19 Haziran 2008 Perşembe

GÜN BATIMINA NEMRUT YOLU

GÜN BATIMINA NEMRUT YOLU



Cehennem sıcaklarının bastırmasıyla birlikte Kızıltepe’nin nörotoksik etkisi de artmaya başladı. İki haftadır 50 kilometrenin üzerinde buradan ayrılmamıştım. Hafta içlerinde çevredeki uçsuz bucaksız tarlaların arasına dalıp gördüğümüz tepelere motorla tırmanmayı hobi haline getirmiştik. Yanımıza bira da alıyor güneşi tepelerden batırıyor eve dönüyorduk. Bu vesileyle çok güzel tepeler keşfetmiş olduk. Yayan bile zor çıkılabilen yerlere motor tepesinde çıkıp bir halt oluyormuş gibi sevindik. Gel gör ki bunlar bile ilçede yapılacak hiçbir şey olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Özelikle hafta sonlarında. Ben de geçen hafta sonu pılımı pırtımı toplayıp yola düştüm. Planım Urfa’da bir gece kaldıktan sonra ya Nemrut’a ya da Halfeti’ye gitmekti. Dolayısıyla yanıma Nemrut için kalın kıyafetler Halfeti için de mayo ve havlu gibi birbirinden çok farklı kıyafetler alarak Urfa’ya gittim. Haliyle iki yan çantam da dolmuş oldu. Urfa’ya Kemal Usta’nın yerine vardığımda Uğur yarın erkenden Nemrut’a çıkmayı önerdi. Bunda sanırım benim bir önceki Nemrut gezimin güzel hikayeleri de etkili oldu. Uğur’ların Ankara’dan bir de Nemrut’u görmeyen misafirleri varmış. Böylece hem onu gezdirecek hem de güzel bir rota yapacaktık. Plan hızlıca yapıldı, kısaca şöyle: Bu akşam içelim, yarın gidelim, pazar dönelim.
Akşam klasik olarak Köprübaşı’na gittik. Nefis tavuk kanadı yeyip rakı içtik. Ben Bekir’de kalacaktım. O da dün geceden tekila gazisi idi. Dolayısıyla biraz erken kalktık.



Biz kalktıktan sonra oturduğumuz masanın yanında kirpi yavrusu bulmuşlar.



Çok sevimliydi. Adını Kürdans koymuşlar. Keşke biraz daha kalıp görseymişim.
Erken yatsam da yakarcaların gece boyu bitmeyen saldırıları nedeniyle çok huzursuz uyudum. Bacaklarımın arkası hala onlarca minik küçük kırmızı kabartı ile dolu.
Sabah söz sekiz buçukta Kemal’in mekandaydık ama Uğur’ların gelmesi dokuz buçuğu buldu. Ankara’dan gelen yakın arkadaşları Gülfem’i on yıldır görmüyorlarmış, haliyle hasret gidermeleri biraz uzun sürmüş. Kıyafetler giyilip, zincirler yağlanıp, lastikler uygun basınca şişirilince yola düşüyoruz. İlk durak Adıyaman. 100 km.



Yol çok rahat. Ortalama hız 100-110 km.



Ekip şöyle: Yamaha TDM 850’de Işıl Tanrıseven ve uğur Tanrıseveven, Triumph Tiger’da Muzaffer Babi ve Gülfem Uysal ve Yamaha XT660 R’da bendeniz Gökhan Uçar.



Ben koca kafalı bir adamım. Bir çok yönden. Bu hikaye de ise şöyle bağlanacak bu saptama. Enim tamam da boyum ne ki XL kask giyiyorum diye hayıflanmıştım bir aralar. İnsanı iyice tıknaz gösteren bir kafa şekli. Gramajın değil kıvrımların önemli olduğunu bilmesem karpuz kadar beyin var kardeşim bunun içinde diye hava atabilirdim ama….Neyse benden kötüleri de varmış. Gülfem’in kafa yanlardan basık ama ön-arka çapı uzun. Adıyaman’a kadar zor dayanmış kızcağız, kask alnına öyle bir vurmuş ki, alnı şişmiş ve kızarmış. Adıyaman’da bir süreliğine çıkardı kaskını alnını ovaladı ama pek işe yaramadı.



Adıyaman girişinde yan yana gelip Opet’ten benzin alalım diye anlaştık. Git babam git şehirde Opet yok. Yol alıyoruz ve birbirimizi duymuyoruz. Diğer benzincilerden geçerken aklımdan “Alalım işte buradan sonra ya bulamazsak” falan diye geçiriyorum aklımdan. Ara sıra diğer motorlara bakıp fikrimi anlatmak istiyorum ama hareket halindeyken mümkün değil. İşte Scala Rider’ın (Kaska monte edilen bluetooh ile çalışan kulaklık-hoparlör ekipmanı, 30 metreye kadar diğer motorlarla veya yolcuyla iletişimi sağlıyor) faydası. Neyse Adıyaman çevre yolu çıkışında ışıklarda yanıma yanaşan skuturlu amcalara sordum Opet’i, “Biraz ilerde solda” dediler. Biraz’ın sınırlarını çoktan aşmış ve bu arada Alpet, Epet, Sepet, Mepet gibi bir sürü benzinciyi geçmiştik. Soruyu ikinci kez bir vatandaşa yöneltince o da ilerde solda dedi. Tamam dedik o zaman ikisi de aynı şeyi söylüyor devam. Git git Kahta yolunun yarısı oldu hala Opet yok. Biraz gazlayıp ilerdeki başka bir benzin istasyonuna sordum nerede olduğunu, “4 km ilerde” dedi. Bu kadar kesin lafa ne denir. Madem taktık Opet’e sonuna kadar derken hakikaten son geldi. Önümde giden Uğur-Işıl ikilisi sebepsiz yavaşlamaya başladı. Uğur başının üzerinden baş kesme işareti yaptı. Bu esnada yokuş aşağı iniyorduk ve ileride sağda bir benzinlik vardı. Ne şanstı ama! Motoru boşa alıp benzin pompasının yanına park ettiler. Gelen pompacı ne dese beğenirsiniz: “Abey mazot var gaz var?”, “Benzin?”, “Yok”. O an vücudumda bir hafta öncesinde Hasan’la yaşadığımız dağ tepe macerasındakine benzer bir adrenalin deşarjı oldu. Ben benzin bulup geleceğim deyip yola atıldım.Sanki çok matah bir halt yiyorum ama olsun beni heyecanlandırıyor böyle şeyler. Aklımda bu aralar dilime de pelesenk olan klişerler dolanıyor: Arkadaşlık, dayanışma ve macera!Geçen hafta Hasan güneş batmak üzereyken dağda motorun kıçını kayalarda parçalayıp sigortayı attırınca da benzer bir heyecan yaşamıştık. Dağ başında in cin top oynarken hava kararmak üzereyken, motoru evirip çevirip bir çözüm bulamayınca hızla en yakın köye uçup kamyonet aramıştım. Ben ayarladığım kamyoneti almaya giderken bizimkiler gelmişti, vurdurup çalıştırmışlar motoru. İşin komik tarafı bu vurdurma fikrinin motorcu geçinen ben değil, yılların sürücüsü Hasan değil, mühendis Bülent değil, Bülent’in eşi çocuk doktoru Serap’ın aklına gelmesi. Hepimiz utanmıştık.



Neyse lafın özü 5 km ötedeki benzinciden bir büyük kola şişe dolusu benzin getirdim. İşi riske atmamak için o 5 km ötedeki benzinki de depoları fulledik. Yola çıkmazdan birkaç dakika geçti ki sağda Opet var. Diyecek söz bulamayıp ellerimi havaya açtım. Motorda yaptığım bu hareketten herkes ne demek istediğimi anladı.



Bu iki istasyon arasında havaalanına sapan yolda ilginç bir “ziyaret” var. Yorumsuz olarak aktarıyorum.



Kahta’da Papatya Lokatası’nda durduk, karnımız doyurduk. Beş kişi bol bol yemek 35 YTL.



Kahta’dan sonra Nemrut’a çıkmak için iki yol var. Biri yeni yapılan büyük kısmı çok iyi asfaltın olduğu otoban gibi bir yol. Bu yol hem keyifsiz hem de diğer antik yerlerden uzak. Biz haliyle uzun ama keyifli olan, tepelerden inip çıkan, vadilerin kenarından dolanan diğer zorlu yolu seçtik. Daha önceden bu yolu gittiğimden olası zorluklar hakkında ekibi uyarmıştım. Bir ara tereddüt etsek de sonuçta iyi ki bu yoldan gitmişiz dedik. Kahta’dan çıkınca 5-6 km sonra yol sola sapak veriyor. Bu bizim yolumuz. İlk durağımız Karakuş Tümülüsü oluyor. Kısa bilgi: Dört tanesi ayakta olan sütunlardan birisinin üzerinde bir kabartma diğerinde ise kartal heykeli var. Tümülüs adını bu kuş heykelinden almakta. Kommagene krallarından I. Anctiochos'un oğlu II. Mithridates II nin karısı, kızı ve torununun gömülü olduğu mezarın yüksekliği 10 metre çapı ise 2 metre. Eskiden doğu, batı ve güney yönlerde dörder sütun varken günümüze doğuda iki, batıda ve güneyde birer sütun kalmış. Doğu sütun üstünde aslan ve kartal heykel kalıntıları, batıdaki sütunun üstünde tokalaşma steli, yerde aslan heykel parçası var. Nmerutun aksine yükseklikten olsa gerek bu Tümülüs üzerinde yeşermiş bitkiler var. Sıradan bir tepeden ayırmak zor.



Üzerinde yürünen Tümülüs olur mu yahu? Olursa da o daha kaç sene kalabilir olduğu gibi?



Tümülüs’ü karşınıza alıp sağa baktığınızda da bu manzara çıkıyor karşınıza. Yoldan on dakikalık sapmaya değer bence.



Yolun sunduğu ikinci güzellik Cendere köprüsü. Biraz bilgi: Cendere köprüsü Kahta ve Sincik’i birbirine bağlıyor. Romalıların yaptığı 2. en geniş kemerli köprüymüş. 120 m uzunluğunda ve 7 m genişliğinde olup her biri 10 ton ağırlığında 92 kayadan meydana geliyormuş. Köprü, depreme karşı korunacak şekilde, sütunlara köprüye esneklik payı verilerek inşa edilmiş. İnşa tarihi M.Ö. 200. Köprünün üstündeki Latince bir yazıttan anlaşıldığına göre Roma İmparatoru Septimius Severus köprüyü karısı ve oğulları adına yaptırmış. Orijinalinde dört sütun bulunduğu Kahta tarafındaki ikisinin Septimius Severus ve eşine, Sincik tarafındaki ikisinin ise oğullarına adandığı biliniyormuş. Ancak oğullardan Geta’ya ait olan sütun, onu öldüren ve kardeşine ait her şeyi yok etmek isteyen Caracalla adlı kardeş tarafından yıktırılmış.
Köprü 1997’de bakımdan geçmiş. Şu anda bazı yerlerin yeni yapılmış olduğu anlaşılıyor. Köprünün 500 metre doğusuna yeni bir köprü daha yapılmış, şu anda aktif olan yeni olan, Cendere’den araç geçişi şu anda yasak .



Hoş malum kuraklık yüzünden iyice kurumuş su yatağı yüzünden şu anda köprüye de pek gerek yok. Eskiden gürül gürül akan suyun yatağında şimdiden lastik izleri oluşmuş bile.



Biz de ancak birkaç metre eninde akan suyun kenarına gittik. Kurumuş su yatağında motor sürdük.



Öğleden sonranın cehennem sıcakları kafamızdan çok çizmeler içinde kalmış ayaklarımıza vuruyor. Uğur “Dağlarda gezici tim olduğu dönemlerde postalları suya sokup serinlerdik” deyince tereddüt etmeden daldırıyoruz ayakları suya





Su yatağının gevşek toprağını arka tekerle patinaj yaparak fırlatma eğlencesinden sonra köprünün üstüne çıktık. Bol bol fotoğraf çektik. Bu fotoğraf bana bir rock grubunun albüm kapağı gibi geldi. Soldan sağa davulda Gökhan, basta Muzaffer, gitarda Uğur ve vokalde Gülfem.


Cendere’den sonra yol sizi tepelere çıkarıp bu manzarayı bir de yüksekten gösterir. Ama maalesef bu sefer manzaranın güzelliğinden çok eskiden kocaman su yatağı bulunan görkemli bir nehirden arda kalan dereye dönüşmüş cılız görünümü çekiyor dikkatimi. Sanki pankreas kanseri olup günden güne eriyen hasta bir adam gibi!


Yolun devamında bir yer var ki insanın gönlünde pencere açıyor. Yol boyunca iki tarafta da pempe zambakların arasından yolculuk ediyorsunuz. Karşıda da Yeni Kale manzarası. Kaskın önünü hafifçe aralayıp bu manzaraya sürmek bana her seferinde inanılmaz keyif veriyor.



Bu Yenikale’yi ikinci görüşüm. Her ikisinde de öğlen sıcağı bastırdığından olsa gerek tepesine çıkasımız gelmedi. Kommagene’ler tarafından yapılmış. Arsemia ile bağlantılıymış. Sunduğu güzel manzarada fotoğraf çekip yola devam ediyoruz.



İleride sola giren sapakta orman bakanlığına bağlı bir milli park ilan edilen Nemrut girişi için bilet kesiliyor. Kişi başı 5 YTL. Yani düşünün arabaya doluşup 6 kişi geldiniz 30 YTL ödeyeceksiniz. Ayrıca araç ücreti yok. Çok saçma bir uygulama. Hiçbir milli parkta böyle fahiş ücretlendirme görmedim. Diğerlerinde mesela motora, arabaya otobüse ayrı para alınıyor. Neyse kapı açılınca 1 km ileride Arsemia bekliyor sizi. Arsemia’ya girmeden önce girişte kurulu banklarda burayı işleten sevimli aile ile çay içmek çok iyi geliyor. Sıcaktan bunalan terli bedenler ve kaskın içinde rafadan yumurta sarısına dönmüş beyinler için ilaç bir mekan. Üstelik bizi bekleyen zorlu parkur öncesi dinlenmek için de iyi bir fırsat. Biz dinlenirken Karakuş Tümülüsü’nde yanımıza yanaşıp “Hellooo!” diyen sevimli taksici amca’da geliyor. Bizi yabancı sanmıştı. Arkada biri Brezilya’lı diğeri çekik gözlü (japon herhal) iki turist taşıyor. Yanımıza yanaşınca selamlaşıyoruz, yine karşılaştık, şimdi nereye falan filan diye muhabbet ediyoruz. Amca ingilizceyi kendi kendine buraya gelen turistlerin ve rehberlerin peşine takılarak öğrenmiş. Gramer süper olmasa da buranın tarihini güzelce anlatıyordu.


Biraz nefeslendikten sonra Arsemia’nın güzelliklerini görmek üzere yola devam ediyoruz. Biraz bilgi: Kral 1. Antiochos kitabelerinde söz edildiğine göre, Arsameia İ.Ö. 2. Yüzyılın başlarında Kommagene’lerin atası Arsemia tarafından Kahta çayının doğusunda Eski Kahta kalesinin karşısında kurulmuş. Krallığın yazlık başkenti ve idare merkeziymiş.

Bu fotoğrafta görülen koca kayanın her yerini kaplayan yazıt Anadolu’nun bilinen en büyük Grekçe yazıtıymış. Biz ne yaptık: tepesine çıkıp fotoğraf çektik.



Yazıtın altında bulunan dehliz ise 158 metre derinde başka bir kaya dehlizine açılıyormuş. Şu anda kapalı.


Buranın en meşhur eseri ise Antiochos-Herakles tokalaşma steli.



Gerçekten de günümüze kadar oldukça iyi durumda ulaşmış. Boyutu anlaşılsın diye önünde çekilmiş fotoyu da koyuyorum.



Bir de eskiden su deposu olarak kullanılan mağara var.



Bizim kızlar içeri girmek için çabalasalar da olmuyor. Bu arada tellere tırmanırken (yaşı lazım değil ama) Gülfem’in bitmeyen enerjisine ve içinde hala koruyabildiği heyecana hayran kalıyorum. Giriş kapalı olsa da zaten ilgimizi çıkıştaki ışık oyunu daha çok çekiyor.





Mağaranın önündeki manzara da kayda değer.



Stelin önünden yukarı çıkarken eskiden bu yamaçlarda sokaklar ve agorolar olduğunu hayal ederek yürüyor insan. Çevredeki her kayada bir kabartma, bir iz var. Her taşa bir insan eli değmiş. Kim bilir yürüdüğümüz bu patikalarda yıllar önce ne alış verişler yapılıyor pazarlarda neler satılıyordu. Tepeye ulaştığımızda bizi nefis bir manzara bekliyor. Bu arada taksici ağabey de yanımıza gelmiş muhabbeti koyulaştırmışız.“Burada en güzel fotoğraf bak şurada çekilir” diyor ve elinde bastonuyla sekerek ilerdeki sivri kayanın üzerine çıkıyor.



Arkası uçurum, sakatlanma şansı yok, direk ölüm. “Korkma gel” deyince “Ulan” diyorum “Bastonlu amca çıktı, çıkmazsan adam değilsin!”



Minik zaferi birlikte kutluyoruz.

Artık yola çıkma vakti geliyor. Parkurun en zorlu yoluna gideceğiz. Çay içtiğimiz yerin tam karşısında iki tepenin arasındaki dimdik yoldan tepenin üstüne çıkacağız. Önceden bu yoldan gittiğim için diğer motorlar için endişeleniyorum. Benim tuzum kuru çünkü motorum dağ keçisi gibi ve artçım yok. Ama diğerleri hem benimki kadar kıvrak motorlar değil ve artçılar ile daha dengesizler. Dağ başında birimizin bile ufak da olsa yaralanması hepimizin canını sıkar. Neyse ki bu yolda bu düşük hızda yaralanma riski çok düşük. Motor devrilse bile neredeyse durmak üzere olacağında üzerinden atlamak bebek işi. Olası riskleri anlattıkça diğer ekip elemanları da biraz geriliyor ama yiğitliğe mok sürdürmemek adına atılıyoruz yola. Bir süre sonra bozuk asfalt yerini toprağa bırakıyor. Arabaların lastik izlerinden gidiyoruz. Yolun ortası ve kenarlı gevşek toprak, motorun dengesini bozuyor. Biraz tırmanıştan sonra sonunda zurnanın “zırt” dediği virajlar geliyor önümüze. İlkinde çok endişeleniyorum. Virajlar toprak, 180 derece geri dönüyor ve eğimi en az 20 derece. Yoldan çıkmadan motoru burada çevirmek zor. Yola çıkmadan söylemiştim: “Bu virajlarda durursanız düşersiniz!” Çünkü viraj çok dik, eğer ön freni sıkarsan eğim nedeniyle yük arka tekere bindiğinden ön fren toprakta tutmaz ve hemen geriye kaymaya başlar, böylece denge kaybolur ...düşersin. Arka freni sıkarsan bu eğimli toprakta belki daha iyi tutuş sağlar ama biraz da olsa arkaya kayar, bu sırada sen de sağ ayağınla arka frene bastığından sadece sol ayakla dengeni sağlayamayıp...düşersin. Diyelim iki freni birden sıktın ve olduğun yerde durdun, olduğun yerden kurtulmak için ya diğer insanları çağırıp yardım isteyeceksin ya da motoru yatırıp sonra toparlayacaksın. Yani sonuç şu: Virajda durma!



Tepeye kadar 8-9 tane bu şekilde viraj var. Her birine önceden girip arkamı kolluyorum. Düşen olursa koşup yardım edeceğim. Maşallah biraz zorlansalar da güzelce alıyorlar virajları. Son virajda tamam diyorum oldu bu iş ve arkama bakmadan gazlıyorum. Gözüm aynada ama gelen giden yok. Duruyorum kenarda birkaç dakika orada bekliyorum kimse yok. Geri dönüyorum ki Uğur’la Işıl son virajda devrilmişler. Motorun gidon dönüş çapı virajınkinden büyük olunca yoldan çıkmamak için durmuşlar ve....düşmüşler. Neyse ki ikisinde de motorda da hasar yok . Olsun, motor dediğin yatar arkadaş!


Moraller hala sağlam.Virajın sonundan başlayan köyden geçerken Gülfem Muzafferin arkasında kollarını açmış uçmaya başlamıştı bile.



Bozuk yollardan geçtikten sonra nihayet arnavut kaldırmlı güzel yola ulaştık. Dağın tepesinde neden arnavut kaldırımı olur? Çünkü çetin geçen kıştan sonra asfalt “patlıyormuş”, bu yüzden tepedeki yollar taş döşeli. Aynı şey Sarıkamış’ta da vardı.



Önce aşağı inip otele yerleşeceğiz, sonra akşam günü batırmak için Nemrut’a çıkacağız, rota aşağı.



Bir önceki gelişimde de Kervansaray’da kalmıştım. Oda artı akşam yemeği ve kahvaltı 40 YTL. Biraz daha aşağıda 20 YTL’lik kamp yerleri de var ama onlarda hamak yok. Hamağı görünce “Tamam” demiştim “Burada kalalım”. Kervansaray’ın hemen alt tarafında biraz daha hesaplı bir otel var ama 5-10’u düşünmeden burada kalmayı öneririm. Çünkü Mahmut Ağabey burada. Mahmut Ağabey aşagıdaki otelin ve buranın sahibi, Malatya’lı, hazır cevap, hoş sohbet, görmüş geçirmiş güzel insan. Bir önceki gelişimden tanıdı beni, “Ooo Kızıltepe’li doktor gelmiş, hoşgeldin” diye karşıladı. Bu sefer beş kişi geldik ayağımız alıştı pazarlık filan derken “ Paranız yoksa vermeyin yau!” diyor. Neyse single farkı olmadan yüzlük odaları 40’a veriyor. Geçen gelişimde benzinim az demiştim Kahta’dan benzin getirtmişti. Bu sefer de bir sorunumuz var. Gülfem ertesi sabah saat sekizdeAdıyaman’da olmalı, ÖSS sorumlusu olarak görevli. İş başa düşerse erken kalkıp bırakacağız ama kimse de sabah keyfini kaçırmak istemiyor. Çare Mahmut Ağabey’den geliyor. Gülfem’e araba ayarlıyor iki dakikada.
Odalara yerleştikten sonra yorgunluğumuzu buz gibi biralarla bastırıyoruz.



Akşamüstü güneşi batırmak üzere yanımıza üç şişe kırmızı şarap alıp Nemrut’a çıktık. Tepeye yürürken taksici amcayla karşılaştık. Müşterileri göndermiş kenarda dinleniyordu.



Grubun zıpır kızları Işıl ve Gülfem’in isteği doğrultusunda sunağın üzerinde yere yatıp fotoğraf çektirdik.



Fotoğrafı Uğur çekti.




Arkeolojik kazılarda çok bulunmuş ve bulunacak olan Gülfem, işi bu olduğundan olsa gerek, tarihi eserlerden çok manzarayla ilgilendi, heykellerin burnunu kurcaladı, aslanların yanağından öptü, elini veren kolunu kaptırır mı denemesi yaptı.



Elimden geldiğince buranın tarihini anlatmaya çalıştım. (Merak edenler geçen yıl yaptığım gezisinde yazdığım tarihi bilgilere buradan ulaşabilirler)





Doğu terasında etrafa bakındıktan sonra güneşi batırmak ve şarapları yavaştan yuvarlamak üzere batı terasına gittik.



Gidiş yolunda yanından geçtiğimiz tümülüsün yamacına uzanıp niyetimizi belli ettik. Önce kızlar,



Sonra erkekler.



Bu sırada tümülüsün ardından parıldayan ay görülmeye değerdi.



Işıl’ın yol boyunca şarap şişesini bu şekilde taşıması bana yıllar önce tanrılara adanan kurbanları ve köylü kızların taşıdığı şarapları düşündürdü. Sanırım eskiden burada şimdiki zamandan daha fazla şarap tüketiliyordu.

Batı sunağının etrafında oturacak uygun bir yerler bulmaya çalışırken üzerimizdeki motor kıyafetlerini gören bir grup arkadaş bizimle tanıştı. CBF İstanbul grubunun üyeleriymiş. Birlikte sunağı duvarının önüne çöküp şarap içtik, çerez yedik muhabbet ettik.



Güneş batışı çok güzeldi. Onun kadar rüzgar da güzeldi, batan güneşin önünde süzülen kuşlar da,



Şarap da, içindeki ışık da…(ssbb) Her şey mükemmeldi, ta ki CBF grubundan biri cep telefonunun minik hoparlörlerinden İbrahim Tatlıses çalana kadar. Arkadaşa gönderdiğimiz direk bakışlardan da bir şey anlamayınca biz de ortamdan yavaşça uzaklaşıp kendimizi fantastik fotoğraflar çekmeye vurduk. At bakem güneşi tutayım,



İt biraz güneşi kenara gözümü alıyor,



Olsun alsın varsın başımızın tacıdır batsa da güneş,



Bir avuç dolusu güneş tarzında fotoğraflar çektik.





Şaraplar bitip etraf karamaya başlayınca otele geri dönmek üzere yola çıktık.



Motorları çok eğimli bir yere park etmiştik. Yan ayak açıkken kendimi aşağı salıp gideyim derken ayak kapanıverdi. Eğimli zeminde sol ayak yerde kalıverdim. Hem aşağı hem sola o kadar eğimli ki motoru sağa ittirip üzerine binemedim öylece kaldım yolda. Neyse ki yardıma koşup motoru sağa yatırmama yardım ettiler de düzeltebildim motoru. Biraz ileri gidip motorun önünü aşağı eğime verdim, frenleri sıkıp diğerlerini bekledim, bir yandan da aynadan arkaya bakıyorum. Muzaffer ve Gülfem motorda sol yanlarını eğime vermiş duruyorlar, bir türlü kalkamıyorlar. Bir an motorun sola eğime doğru yattığını gördüm. Gülfem motorun altında kalmış. Hemen geri döndüm. Motoru kaldırıp Gülfem’i kurtardılar, neyse ki bir sorun yok, hatta eğlenmişler bile denebilir. Gülfem sonradan kendileriyle şöyle dalga geçti. “Eğim o kadar çoktu ki uzun uzun düştük. Hani düz zeminde olsan 90 derece yana düşersin, biz herhalde 130 derece filan düştük, baya uzun geldi”



Otele döndüğümüzde baktık Apti ile Bahattin Ağabeyler de arabaya atlayıp gelmişler bizi bekliyorlar. Birlikte masa kurup geç saate kadar sohbet ettik. Ertesi sabah herkesten geç uyandım. Aslında erken uyanıp dışarı bakmıştım, hamak boşsa gidip ona yatacaktım ama boş değildi.



Bizimkiler de erken uyanıp çevredeki ağaçlarından taze meyveler yemişler. Kahvaltıdan sonra biraz tembellik yapıp yola düştük. Gülfem Adıyaman’da, saat yarımda sınavdan çıkacak, onu alacağız.



Adıyaman’a vardıktan sonra okulu bulmamız uzun sürdü. Sıcak bunaltıcı. Gülfem "Çantamı getirdiniz değil mi?" diye sorunca daha da bunaldık. Meğer sabah görevli çocuğa tembih etmiş çantamı ekibe ver getirsinler diye ama en son gördüğümde o çocuk restoranda fosur fosur uyuyordu. Muhtemelen çantayı da yastık yapmıştır. Neyse hemen Mahmut Ağabey’i aradık, demokrasilerden daha iyi çözüm üreten Mahmut Ağabey en kısa zamanda çantayı kargolayacağını söyledi. Gönül rahatlığı ile Urfa’ya döndük. Motorları bıraktıktan sonra Uğur ve Işıl ikinci köpeklerini almak üzere Akçakale’ye gideceklerini söyleyince yavru hayvan mıncıklama meraklıları olarak topluca peşlerine takıldık.



Yavrucuklar bir avuçlar. Bir avuç köpecik.



Her yerde her pozisyonda uyumaya meyilliler. Biraz dinlenip etrafı inceliyorlar. Yürürken dikkat etmek gerekiyor üstüne basmamak için.



Bir tanesi Gülfem’e bakarak hipnoz benzeri bir durum yaşıyor, gözlerini ayırmıyor bir türlü.



Sonunda içlerinden birini seçiyorlar, yeni adı Kroom. Ev sahiplerinin nazik ikramlarını kıramayan açlıktan kazınan midelerimizi doldurduktan sonra sanayiye geri dönüyoruz. Bir gezinin sonuna daha gelmenin buruk mutluluğu ile ayrılıyoruz. Keşke daha uzun olsaydı. O da olacak…