. Şarap mezesi diye götürdüm.
Vandana gebeymiş. Cinsiyetini sordum bilmediğini söyledi. Hindistan’da cinsiyet söylemek ya da bunu doktordan talep etmek yasakmış. Hatta ultrasona girerken cinsiyeti sormayacağına dair belge imzalatıyorlarmış. En iyi hastanede çok paralar ödeyerek ultrason yaptırdığını söyledi. Ne kadar verdiğini sordum Türk Lirası’yla 25 TL’ye denk geliyordu. Gece yarısına kadar oradan buradan konuştuk.

Yatma vakti gelince yatağımızı yapmak üzere bizimle geldi. Sandım ki döşek çıkaracak bir yerden. En fazla iki santim kalınlığında birer sünger çıkarınca hayallerim yıkıldı. Ulan ben böylemi ağırlıyorum CS’lileri, bu reva mı bana her seferinde yerde taş zeminde uyumak (Bkz. Tayland yazısı).
Elvan’ın kıs kıs güldüğünü görünce ben de gevşedim. Başladık halimize gülmeye. Ben fark etmedim ama Elvan gösterince gördüm ki ayak altlarımız da sokakta yürümüşüz gibi simsiyah olmuş. Belli ki ev uzun süredir temizlenmemiş. Odadaki tuvalete girince oraya da en az 6 aydır dokunulmadığını gördüm. Oysa ev sahiplerimiz üniversite mezunu, iyi kariyeri olan, Avrupa ve Amerika görmüş insanlar ama...Sanırım bu Hintli’ler hijyen konusunda biraz zayıflar.


Ertesi gün sabah erkenden kalktık. Çalışma hayatının erken kalma rutinine alışan uyku düzenimizle birlikte “çok rahat” yatağımızın da erken kalkmamıza katkısı vardı. Saat 11’e kadar istasyonda olmamız gerekiyordu. Hindistan’da tren bileti almak, özellikler yabancılar için, ayrı bir yazı konusu olabilir. Keza internette de bu konuda yazılmış bir sürü makale bulunuyor. Ben işin özetini size yazayım hiç vakit harcamayın. Ana tren yolları sitesine girip kaybolmaktansa girin cleartrip.com’a alın bileti. Elbette bileti alın demek çok kolay ama gerçekte o kadar da kolay değil. Özellikle turistik bir bölgeye gidiyorsanız önce yedek listeye alınıyor, olur da yer boşalırsa trene biniyorsunuz(Bu söylediğim numaralı biletler için geçerli). Bir de tatkal bilet var ama ben bu konuya girip tadınızı kaçırmak istemem. Neyse biz de daha önce cleartrip üzerinden rezerve ettiğim koltukları herhalde yer boşalmıştır diye almaya tren istasyonuna gitmek için erkenden evden ayrıldık. Biz evden çıkarken ev sahibemiz Vandana hala uyumakta olduğundan salonda gebeş yapan görümcesine veda ettik. Yatak odasına açılan koridora bir gece önce verdiğimiz nazar boncuğunu asmıştı.

Evin yakınlarında bindiğimiz taksiciye merkez tren istasyonuna gideceğimizi söyledim. Uzun beyaz sakallı, entarili, temiz yüzlü bir amcam idi. Hindistan’ın sabah trafiğinde görsel bir şölen eşliğinde yol aldık. Sokakta yere oturmuş kahvaltı edenler, otobanda hayvan güdenler, kaldırımda duş alanlar, duvar diplerinde yeni uyananlar, hala mışıl mışıl uyuyanlar ve hatta hacet giderenler; kornalar, süslü otobüsler, kornalar, süssüz otobüsler, kornalar, süspansiyonsuz otobüsler, kornalar, arabalar, kornalar, kamyonetler kornalar ve sadece kornalar. Kaosun düzeni.
İstasyona yaklaştığımızı biliyordum, öylesine taksimetreye baktım, 150 rupi, yazıyordu. Birkaç dakika geçmeden durduk. İnerken taksimetreyi aradı gözlerim ama bulamadım, daha biraz önce tam karşımdaydı, ne olduysa? Çantaları aldıktan sonra ne kadar borcum olduğunu sordum o temiz yüzlü ak sakallı amca 300 rupi diye pis pis sırıtıyor. “Lan daha demin şurda taksimetre 150 diyordu” diye anlatmaya çalışıyorum, bir yandan içeriyi gösteriyorum, taksimetreyi işret ediyorum ama nafile, adam 300 rupi diyor o kadar, ha bir de pis pis sırıtıyor (Yol üzerinde de ücretli geçiş olmadı hani, bu kadar çok).. İçeri uzandım baktım, taksimetrenin üzerini havluyla örtmüş bizim uyanık ak sakal. İki yüz tutuşturdum eline ayrıldım. Arkamdan bır bır etti ama... Ne yapayım, ben kendimi Dünya insanı olarak görmeye çabalarken, diğerlerinin turist olarak görüp beni kazıklamaya çalışmasına sinir oluyorum.
İstasyonun girişinde önünde eski bir masa ve bakkal defteri bulunan dişsiz teyze vardı. Danışma misali. Biletimi nereden alabileceğimi sordum ama anlamak ne mümkün. Hem Hint İngilizce’si konuşuyor hem de dişleri yok. Kollarıyla işaret ettiği yöne gidip başkasına soracağım demek ki.

Teyzeden ayrılıp bir diğer binaya geçerken yerdeki kedi büyüklüğündeki ölü sıçanı fark ettim. Üzerine basmasın diye Elvan’ı uyardım. İrkilerek yolunu değiştirdi. Hala Hindistan deyince aklına ilk gelen anılardan biri bu ne yazık ki. Keşke söylemeseymişim. Belki de basar geçerdi o kalabalıkta. Zaten harala güreleden neye bastığımızı biliyor muyuz?

Goa için ayırttığım biletleri alacağım yeri buldum. Turistler için ayrı bir gişeler var. Benim biletler hala boşa düşmemiş, yani trende yer yok. Tatkal da ya da tren de daha düşük sınıfta da yer de yok. Kaldık mı Mumbai’de?. En kötüsü uçaklar var ama pahalı (Git-gel yaklaşık 200 dolar). Dışarı çıktık, ne yapsak diye düşünürken yanımıza sarıklı sakallı bir amca yanaştı. Belli ki turistin halinden anlıyor. Kendinden emin, hatta neredeyse alaylı konuşuyor.

“Şimdi buradan taksiye binsen uçak bulmaya havalimanına gitsen şu kadar taksi yazar, uçağa da şu kadar verirsin, üstelik bu koşuşturmada Mumbai’yi de gezmezsin. Halbuki gece uyuyarak yolculuk yapsan, sabah Goa’da olsan ne güzel olurdu değil mi?”. “Evet yaa, kesinlikle” dedim. Zırt diye elindeki PVC kaplı kartonu çıkartıp otobüslerden bahsetmeye başladı. Buraya gelmeden uçak ve tren seçeneklerini çalışmıştım. Ototbüsü de okumuştum ama en kötü alternatif olduğundan fazla üzerinde durmamıştım. Öğrenelim ilk ağızdan bakalım diye sarık-sakal abiyi dinlemeye başladım. Sanırım bu kararım da onun için kapının açılması demekti. Kabaca ayrıntılı bilgi vermeden bizi küçük ofisine götürmeyi başardı.

İki çeşit otobüs varmış. Biri normal olan diğeri ise çok lüks olan Volvo imiş. Her ikisinde de gece yolculuğu için yataklar varmış. Volvo’da ekstradan klima ve tekerleklerde “süspansiyon” da varmış. Malum hava da sıcak ve ben hayatımda süspansiyonsuz araca binmiş değilim, alerji yapmasın diye Volvo’yu seçtik. Volvo kişi başı 1000 rupi diğer sefil fakir aracı 500 rupi.

Yatıp uyuyarak geceyi geçireceğiz, klimalı, süspansiyonlu bir araçta, üstelik markası Volvo.
Paramızı verip ayrıldık. Akşama kadar çok vaktimiz var.

Biraz istasyonun etrafını dolaştık. Fazla bir numara yoktu. Pazar olduğundan galiba sokaklar pek hareketli değildi.

Biz de eski garın etrafında dolanıp Hindistan’ı anlamaya çalıştık. Bir internet kafe bulup CS’ten Hussein ile yazıştık. Öğleden sonra buluşmak üzere sözleştik.


İstasyon yakınlarında taksi çevirip Mumbai’nin en büyük çamaşırhanesi’ne gitmek üzere yol aldık. Taksi’ye binerken yolda dolanıp turist yakalamaya çalışan çakma rahiplerden biri alnıma bir parmak boyayı sürüverdi. Arkamızdan taksiye kadar gelip arka kapının kapanmasını engelleyince kapıyı da kapayamadım. Baktım şoför de gitmiyor,biraz bozuk verdim mecburen. Bu yapışkan dilencileri hiç sevmem ama yine de tüm Hindistan boyunca karşılaştığım yüzlerce dilencinin Nişantaşı ya da Taksim’de mesken tutanlardan çok çok daha mülayim olduklarını belirtmeden geçemeyeceğim. Kantite çok ama kalite düşük. Dilencinin dilencilik aleminde paçaya yapıştı mı ayrılmayanı makbul. Buradakiler paçaya yapışacak kadar iyi beslenememişler. Hint fakiri, harbiden fakir oluyormuş.

Taksi sahil yolundan Dhobi Ghat, yani Mumbai’nin en büyük çamaşır yıkama merkezine doğru yol aldı. Solda hızla kayan sahili izlerken biraz da burada vakit harcamak, takılmak, istiyorum ama ne yazık ki çalışma hayatı bize en kısa sürede en çok şey sömürmeyi aşıladı. Soldan akan trafik dolayısıyla şoför önümde oturuyor, taksimetreyi okumsys çalıştım. Bu arada taksimetre de ön camın hemen önün de yer alan mekanik bir alet. İlk başta bizdeki gibi ödemem gereken rupiyi saydığını sanarak paniğe kapıldım. Meğer yüz metrede bir atıyormuş, metre hesabı da eğer merak edersen önündeki gizli cebe yerleştirilmiş tarifede yazıyor. Kabaca şöyle diyeyim, bu tarifeyle Mumbai’yi taksiyle gezsen, hiç acıtmaz, rahat olun. Burayla ilgili birkaç bilgi vereyim: *Günde ortalama 1 milyon çamaşır yıkanıyor, *Yıkanan çamaşırlar birbiriyle karışmıyor, bu nedenle önemli kalite ödüllerinden birini almış, *Çalışanlar günde 100 rupi, yani yaklaşık 3.5 TL kazanıyor, *Çamaşırlardaki haşaratı uzaklaştırmak için duman kullanılıyor, *Kurutmak için asılan çamaşarlarda mandal kullanılmıyor, *Bir tişörtün yıkanıp ütülenmesi ve adrese teslimi 10 rupi (35 kuruş). Özellikle böyle ilkel gürünümlü bir yerin kalite ödülü alması oldukça ilginçti. Seyahatin ilerleyen zamanlarında Hintlilerin kaotik görünümün altında nasıl saklı bir düzen tutturduklarına daha çok tanık olacaktım. Yolun kenarından Dhobi Ghat’ı aslında yeteri kadar seyretmek mümkün ama biz yakından görmek için 100’er Rupi vermeyi göze aldık. Üstelik rehber 15-20 dakikalık turda bize ilginç bilgiler de verdi. Kısacık turda rehbere verdiğimiz rakam bir çamaşırcının günlük mesaisine bedeldi. Tur sonunda bir de bahşiş isteyince sittiri çektim. Bu sırada tesadüfen bir Hintli işçi ailenin öğlen yemeğine tanık olduk. Bir tepsite pilav, yanında baharatlı bir sebze türlüsü vardı. Önce ailenin en büyüğü aldı tepsiyi, elleriyle topak yaptığı pilavı biraz sebze türlüsüyle renklendirerek ağzına attı. Yeterince yediğine kanaat getirince tepsiyi büyük oğlana verdi. Oğlan aynı ritüele devam etti. Bu arada yemek öncesi ve sonrasında elleri yıkama faslı görmedik. Tur sırasında bir başka dikkatimizi cezbeden şey ise ortalıkta olur olmadık yerlerde uyuyan insanlardı. Yerde duvar dibinde, koltukta, ütü masasında vs... İlerleyen günlerde bu manzaraya da şaşırmamaya başladık. O kadar sefalet içinde tuhaf bir huzur hakim burada. Dilenciler bile uyuyor. Sokaklarda yaşayan insanlar görmekse mevzu, insan Hindistan’ı görmeli. Benim yüreğim parçalandı, direk fotoğraflarını çekmeye de utandım. Çekmeye cesaret ettiğim tek resim üsttekidir. Sokakta kurduğu evini ve yiyeceğini bir kargayla paylaşan adamın yuvası orası. Kendisi sağda yatıyordu, ben evi de çekmek maksadıyla kargayı resimledim. Karganın arkasındaki fon adamın yaşam alanıydı, varın gerisini siz hesap edin. Burada sokaklarda yaşamak kadar sokaklara oturmak da çok normal. Üstteki resimde çulunu sermiş uyuyan adam kadar rahat ve gamsız olabilmeyi isterdim. Fotoğrafta belli olmuyor ama orada trafik gürültüsünden birbirimizi duymak için bağırarak konuşuyorduk. Yürüyerek Hacı Ali Dergah’ına gittik. Yol boyunca trafik çok yoğundu, soldan akan trafikte karşıya geçmek bir dert oldu. Yollarda şerit de yok, herkes her yerde; burada şeritler sadece barsaklarda var. Müslümanlardan oluşan yoğun bir kalabalığın içinde kaybolduk. Gel-git’in gitinden kalan deniz tabanı olanca pisliği ve çer-çöpüyle gözler önüne serilmişti. Yolun ortasına gelmeden geri dönmek aklımdan geçse de bu kadar gelmişken bir görelim dedik. Kenara dizilmiş dilencilerin sayısı şaşırtıcıydı, neredeyse her iki üç metrede bir taneydi. Çocuklu anneler, yaşlılar, perişan gençler, sakatlar ve çocuklar yol boyunca yürüyen insanlardan gelecek bozuklukları bekliyorlardı. Gerek gidiş gerekse dönüş yolunda bir tane bile sadaka veren görmedim. Aslında dilencilerin de tuhaf bir bezmişliği vardı. Çoğu zaten dilenmiyor sadakanın kendiliğinden verilmesini bekliyordu. Hatta üstteki resimde olduğu gibi öğlen sıcağında kendinden geçmiş uyuyanlar hiç de az değildi. Nerede bizim yapışkan dilenciler? Türbenin hemen önünde insanların dinlenmesi için özel bir “tesis” vardı. Onlarca kebabın aynı anda piştiği bu lokantadan çıkan kokular açlığımızı uyandırsa da hamur yaptıkları su galonlarını ve tepsiye dizili yüzlerce kebabın üzerine konmuş binlerce sineği görünce iştahımız kaçtı. Hindistan’a giden herkes en az bir kere ishal olur derler. Bu habitata alışmak için gerçekten sindirim ve bağışıklık sisteminin el ele verip makul bir süre çalışması gerek. Sonunda türbeye girdik. Ne oldu? Hiç! Türkiye’de bunlardan çok var. Üstelik içerisi çok kalabalık. Sadece içteki küçük binaların etrafında dolanmak bile insanda hadi hemen çıkalım buradan hissi uyandırıyor. Yine de türbeye girmek isteyen insan sayısı çok fazla olduğu için kapıda ciddi bir yığılma vardı. Burada ilginç bir ticaret gelişmiş. İçeri çıplak ayak girmek gerektiğinden terlik ya da ayakkabıyı bir yere bırakmak gerekiyor. Türbe kapısının yanında bu işi 10 Rupi’ye yapan adamlar var. Önlerinde onlarca terlik ve ayakkabıyı birbirine iliştirip apartman yapmış bekleşiyorlar. Terliklerini teslim edenlere bir fiş ya da işaretleyici de verilmiyor. O kadar terlik içinde müşterinin terliğini nasıl buluyorlar benim aklım ermedi. İşte Hindistanın kendine has kaotik düzenine bir örnek daha. Kendimizi hemen dışarı atıp geri dönüşe başladık. Yolda çekilen yukarıdaki fotoğraf sanırım Hindistan’ı iyi anlatan fotoğraflardan biri oldu. Şahsen bu fotoğrafa uzun uzun bakıp düşüncelere dalıyorum. Pek çok duygu ve yaşamı buluyorum içinde. Ana caddeden taksi çevirip tren istasyonuna döndük. CS’ten (Couchsurfing) Hussein ile buluşacağız. Birlikte Goa’ya otobüsümüz kalkana kadar vakit geçireceğiz. Taksiden iner inmez buluştuk Hussein ile; ne yapmak istediğimizi sorunca elbette açlıktan kazınan midemizi hijyenik bir yerde doyurmak istedğimiz söyledik. Bizi daha önce de buluştuğu yabancıları götürdüğü yerel bir Hint lokantasında götürdü. Menüyü pek anlamadığımdan tamamen Hint lezzetler denemek istediğimizi belirterek tüm siparişleri ona bıraktım. Hussein değişik masalalar söyledi. Masala bol sebze bakliyat ve baharatın bulamaç kıvamındaki karışımı. Ekmek banıp yiyorsun. Hakikaten de oturduğumuz lokantada hemen hemen her masada bir masala vardı. Birinin içinde ek olarak bizim kadayıf gibi yuvarlak topçuklar vardı. Masalaya bulayıp yuvarlıyorsun. Hem lezzetli hem pratik. Yan masada oturan blucinli konversli jöleli saçlı modern görünümlü gençlerin parmaklarını bulamaça bana bana yemeleri, yemekle kıyafet arasında bir tezat oluşturuyordu. İşin ilginci masada ıslak mendil ya da ortamda el yıkamak için lavabo yoktu. Parmaklarını yalayıp gittiler. Gelelim bizim masanın kültür öpüşmesine: Hussein önündeki tabağa ekmeğini ve parmaklarını bandırıp yemek yerken bir sonraki lokmasını benim önümdeki tabaktan aldı. Afiyet bal şeker olsun. Ben de onunkinden aldım sormadan, demek ki usul böyleydi. Zaten çoğu zaman yakınlarımızla yaptığımız bir şey değil mi? Ne var ki Hussein Efendi ekmeğini masalaya batırdıktan sonra daha çok malzeme gelsin diye ekmeğin üzerine masalayı parmaklarıyla itiyor sonrada parmaklarını afiyetle yalıyor. Ardından aynı parmaklar tabağa yine giriyor. O anlarda Elvan’ın tedirgin gözlerle bizi izlediğini fark ettim. Arada göz göze gelince “Ne olur benim tabağıma elini sokmasın” dedi. Yalancıktan gülüştük, bu konuda yapabileceğim birşey yoktu. Neyse ki Hussein’in tabağı Elvan’ın masalasının peynirlisiydi. Pek ilgisini çekmedi, onunkine dokunmadı. Zaten Elvan da fazla baharatlı bulduğu masalayı bitiremeyip aç kaldı. Hussein’le kardeş payı yaptığımız yemeklerden sonra sıra tatlıya geldi. Hindistan usulu milk şeyk olarak tanımlayabileceğim, içinde minik tohumlar olan oldukça hafif ve serinletici meyve aromalı bir tatlı ısmarladı. Bir tane milk şeyk ve üç tane kaşık. Elvan’ın şaşkın bakışları altında Hussein’le karşılıklı muhabbet ederken sevgililer gibi aynı kaseden tatlımızı yedik. Çok lezzetliydi. Karnımızı (Hussein ve ben) doyurduktan sonra sokaklarda dolanmaya başladık. Tren istasyonunun arkasındaki pazara daldık. Sandaletli seyyah’ın bahsettiği ucuz çullardan aradık ama ne mümkün. Yanımızda Hintli olmasına rağmen pazarlıkta pek dişli çıktılar. İsteğimiz fiyata birşey bulamadık. Zaten turist olduğunu görünce 5-6 kat fiyatı yapıştırıyorlar. Normale çeken kadar vakit ve sabır kaybediyorsun. İnsanı alışverişten soğutuyorlar. Bu pazardan aldığımız en güzel şey soyulmuş şeker kamışı oldu. Daha önce Ürdün’de denemiş ve tahta yiyor gibi olduğum için biraz çekingen davrandım ama bunlar güzeldi. Islak tahtayı emiyorsun ağzına şekerli su geliyor.

Biraz sokaklarda dolanıp popüler bir bara gittik. Oturanların çoğu yabancıydı. Ayaklarımızı dinlendirip bira içeceğiz. Elvan’da olabilecek en baharatsız yemeği ısmarladık ki karnı biraz doysun. Özellikle belirttik “Sos yok, baharat yok!” Gelen tabak aşağıda:
 
Tavukları boğulmaktan kurtarıp sosunu sıyırdıktan sonra ete ulaştı da biraz karnını doyurabildi zavallım.
 
Burada uzun süre oturup hayattan bahsettik. Hussein bize zorlu evlilik hikayesini anlattı. Kendisi ve ailesi müslüman olduğu için hindu olan karısını almak çok zor olmuş. Hindistan genelinde müslümanlar biraz hor görülür onlara cahil ve vahşi insanlar olarak muamele edilirmiş. İlk başta kendisini de böyle sanan kayınvalide ve kayınpederini ikna etmesi hiç kolay olmamış. Neden sonra mülayim kişiliğini onlara gösterince kızlarını vermeye razı olmuşlar. Şimdilerde hiçbir dinsel problemleri yokmuş. Hindistan genelinde diğer ülkelerde de olduğu gibi dinsel kimliğin önemli olduğunu özellikle hindu ailelerin müslümanlarla karışmaktan kaçındıklarını, müslümanların ikinci sınıf vatandaşlar olarak algılandıklarından bahsetti. Ben de Hussein’e gayet modern ve açık fikirli bir insan olduğunu, bize vakit ayırarak bizi onurlandırdığını, her dinden kadının onunla olmaktan mutluluk duyacağını söyleyerek onu onore etmeye çalıştım.
Bardan çıkıp sahilde Mumbai giriş kapısını ve hemen karşısındaki meşhur Taj in Coloba oteli gördük. Yüzyılın başlarında Hintli diye kendisini otele almayan İngilizlere inat zengin bir Hindunun yaptırdığı anıtsal bir otel burası.
Güzel taş yapıtlar ilgimi çekmediğinden daha çok ışıklandırılmış süslü faytonlara takıldım.
 
Otobüs saatimiz yaklaşınca Hussein bizi durağa kadar geçirdi. Sarılıp vedalaştıktan sonra otobüse yerleşmek üzere harekete geçtik. Önce çantalardan gece için olmaz ama belki üşürüz diye polar ve svitşört aldık. O an bilemezdik ama yaptığımız en doğru hareketmiş meğer.
Otobüsün kalkmasına daha yarım saat olduğundan biz de etrafta amaçsızca biraz dolandık. Hava tamamen kararmış olmasına rağmen otomobillerin farları yanmıyordu. Sanırım hiç susmayan klaksonlar vasıtasıyla haberleşiyorlar. Herkes birbirine fütursuzca klakson çalıyor. Bizde olsa cinayet kaçınılmaz olurdu.
Otobüsün içi iki yanda dizili ranzalardan ve daracık bir koridordan oluşuyordu. Gece yolculuğunu böyle farklı bir araçta birlikte yatıp uyuyarak yapacağımızı sandığımız için çok mutluyduk. Yatakların ayak ucundaki ayakkabılığa terliklerimi koyarken koca bir hamam böceği dışarı fırladı. Elvan’a göstermeden işini bitirip olayı örtbas ettim. O sırada neyse ki yatağı biraz da olsa temizleme çabası içindeydi. Sırt çantalarımızı yastık yapıp serildik yataklara. Keşke bizim ülkemizde de uzun yolculuklar için böyle araçlar olsa diye hayıflandık. Gerçekten de bizde toplam dört kişinin ard arda oturacağı yerde üst üste yine dört kişi yatabilir. Bir de tavana LCD ekran monte ettin mi biletleri %50 daha pahalıdan satarsın gibi düşüncelerle eyleme geçmeyip sadece cin fikirler üreten genlerimizi çalıştırdık. Neden sonra Hintlilerde bizdeki cin fikirlerin olmadığını yavaştan üşümeye başladığımızı endişeyle fark ettik.
 
Yerleştikten sonra otobüsün zamanında kalkmayacağını idrak edip aşağı sigara içmeye indim. Otobüsün muavini ile çat pat ingilizcesiyle sohbet ettik. Zayıf mı zayıf kısa boylu acilen duşa ihtiyacı olan eli yüzü kir pas içinde panik atak bir gençti. Sigara ikram edip bir de kulak arkası verdim.
 
Otobüsün yanında vakit geçirirken yoldan geçen arabaların akşam karanlığına rağmen farlarını yakmadıklarını fark ettim. Kavşaklarda da birbirlerine olanca hızla yaklaşıyor neredeyse çarpışacakken duruyorlardı. Hayretle trafik kaosunu seyrederek kalkış vaktimizin gelmesini bekledik. Çarpışan olmadı.
Otobüs’ün Mumbai’den çıkması iki saati buldu. Yataklarımıza uzanmış dışarıyı seyrederken üşüyüp yanımızda ne varsa giymiştik ama olacak gibi değil. Üzerimizde polarlar olmasına rağmen üşüyoruz. Sorunun kaynağına inip üstümüze buz gibi üfleyen havalandırmayı kapatmayı denedik, olmadı, bozulmuş. Havalandırma deliklerini kağıt mendillerle tıkamayı denedik. Mendilin kenarından köşesinden yine üflüyor ama asıl sorun o değil. Deliği tıkayınca bu sefer döşemelerin kenarından üflemeye başlıyor meret. Bıraktık camdan dışarıyı seyretmeyi tamirata başladık. Döşemenin açıklıklarına bir elde kağıt mendil bir elde kredi kartı dolgu yapmaya başladık. İşlem pek verimli olmadı. Ya başka köşeden esinti devam ediyor ya da tıkaçlar basınçla yerinden fırlıyordu. Bizden önce de benzer durumdan muzdarip olanlar yatmış burada anlaşılan ki döşemede başka bant izleri de vardı. Gittim muavine durumu söyledim, kulağında hala verdiğim sigara duruyordu, hemen bant getireceğini söyledi. On beş dakika geçti bir daha “Hani bant?” dedim, “İşim bitince getireceğim” dedi. Bekledik bant falan gelmiyor, işaret ediyorum muavine hiç oralı değil, biz kendi işimizi kendimiz çözeriz diye yanımdaki yara bantlarını kullandık. Tutmadı onlar da çıktı yerinden.
Muavini pas geçip şoföre derdimi anlattım. Bir on beş dakika daha geçti bantımız geldi. Bütün çatlakları kapattık ama nafile. Bir yeri kapıyorsun başka yerden üflüyor. Dışarıda çıplak insanlar yürüyor yollarda, hava çok sıcak ama biz buzlukta yolculuk ediyoruz. Ön konsolda kiralık battaniye 100 rupi yazıyordu. Baktım olacak gibi değil muavinden istedim. Bir değil birkaç kez. Battaniyenin gelmesi bir saati buldu. Bir tarafımız buz tuttu heriften kiralık battaniye istiyoruz onu da getirmiyor. Haram olsun kulak arkası sigara sana! Sıkı sıkı sarınınca biraz ısındık neyse ki.
Biz donuyoruz yan ranzadaki gençler kısa kol atletle oturuyorlar. Birkaç bakışma gülümseme sonrasında tanıştık. Biz onlara beyaz leblebi verdik onlar da bize hindistan cevizi likörü. Biraz ısınacağız diye sevinmiştim ama birer yudum verip kaldırdılar. Klimanın çok güçlü çalıştığından ve üşüdüğümüzden bahsedince “Evet, çünkü bu çok lüks bir otobüs, Volvo bu Volvo” dedi. “Hay Volvo kadar taş düşsün kafanıza!” dedim, Elvan’la bakışıp gülüştük. Ne farkı var diğerlerinden diye sordum “Süspansiyon ve klima” dedi. Karşılaştırınca Türkiye’ye eski belediye otobüslerinin süspansiyonundan fazla farkı yoktu bence ama ... Demek bunun süspansiyonu olmayanı da var. Buna da şükür! Gençler Elvan’ı avrupai bulmuş olacaklar ki habire birlikte fotoğraf çektirip durdular. Benim pek yüzüme bakmadılar. Otobüse bakıyorum herkes mutlu mesut yatıyor niye biz donuyoruz anlamaya çalışıyorum. Meğer bütün otobüs bizim 30 cm altında yattığımız klimadan serinliyormuş. Yer değiştimek için arandım ama her yer doluydu. Makus kaderimize boyun eğip ilgisiz muavine lanetler gönderdikten sonra uyumak için yattık. Battaniye ortama uygun şekilde pis kokuyordu, üzerinde otlar ve minik dikenler vardı. İnsan üşüyünce gözü birşey görmüyor demek ki, tepemize kadar çekip sarındık leş gibi battaniyeye. Gün ağarıncaya kadar şoförün ralli salvoları nedeniyle bir sağa bir sola savrulmaktan uyuyamadık. Bir ara yataktan düşercesine savruldum, halimize acıyıp inşallah sağ salim varırız diye dua ettim. Sabah biraz kendimden geçmiştim ki birinin beni sol kolumdan tutup deliler gibi sallamasıyla yerimden fırladım. Yine o şerefsiz muavin. Yanağımdan öpülmeyi beklemiyorum ama uyandırılırken de beyin sarsıntısı geçirmesem iyi olur; Allah’ın ayısı!

Hindistan 2. Bölüm GOA pek yakında...